GÖNÜL AYNASINI TOZLARDAN VE GAYRI ALAKADAN TEMİZ TUTABİLMEK
Tasavvuf ehli hakîkattte yalnızca Hakk’ın var olduğunu, Hak’tan gayrı görülen bütün mevcûdâtın esasında Hakk’ın kudretinin zuhûru olduğunu söylerler. Hakk’tan gayri görülmekle birlikte bütün mevcûdâtın Hakk’ın kudretinin tecellîsi olduğunu kavrayabilecek mertebeye gelmiş olanlar Yaradan’dan gayri yaratılmış her şeyi Hakk’a ulaşmayı engel, perde görürler. Derviş gördüğü her şeyi Allah’ın kudretinin tecellîsi olarak kabul edebilmeyi öğrendikçe, mal, mülk, şehvet, zenginlik, şöhret, mevki gibi dünyevî sevgilerden uzaklaşır. Mâsivâdan geçemeyenler Hakk’a erişemezler. Gönlündeki ve iç dünyasındaki dünya zevkleri; gönül aynasının parlaklığını kapatan kir, pas, leke olarak kabul edilen mâsivâdır. Mâsivâyı gönlünden gideremeyen kişiler dünyaya dair arzu ve isteklerden kendilerini kurtaramamış kimselerdir. Mâsivâ öyledir ki; yapılan ibadeti, yardımı, duayı, hatta şefkat, merhamet gibi güzel duyguları riya ile karıştırarak, beğenilmek, dikkat çekmek, Allah’a veya kullara hoş görünmek maksadıyla bir şeyler yapmaya yol açar; bunları yapmaya çalışan kişiler de mâsivâdan geçememiş sayılırlar. Gönül aynasını temizleyip, parlaklaştırabilen mâsivâyı terk etmiş, bütün bunları gönülden atmış seçkin zatlardır. Kalbinde Allah’tan başkasını, dünyevî olan her şeyi silip atabilen derviş, mâsivâdan geçmiş demektir. Mâsivâdan geçebilen tasavvuftaki yedi mertebeden en üstü olan fenâfillâh mertebesine erişmiş demektir. Kelimenin kökenine bakacak olursak, sözlükte “şey” anlamına gelen mâ ile “başka, gayr” anlamındaki “sivâ” kelimesinden türetilmiş bir tabir olan mâsivâ, “mâsivâllah”, “mâsive’l-Hak” şeklinde de kullanılır. Tasavvufta yaygınlığı sebebiyle çok defa mâsivâ demekle yetinilir. Tasavvuf yoluna yeni girmiş veya bu yolda olmakla birlikte vahdet makamına erememiş sâlikler Hakk’ın varlığı (vücûd) ve Hakk’ın gayrının varlığı (mevcûdat) olarak iki varlık görür. Hakk’ın gayrı kabul edilen varlıklara tasavvufta mâsivâ adı verilir. Bu bağlamda Cenâb-ı Hakk’ın ahadiyyet mertebesinden sonraki bütün mertebelerde ve âlemlerdeki zuhûru mâsivâdır. Ancak mâsivâ denildiğinde bu anlam değil şehâdet âlemi denilen âlem ve bu âlemde Hakk’ın gayriyet perdeleriyle zuhûr ettiği yerler (mezâhir) anlaşılır. Buna göre evren, dünya, dünyadaki her şey, insan, insanın bütün ilgileri, yapıp etmeleri, zihnindeki sûretler ve bilgiler mâsivâ olarak nitelenir. Mâsivâ sayılan şeylerin taayyün itibariyle Hakk’ın gayri olmakla birlikte bâtında Hakk’ın aynı olduğunu düşünen muhakkik sûfîler, sâlikleri Hakk’ın zâtına yöneltmek için bunların Hak ile kul arasındaki perdeler ve engeller olduğunu, tasavvuf yoluna giren kimsenin Hakk’a erebilmesi için bu perdeleri ortadan kaldırması gerektiğini söylemişlerdir. “Alâik” adı da verilen bu perdelerin ortadan kaldırılması, insanın gönlündeki ve zihnindeki Allah’tan gayrı her şeyi silip atmasıyla mümkündür. Bazı sûfîler insanın gönlünü ilâhî tecellîlerin yansıdığı parlak bir aynaya, mâsivâyı da yansımayı engelleyen tozlara benzetmiş, ilâhî tecellîlerin yansıması için aynanın tozlardan silinip temizlenmesini şart koşmuşlardır. Hüseyin Lâmekânî’nin, “Pâk eyle gönül çeşmesin tâ durulunca.” mısraı bu görüşün bir ifadesidir.1 Hulûsi Efendi Hazretleri, şiirlerinde dünyanın geçiciliği üzerinde durarak ona gereğinden fazla değer verilmemesini sık sık dile getirir. Sevgiliye kavuşabilmek için başka suretlere bakmaktan, mâsivâdan vazgeçilmelidir: Nigârın vechini âyîne-i sırrında pinhân et Ne sûret kim sana yüz göstere ana nazardan geç (Sevgilinin yüzünü sır aynanda gizle ve sana yüz gösteren başka hiçbir surete bakma.) Bir başka beyitte şöyle buyurular: Gönül âyînesinden sil bu mâsivâ gubârını Cemâline olup mir‘ât bula tâ izz ü gâyâtı (Gönül aynasından bu varlık izlerini sil ki o gönül, cemâline ayna olup ululuk bulsun ve maksadına ulaşsın.) Mâsivâ, Allah’tan başka her şey anlamındadır. Hak âşığı, gönlünde Allah aşkından başka şeylere yer vermez. Gönlünden dünya kirini, mâsivâ pasını siler, gamı, kederi giderir. Mâsivâ, fânîdir, bakâsı yoktur. Hakk’a mürid olan, elini eteğini dünyadan ve dünya ehlinden çeker. Bâkî olan Hak’tır. Âşık, mâsivânın bu yönünü fark ederek onu terk edip, Hakk’a yönelerek ebedî hayata ulaşmalıdır. Tasavvufta mâsivâya sırt çevirmek demek olan gerçek züht, kanaat, tevekkül ve teslim gibi kavramların mânâlarını da içine alır. İlgi duymama ve uzaklaşma inceliklerinden dolayı zühdün, zâhirî ve bâtınî olmak üzere iki çeşidinden/aşamasından söz edilir. Zâhirî züht, kitaplardan edinilen üstünkörü bilgi ile dünyaya değer vermemek, günahlardan kaçınmak ve şöhretten uzak durmak anlamındadır. Zühdün ikinci ve daha yüksek aşaması olan bâtinî uzaklaşma ise, görünüşte terk edilen şeylere duyulabilecek arzu ve isteğin de terk edilmesidir. Bu sayede mâsivâdan uzaklaşan kalp, yalnız Allah’a yönelmiş olur. Mutasavvıflara göre, kuru ekmek yemek ve abâ giymek gerçek züht değildir.2 Mahv olalı gubâr-ı mâsivâ dilden Andan zuhûr edendir hüsn-i yârımız (Mâsivâ tozu gönül aynasından yok edileli, gönülden zuhûr eden sevgilinin güzelliğidir.) Kalbin mâsivâ kirlerinden arındırılması ve Allah (c.c.)’ın zikriyle doldurulması onun önem verdiği hususlardan bir diğeridir. Mânevî hâllere ulaşmak ve seyr ü sülûkun her aşamasındaki makamları geçebilmek için mücâhedeyi terketmemek gerekir. Çünkü kötülüklerin kaynağı olan nefis ve onu tahrik eden şeytan teyakkuz hâlindedir. Dolayısıyla nefsin taarruzlarına karşı sürekli uyanık olmak ve mücâhede etmek gerekmektedir.3 Hâris el-Muhâsibî şöyle buyurmuştur: “İhlâsın alâmeti kulun Hakk’la olan muâmelesinde kalbinden mahlûkâtla olan irtibâtını (mâsivâyı) çıkarması, kalbin ameldeki maksadının (niyetinin), bir olan ve ortağı olmayan Allah için olması ve Allah’ın sevâbını övülme isteği ya da yerilme kaygısı gütmeksizin gözetmesidir. İhlâsa ihlâs denmesi, mânevî afetlerden arınmaktan dolayıdır. Meselâ: “Falan kişi filanı ihlasla sevdi.” demek; sevgisine riyâ, kendini beğenme, övülme isteği gibi herhangi bir şey karıştırmaksızın hâlisâne sevdi demektir.4 Varlıktan geçip nefsini terk eden sûfî artık gerçek sevgilinin makamına, fenâ yurduna ermelidir. Vuslat sözlüklerde kavuşma, ulaşma, erişme demektir. Tasavvufta gâib olan Hakk’a kavuşma anlamında kullanılır. Mânevî bir hâl olan vuslat, rûhen Hak’la bir olmayı ve kendinden geçmeyi de ifade eder. Vuslat artık hakîkî sevgiliye kavuşma anıdır. Bu ise ancak Allah’tan gayrı her şey anlamına gelen mâsivâdan geçmekle olur. ‘Ağyar’ ifadesi mâsivâyı temsil etmektedir. Yani gerçek sevgilinin gayrısında olan her şeydir. Dünyaya ait bütün güzellikler ve nefsin bütün istekleri ağyârdan sayılır. Âşıklar, ağyârı aradan çıkarıp gönüllerini Hakk’ın aşkıyla doldurdukları zaman vuslata erebilirler. Söz mâsivâdır Hepsi hevâdır Bezme safâdır Sun şey’en li’llâh (Allah’tan başka şeyleri anlatan sözlerin hepsi boştur, meclise safa olan bâdeyi Allah rızası için sun.) Ebû Saîd el-Harrâzî şöyle demiştir: “Tevhîdin ilk alâmeti, kulun her şeyden geçerek bütün eşyâyı gerçek sahibine bırakmasıdır. Böylece eşyâya bakarak gerçek sahibine sığınılmış olur. Çünkü bununla hak sahibine işaret edilir. Hatta eşyânın kıvamının kendi zatından değil Allah’tan olduğu görülür. (Kalbinden eşyâ zikrinin ve mâsivâ fikrinin yok olması, onun yalnız Allah ile olmasıdır).” Cüneyd’e muhabbetin hakîkattinden suâl ettiklerinde o şöyle demiştir: “Allah’ın dışındakilere (mâsivâya) karşı tercihin doğruluğudur.”5 Hâris el-Muhâsibî’ye, “Hayâyı çirkinleştirip zayıflatan şey nedir?” diye sorulunca o cevap olarak şöyle dedi: “Ruhların arzu ve isteklere yönlendirilmesidir.” Nitekim Hakîm de bu konuda şöyle demiştir: “O’nu murâd edenler, O’nun onların ruhlarını O’nun dışındaki şeylere (mâsivâya) yönlendirir bir hâl üzere görmesinden hayâ ederler.” Bunun üzerine ona, “Peki şüpheli işler nelerdir?” diye sorulunca o şöyle cevap verdi: “Hırs çokluğu, himmet ve gayret kaybı, ruhsatla amel ederek yokluğu zarar vermeyecek şeyleri edinmek, tûl-i emel, fakirlik korkusu ve şükrün zâyî edilmesidir.”6 Mahv olunca dilden gubâr-ı mâsivâ Anda zuhûr eder her demde hüsn-i yârımız (Gönül aynasından varlık tozu kalkınca, onda her nefeste sevdiğimizin güzelliği görünür.) Nakş-ı hâl-i yâr ile âlûde tab‘-ı pâkimiz Yıkanıp küll-i nukûş-ı mâsivâdan geçmişiz(Temiz yaratılışımız, sevgilinin beninin nakşı ile içiçedir. Biz bu nakşın dışında varlık âleminin bütün izlerinden yıkanıp arınmışız.) Bazıları şöyle der: “Mârifeti elde etmedeki gaye hayret etmektir, bu dereceye ulaştığında sebepler ondan kesilir, şüpheler ondan zâil olur. Mevlâ’sına olan fakrının/muhtaçlığının, (mâsivâya değil) Mevlâ’sına yönelmesi tahakkuk etmiştir. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri’nden iki hatıra ile yazımızı taçlandıralım. Hulûsi Efendi (k.s.) bir sohbette buyurur ki: “Oğul, Cenâb-ı Allah ile kullarının arasında irtibat devamlı vardır. Fakat araya mâsivâ girdiği zaman bu irtibat kesilir. İşte kul ne işlerse o zaman işler. Oğul, güneş tutulmasını bilirsiniz. Güneşle dünyanın arasına ay girdiği zaman, güneş tutulması meydana gelir. O zaman dünya karanlıkta kalır. İşte Cenâb-ı Allah ile kul arasına da mâsivâ girdiği zaman, güneş tutulması gibi olur. İrtibat kesilir, işte kul ne işlerse o zaman işler. Oğul, bir de elektriğe elini vurursan insanı kavurur. O iki telin arasına bir sigara kâğıdı koysan, cereyan geçmez, irtibat kesilir. İşte mâsivâ da böyledir.” Hulûsi Efendi (k.s.) Maraş’ı teşriflerinin birinde yakın bir dostunun evini teşrif etmiş ve “İhvanlara da haber verseniz iyi olur.” demişti. Sonrasını bir ihvanı şöyle nakleder: “İhvanlar olarak bir grup arkadaşla eve gittik kapıdan içeri girerken orada bulunanlar yatsı namazı için abdest alıyorlar, tamamının abdesti yokmuş. İhvanlar kapıdan girince; abdest alın, namaz kılacağız dediler, doğru içeri yöneldik. Osman Hulûsi Efendi’nin yerinden yukarı kalkarak yüksek bir sesle ‘Onlar hazır kıta olurlar, vardıkları yere abdestsiz varmazlar.’ diye buyurdular. Oradakiler hep birbirlerine bakıştılar. Girdik, Osman Hulûsi Efendi’nin elini öptük, yatsı namazına kalktık, namazı kıldık. Maraş eşrafından birisi, ‘Efendim bir sohbet etseniz.’ dedi Osman Hulûsi Efendi de etrafına baktı, ‘Hakk’ın tecellî ettiği yerden mâsivâ kalkar.’ buyurdular. ‘Gönlünden mâsivâyı temizleyip bir an Allah ile olmak iki cihandan ağır gelir.’ diye buyurdular. ‘Gönlünüzü yoklayın mâsivâ var mı?’ buyurur.” Dipnot
Musa TEKTAŞ
YazarDinimiz İslâm; insanın yaratılışında fıtrî olarak var olan hayâ duygusunu, Cenâb-ı Allah’ın istemiş olduğu doğrultuda mü’min şahsiyetiyle bütünleşmiş bir karakter olarak görmek ister. İnanan insan bu ...
Yazar: Musa TEKTAŞ
“Büyük o kimsedir ki, değil bir insanın, bir kuşcağızın zararına bile sebebiyet vermez. Öyle bir bulut gölgesi gibi yürür ki, bir karıncanın bile gönlünü incitmez.” Es-Seyyid Osman ...
Yazar: Vedat Ali TOK
Sohbet; arkadaşlık edip ünsiyet kurmaktır. Bedenle ya da gönülle uzun süre beraberlik hâlinin tesis edildiği, dinî veya dünyevî konuların konuşulduğu toplantıya da sohbet denir. Ancak tasa...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Hz. RasûlulIah (s.a.v.)’in vârisleri olan mânâ sultanları, yani mürşid-i kâmiller gönüller tabibidir. Gönüllere şifâ sunan doktorlardır. Onlardan ilim, hikmet ve edeb öğrenmek isteyen her ihvân ...
Yazar: Musa TEKTAŞ