GERÇEK ARKADAŞ OLMAK / HAKİKİ YOL ARKADAŞI OLABİLMEK
Hodgam u rüsvâyım gönül arkadaşlık eyler misin
Zâr u bî-pervâyım gönül arkadaşlık eyler misin[i]…
Es- Seyyid Osman Hulûsi Efendi bu gazelini şu olay üzerine yazmıştır: Kendi lisan-ı kibarıyla olayı anlatalım: “Bir gün arkadaşların Nuri’nin evinde sohbette olduğunu duyduk. Ahmet Nuri Ağabey’imle Nuri’nin evine gittik. Bize kapıyı açmayıp evde kimsenin olmadığını söylediler. Çok müteessir olduk. Ağabeyime yanında kalemi olup olmadığını sordum. Kalemini bana uzattı. Nuri’nin ev duvarına şu notu düştük: “Nuri! Yiğit kırk yaşar, fırsat bir düşer. Bir daha bizi bu kapıda bulamazsın.” Oradan döndük geliyorduk. Önümüze bir arkadaş çıktı. İçeride imiş. Bize kapıyı açtırmadıklarını görmüş, üzülmüş. “Osman Hulûsi Efendi bize buyurun, oturalım.” dedi. Hayır, gideceğiz deyince elimize kapandı, kurbanın olayım ne olur bize buyurun, diye ısrar edince, onun evine gittik. Orada muhabbetle oturduk. Gözyaşlarıyla bu gazeli kaleme aldık:
- Beyit:
Hodgam u rüsvâyım gönül arkadaşlık eyler misin
Zâr u bî-pervâyım gönül arkadaşlık eyler misin?
(Pervasızca, hiçbir şeyi dikkate almadan ve hiç durmadan ağlamaktayım, inlemekteyim. Arkadaşlık eyler misin? )
Arkadaşlık eyler misin? Sorusunun maksadı; direkt olarak soruya cevap almaktan ziyade; bir duyguyu, düşünceyi kabul ettirmeye yöneliktir. Bu cümle tüm beyitlerin sonunda da yer almaktadır. Burada “arkadaş nasıl olur” sorusu sorulmaktadır. Hulûsi Efendi Hazretleri yol arkadaşının taşıması gerektiği özellikleri anlatmış, sıralamıştır. Hazret, Konya da bir sohbette şöyle buyurmuştur: “Oğul yolda giderken arkadaşının ayağı tökezleyip düşse veya ayağı kırılsa onu yolun kenarına itmek mi gerekir? Yoksa ona yardım edip menzile götürmek mi icap eder? Bunun ayağı kırıldı, düştü diye yolun kenarına itmek olmaz. Koluna girip gideceğin yere kadar götürmek gerekir. Onu yolda bırakmak olmaz, arkadaşlık budur.”
- Beyit:
Hep nâm u şânın kaydını cisim ile cânın kaydını
Koyup cihânın kaydını arkadaşlık eyler misin?
(Bütün ad ve şöhrete olan bağlılığı, beden ile cana olan bağlılığı ve bütün cihana, dünyaya olan bağlılığını bırakıp arkadaşlık eyler misin?)
İnsanlar maddenin varlığından, yokluğundan, miktarından ve sıfatından etkilenir. Madde insana hükmeder ve “çok az bir istisna ile” insanı buyruğu altına alır. Burada insanın aklına şöyle bir soru gelebilir: “İnsanız, yaşamımızı sürdürmek için nesnelere ihtiyacımız vardır. Hiçbir şey kullanmadan nasıl yaşarız?” Tabii ki kullanacağız. Yok, olmaya mahkûm o nesneleri; kalbimize koymadan, zihnimize yerleştirmeden, onlarla yaşamayı öğrenebilmeliyiz. Şan şöhret, varlık bir statü olmamalı. İnsanlar maddeye hâkim olduklarını zannederler, öte yandan ufacık şeyler için birbirlerini kırarlar. Hâl böyleyken nesne tarafından kullanıldıklarının farkına varmazlar. Bunu bir kıssa ile açıklayalım: Sultan 1. Ahmet, Aziz Mahmut Hüdai Hazretleri’ne bir hediye göndermiş. O da bunu kabul etmeyerek hediyeyi iade etmiş. Bir müddet sonra padişah aynı hediyeyi Abdülmecit Efendi’ye göndermiş ve o da hediyeyi kabul edince 1. Ahmet demiş ki: “Bu hediyeyi Hüdai’ye gönderdiğim hâlde kabul buyurmadılar.” Bunun üzerine Abdülmecit Sivasî: “Hüdai öyle bir ankadır ki bir lâşeye konmaz.” cevabını vermişti. Birkaç gün sonra Hüdai ile karşılaşan padişah : “Abdülmecit Sivasî hediyeyi kabul etti.” deyince Hüdai der ki: “Sivasî öyle bir deryadır ki bir zerre pislik onu kirletmez.”
[ii]
Bu beyitte anlatılmak istenen elin kârda olup olmamasından ziyade gönlün yârde olup olmadığıdır. El kârını gönül kârına karıştırmadan bütün varlıkların değerince hakkı verilmeye çalışılmalıdır. İnsanın elindeki varlık uçup gidince gönüldeki yâre muhabbet azalmamalıdır. Bunun için de fırsatı ganimet bilmeli, elde iken değerlere sahip çıkılmalıdır.
- Beyit:
Taşlar urunup hâk olup, dertler çeküben pâk olup
Her havfden bî-bâk olup arkadaşlık eyler misin?
(Hiçbir şeyden korkmadan, korkusuzca tüm dertlere rıza göstererek, toprak olmaya razı olarak arkadaşlık yapar mısın?)
Beytin başında bulunan taşlar urunmak ve hak olmak kelimeleri hemen aklımıza Bilal-i Habeşî (r.a)’nin çektiği sıkıntıları getirir.
Siyahî bir köle… Ne malı var, ne de canının kıymeti. Çevresindeki insanlara göre sadece bir hiç! Ezildi, yerildi. Güneşin altında ipe gerildi. Göğsüne iri taşlar koyuldu. Toza toprağa bulandı da derisi soyuldu. Tek suçu! Allah’a inanmaktı. Sahipsizdi. Hiç kimsesi yoktu. İnandığı dava uğruna canını vermeye hazırdı. En nihayet bir miktar para ile alınıp özgürlüğüne kavuşturuldu. Çektiği işkencelerden sonra, en kutsal, en şerefli, en yüce şahsiyetin gözbebeği oldu… Çekilen çilelere rağmen teslimiyet... Dert, sıkıntı… Sonra bir köşede sessizce ağlamak… Allah’a sığınmak… Kendini Allah’a daha yakın hissetmek… Anlamak ki: ondan gayrısı ağyar. Anlamak ki; bir tek o yâr. Verdiği sıkıntılardan murat kendini hatırlatmak. Kulunu her şeyden temiz ve aziz kılmak. Mâsivâdan uzaklaştırmak. Bu sebeple günahlarını bağışlamak. Ve teslimiyet. Nefsi susturup, kalbi Allah’a dayamak… En nihayet hiçbir şeyden korkmadan, her şeyden emin olmak…
- Beyit:
Bu yol ki mertler kârıdır, sanma bî-dertler kârıdır
Cân ile dost pazarıdır arkadaşlık eyler misin?
(Bu yol ki ancak nefsini basmış yiğitlerin yoludur. Sanma ki dertsizler işidir. Can ile dost pazarıdır. Arkadaşlık eyler misin?)
“Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar. Öldürürler ve öldürülürler. Onunla yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte bu büyük kurtuluştur.”[iii] Mute Savaşı esnasında Hz. Peygamber (s.a.v.) Mescid-i Nebevî'de ashabı ile oturuyorlardı. Zeyd bin Harise’ nin şehit düştüğünü söyledikten sonra biraz sükût ediyor ve gözlerinden yaşlar akarak Cafer bin Ebi Talip’in de şehit olduğunu haber veriyordu. Diyordu ki:
“Cafer’in kesilen iki koluna karşılık Cenab-ı Allah ona iki kanat verdi. Meleklerle beraber uçtuğunu gördüm.” Bu olaydan sonra Cafer bin Ebi Talip Cafer-i Tayyar olarak tanındı.
Bu yol, Mertler kârı… Mert: Nefsini basan... Peki, nasıl basılır nefis? Az yemekle mi? Ya da az uyumakla mı? Tek kat giyinmekle mi? Candan geçmek,maldan geçmek, rütbeden ve gururdan geçmekle mi? Halid-i Bağdadi Hazretleri buyurmuştur ki : “Seni övenle yereni bir görmezsen derviş olamazsın.” Yürüyemezsin bu yolda. Yola girmekten maksat, yolda düzgün yürümek. Hır gür çıkarmadan, sessizce, sükût üzere yürümek. Feda etmektir varlığını, Feda olmaktır sevdiği için… Gaye hızla yol alıp menzile varmak iken nedir bu varlık davası, şu nefis kavgası?
Sultan Murad, haber yollar Hacı Bayram-ı Veli’ye, “Kaç ihvanınız var ise vergi alınmayacaktır.” Haber edilir dört bir yana. Efendi Hazretleri’nin ihvanı olanlar gelsinler. İhvanlar(!) gelir. Onun müridiyim demekle kazanacakları menfaatlerine bir yenisini eklemek umuduyla. Büyük bir çadırın kurulu olduğunu görürler. Bir müddet sonra Hazret, topluluğa şöyle seslenir: “Bugün bizim kapıya bağlı olanların kurban günüdür. Şimdi canını feda edecekler sırayla çadıra girsin.” Kalabalıktan biri sıyrılır. Çadıra girer. Çadırdan kan akmaya başlar. "Başka var mı?" sorusuyla biri daha girer. Yine kan… Soru tekrarlanır. Fakat nafile. İhvan mı tükendi? Gelen yok. Nedir bu hâl? Mektuba cevap yazılır: “Sadece iki ihvanımız var.”
Dil ile söylemek kolay iş. Hakikate gelince meydanda kimse kalmaz. Hani can feda idi… Hani mal feda idi… Hani muhabbet ehliydi insanlar. İhvanlar, zahiri makamlarından bile geçip hizmet ehli olamazlar; öyleyse söz söyleme hakkına da sahip değillerdir. Öncelikle sevdiğiyle, Piriyle birlikte olup her şeyini;ama her şeyini fedaya hazır olmak gerekir hakiki yol arkadaşlığı yapabilmek için.
- Beyit:
İster ki varın olmaya, nâmus u ârın olmaya
Bir özge kârın olamaya arkadaşlık eyler misin?
(İster ki varın, namusun ve arın olmasın. Başka bir kârın da olmasa bile arkadaşlık eyler misin?)
Hz. Mûsâ Allahu Teâlâ’ya dünyada en çok günahı olan kimseyi görmek istediğini söyler. Allahu Teâlâ bir yer tarif eder. Oradaki adamın en günahkâr olduğunu söyler. Hz. Mûsâ gider. Bir nehir kenarı… Adam oğluyla oturmakta... Ertesi gün Hz. Mûsâ Allah’tan dünyanın en günahsız insanını görmek istediğini arz eder. Allahu Teâlâ yine aynı yeri tarif eder. Orada bir adam var. İşte odur dünyanın en günahsız insanı. Hz. Mûsâ nehir kenarına gider. Bakar ki en günahkâr insan diye tanıdığı adam ve yine yanında oğlu. Hz. Mûsâ çok şaşırır. "En çok günahı olanla günahsız nasıl aynı adam olur?" diye düşünür. Bu arada baba ile çocuğu arasındaki şu diyaloğa şahit olur:
Çocuk: “Baba bu nehirden büyük ne var?” Baba: “Deniz var oğlum.”, “Denizden büyük ne var?”, “Denizden büyük okyanus var.”, “Okyanustan büyük ne var baba?”, “Okyanustan büyük Allah var oğlum.” Çocuk: “Allah’tan büyük ne var baba?” Baba: “Allah’tan büyük babanın günahları var oğlum.”, “Babamın günahlarından büyük ne var?” diye sorunca baba affına vesile olacak şu sözlerle cevap verir: “Allah’ın merhameti var oğlum!”
- Beyit:
Hulûsi can terkin urup, nâm u nişân terkin urup
İki cihân terkin urup arkadaşlık eyler misin?
(Hulûsi! Canını, adını, sanını, şöhretini terk ederek, iki cihanı terk ederek benimle arkadaşlık eder misin?)
Hulûsi can terkin urup
… “Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar. Öldürürler ve öldürülürler. Onunla yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte bu büyük kurtuluştur.”[iv]
Nam u nişan terkin urup
….“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, süs aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir… Dünya hayatı aldatıcı bir geçinmeden başka bir şey değildir.”[v]
İki cihan terkin urup…
“O takva sahipleri ki bollukta ve darlıkta da Allah için harcarlar. Öfkelerini yutarlar ve insanları affederler.”[vi] İşte bu beyit üç ayet-i kerimeye tebşir ederek tüm yaratılmışları hakikate, hakiki manada kul olmaya yönlendirir.
[i] Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz. Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasihat Yay., İstanbul, 2006, s. 223
[ii] Hüseyin Vassaf, Sefine-i Evliya
[iii] 9/Tevbe, 111
[iv] 9/Tevbe, 111
[v] 57/Hadid, 20
[vi] 3/Âl-i İmran, 134