Galiçya Cephesi ve Osmanlı’nın Son Kahramanları
Osmanlı’nın, Birinci Dünya Savaşı’nda müttefiklerine yardım amacıyla asker gönderdiği cephelerden biri de Galiçya idi. Bu cephede Mehmetçiklerimiz Ruslara karşı sayısız kahramanlık destanları yazdılar. Ve daima hatırlanması ve ibret alınması için de bunları tarihe, dolayısıyla bize emânet ettiler. İşte onların ebedî yadigârlarından emsâlsiz birkaç numâne-i imtisâl:
Galiçya Kahramanı Şehit Abdurrahman Komutan
Abdurrahman Komutan, Galiçya Cephesinin kahramanlarındandı. 15. Kolordu, 20. Tümen’e bağlı 61. Alay’da tabur komutanıydı. Kendine özgü terbiyesi, ahlâkı, komutanlarına itaati, vazifesini yerine getirmedeki gayret ve sebâtı ile 15. Kolordu’nun gözbebeği bir subayı ve milletin kıymetli bir evlâdı olduğunu ispatlamıştı.
Cephede görev aldığı bölge oldukça önemli ve tehlikeliydi. Düşmanın, eceline susamış keşif birlikleri, dört gün boyunca cephemize durmadan saldırıyordu. Düşmanın en fazla hücûm ettiği, ağır kayıplar verdirdiği yer ise Abdurrahman Komutan’ın bağlı olduğu birlikti.
Alay Komutanı Yarbay Bahaddin, kabiliyet ve liyâkatine güvenerek dört bölüğün, yani koca bir taburun emir ve komutasını ona emanet etmişti. Abdurrahman Komutan, kendisine teslim edilen emanete kanının son damlasına kadar sahip çıkmıştı. Özellikle 22 Eylül 1916’da gösterdiği cesaret ve fedakârlık Abdurrahman Komutan’ı, Allah katına daha da yaklaştırmıştı. Çünkü girdiği kanlı çarpışmalardan birinde vücuduna isâbet eden bir şarapnel parçası onu şehit etmiş ve ebedî saadet kapısından içeri girmesine vesile olmuştu.
Abdurrahman’ın şehitlik haberi, Alay Komutanı Yarbay Bahaddin’i derinden sarsmıştı. Şehit Abdurrahman’ın cenazesinin mutlaka geri getirilmesini emretmişti. Bulduğu ilk fırsatta da şehidin cenazesini lâyık olduğu mertebeye yükseltmişti. Alaydaki tüm askerlerin katılımıyla cenaze namazını kıldırmış ve alay içerisindeki şehitliğe törenle defnettirmişti. Mezarının başını da ufak çam ağaçlarıyla süsletmişti.
Şehidini sonsuzluğa uğurlayan Yarbay Bahaddin, Abdurrahman Komutan’ın şehâdet haberini, ailesine yazdığı aşağıdaki hüzünlü mektupla şöyle hikâye edecekti:
“Mektubunuza biraz geç cevap verişim belki canınızı sıkmıştır. Veya mektubunuzun gelmemesi sizde bir fikir uyandırmıştır. Fakat değil; bendeniz rahatsız idim. Tedavi için Bohemya’da Tebliç Kasabasına gitmiştim. Mektubunuz özel olması nedeniyle dönüşüme bırakılmış idi. İşte sebep budur.
Bu kusurum, umarım ki anlaşılır ve gecikmesini affedersiniz. Oğlunuz olan Abdurrahman’dan bahsediyor ve soruyorsunuz. Hizmetini, cesaretini, fedakârlığını hiçbir zaman hatırımdan silmek mümkün değildir. O kahramanı, mektubunuzu okuduğum zaman yine hayalimden geçirdim. O ve diğer fedakâr arkadaşlarımı bir daha gözümün önüne getirerek her biri için rûhlarına Fâtiha okudum.
Abdurrahman, ordunun değerli bir subayı, milletin kıymetli bir vücudu, vatanın öz evladı olarak özünde yer almıştı. Abdurrahman’ın şehâdetini işittiğim andaki durumumu yani harp durumu anında gözden geçirmek, insanoğlunun kudretinin dışındadır. Asker olarak şunu söyleyebilirim ki; ona bir taburun emir komutasını tamamen bırakmıştım.
Şehâdet haberini aldıktan sonra çok etkilendim ve şehidin cenazesinin mutlak bir şekilde geriye getirilmesini emrettim. 24 Eylül’de, ancak bulabildiğim bir fırsatta şehidin cenazesini lâyık olduğu mertebede, tüm arkadaşların katılımıyla alay karargâhında yaptırdığım son yurduna naklettirdim. Kendisine özel hürmetimizle son vedâmızı yerine getirdik. Abdurrahman Allah’ına kavuştu. Biz ondan şefâat dileriz.
Kabrini yaptırdım. Ufak çam ağaçları ile süsledim. Ona lâyık bir ebedî mekân hâline koydum. Cenâb-ı Hak, kulluğuna güzel hayırlar ihsan buyursun. Alay karargâhında yaptığım Şehitler Mezarlığı ki, âdeta bir bahçe hâlindedir. Her gün tabur imamları oraya giderek, Kur’ân okumakla vazifelidir. Durum elverdikçe her Cuma günü genel bir ziyâret yaparız. Alay komutanı her birinin yapmış olduğu hizmetleri anlatarak ve rûhlarına Fâtiha okumak sûretiyle vazifesini yerine getirir.
Burada Türklüğün şan ve şerefi pek yüksektir. Türklerin gösterdiği cesaret ve fedakârlık gıpta edilecektir. Cenâb-ı Hak bundan sonra da başarılar ve zaferler ihsan eylesin efendim. Özellikle ellerinizden öper, ebediyete kadar unutulmayacak olan bir şehidin babası olduğunuzdan dolayı sizi tebrik ederim. Cenâb-ı Hak, şehit merhûmun mensup olduğu aile fertlerine uzun ömürler ihsan etsin.
Yarbay Bahaddin”
Süleyman Nazif’in Aktardığı Meçhûl Asker ve Şehit Babası
İşte Ruslara karşı çarpıştığımız Galiçya Cephesinde yaşanmış meçhûl bir kahramanlık öyküsü daha... Ve ardında bir mahzûn babaya bırakılan hasret kokulu, duygu seli ve gözyaşları ile ıslatılmış içli bir mektup demeti... Süleyman Nazif, “Firâk-ı Irak” isimli risâlesinde “Şehidin Babası” başlığı ile hikâye ediyor. Özetleyip kendi üslûbumuza uyarlayarak aktaralım:
Geçici müfettişlik görevleri ve kaymakamlıklar derken Anadolu’nun birçok ilini yirmi sekiz yıl boyunca vazife aşkıyla dolaştı durdu. Bu süre içinde sadece dört defa İstanbul’a gelebilmiş, sadece sekiz ayını doğup büyüdüğü şehirde geçirebilmişti. Taşraya çıktıktan bir yıl sonra bulunduğu ilin defterdarının kızıyla evlendi.
Evliliklerinden iki yıl sonra güzel bir erkek çocukları dünyaya geldi. Fakat genç kadın doğumun onuncu gününde dünyasını değiştirdi. Bu acı, kendisini fena hâlde sarstı. Oğluna şimdi bir de annelik görevi yapacaktı. Babalık vazifesini bir kat daha kuvvetlendiren bu mecbûrî durum, onu çocuğuna diğer babalara nazaran daha çok şefkatle bağlamıştı. Çocuk büyüdükçe bu bağlılık ve duyarlılık daha da arttı.
Emekli olduktan sonra hayattaki tek varlığı olan oğluyla beraber Kınalı Ada’ya yerleşti. Bu sırada oğlu yirmi beş yaşına gelmişti. Artık aydın, zeki ve gayretli bir genç adam olmuştu. Gelecek vaat eden başarılı bir hukukçuydu. O yıl imtihanları iftihârla vermiş ve doktorasını da tamamlamıştı.
Mesleğinde uzmanlaşmış ve kariyerinin doruğuna ulaşmıştı. Derken, Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı’na girdi. Seferberlik ilân edildi. Genç hukukçu da diğer arkadaşlarıyla birlikte silahaltına çağrıldı. Babası bu gelişmeyi Allah’a teslimiyet içerisinde kabullendi.
Hukukçu genç, üç aylık iyi bir eğitimden sonra yedek subay sıfatıyla cepheye gönderildi. İlk görev yeri Irak cephesi idi. Oradan babasına devamlı mektup yazdı, onu hiç mektupsuz ve habersiz bırakmadı. Cepheden yolladığı mektuplarda hep hararetli bir dille din, vatan ve millet aşkından bahsediyordu.
Bir mektubunda sağ göğsünden bir makineli tüfek kurşunuyla yaralandığını ve tedavi için Bağdat’a gönderildiğini bildirmişti. Sonraki bir mektubunda, hava değişimi için bir süreliğine İstanbul’a gönderileceğini haber vermişti.
Bağdat Askerî Hastanesinde elli gün yattıktan sonra üç aylığına hava değişimi için İstanbul’a geldi. Babası, biricik oğlunu tekrar gördüğü için çok sevinmişti. Fakat vücudunun harap düşmüş hâli karşısında bir o kadar da üzülmüştü. Hava değişimi süresi daha dolmamıştı ki bu defa Galiçya Cephesine gönderilmişti. Baba ve oğul hiç yakınma belirtisi göstermeksizin bir kez daha gözyaşlarıyla birbirlerine veda ettiler.
Galiçya’dan, mahzûn babaya ikişer hafta arayla kırkar gün gecikmeli üç mektup geldi. Genç hukukçu, son mektubunda gördüğü garip bir rüyayı ve neye yorması gerektiği hakkındaki kaygılarını şöyle kâğıda dökmüştü: “Bu gece rüyamda dedenizi gördüm. Ne kadar sevimli bir adamdı. Beni yüzümden gözümden öperek durumumu ve sizi sordu. Doğuşunuzdan çok evvel ölmüş, sizi bilmiyormuş. Bana da ‘Ne vakit yanıma geleceksin oğlum?’ dedi. Bu soru keşke olağanüstü bir duruma işaret, bir sevinç belirtisi olsa!”
Babası, yazdığı cevabî mektupta rüyasını hayra yordu, daha doğrusu yormak istedi ve oğlunu teselli etmeye çalıştı. Ancak aradan haftalar, aylar geçti, oğlundan bir haber alamadı. Mektupların da arkası kesildi. Habersiz ve mektupsuz geçen haftalar, kederli babanın kalbindeki endişeleri her geçen dakika daha fazla artırıyordu. Günün birinde bahçe kapısının çıngırağını, postacı çekingen bir biçimde çaldı. Hizmetçiye, sağ köşesi damgalı resmî bir zarf uzattı. Verir vermez de âdeta kaçarcasına oradan uzaklaştı.
Gelen resmî yazı harbiye nazırlığındandı. Oğlunun bir siperi düşmandan alırken bölüğünün başında şehit düştüğü üzüntüyle duyuruluyordu. Babaya, başsağlığı dileği iletildikten sonra oğlunun, kemikleri Galiçya’nın topraklarına karışmış olan atalarının rûhlarını kahramanca şehit düşmesiyle gururlandırdığı ifade edilmişti. Son söz olarak da böyle kahraman bir evlât yetiştirdiği için kendisi, ordu adına tebrik edilmişti.
Galiçya’da Son Perde ve Son Kahramanlar
Süleyman Nazif’in, “Galiçya” başlıklı eserinden, Mehmetçiklerimizin tarihimize armağan ettikleri Galiçya kahramanlıklarından birkaçını daha aktarmayı ve aziz hatıralarını hayırla anmayı sürdürelim:
Bu dört kahraman, bir hücûm sırasında büyük bir Rus siperine dalmışlardı. Birçok düşman askerini süngülemeyi ve esir almayı başardılar. 421 rakımlı tepenin savunmasına 3. Tabur görevlendirilmişti. 11 Eylül’de Ruslar, hiçbir zaman netice alamadıkları saldırılarından birisine daha soyunmuşlardı.
Yedek Subay Abdülhamid Efendi, emrindeki takımıyla bölüğün sağ yanını güçlendirme ihtiyacı duydu. Bu esnada, düşmanın yoğun top atışlarıyla siperlerimizi harap edip ele geçirdiğine üzülerek tanıklık etti. Takımındaki, en çok güvendiği, cesaretlerine inandığı üç yiğit askeri yanına aldı: Mahmud Çavuş, Kamil Onbaşı ve Er Mehmed... Böylece Abdülhamid Efendi dışında kalan üç kahramanımız da sahneye çıkmış oldu.
Dört yiğitlik âbidesi Mehmetçik zerrece korkuya kapılmadan Rus siperlerine atıldılar. Ellerindeki süngülerle karşılarına çıkan düşman askerlerini bir bir devirmeye başladılar. Zaten Rusların en büyük korkularından birisi de Osmanlı askeriyle teke tek kalıp süngü savaşına girmekti. Dört savaşçı süngüyle koca Rus siperini ele geçirmesini bildi. Altmıştan fazla düşman askeri de Mehmetçik’in ölüm saçan süngüsü altında can vermektense teslim olmayı canlarına minnet buldular.
Fakat Abdülhamid Efendi kelle koltukta giriştiği bu kıyasıya çarpışmada kolundan vurulmaktan kurtulamamıştı. Vatanına ve vazifesine o kadar delicesine âşıktı ki yarasını önemsemiyor ve geri aldığı siperi canı pahasına koruyup düşmana kaptırmak istemiyordu. Silah arkadaşlarına söylediği şu sözle, kahramanlığını tarih huzurunda onaylattı ve adını ebedî kıldı; “Sağ elim sağlamdır. Silahımı yere dayar, yine düşmana ateş ederim!”
Yedek Subay Abdülhamid, dediğini yaptı ve mertçe vuruşmaya devam etti. Kolundaki yarayı âdeta unutmuşçasına tekrar tekrar düşman üstüne atıldı. Alayına şanlı bir zafer kazandırıncaya kadar üç arkadaşıyla birlikte yılmadan azimle çarpıştı. Vazifesini tamamladığına kanaat getirince de nihayet hastaneye gitmeyi kabul etti.
Maalesef Kamil Onbaşı ve Er Mehmed, başka bir saldırıda, yüzlerce Rus askeri tarafından korunan bir düşman siperine yine korkusuzca atladıkları sırada son büyük arzularına eriştiler. Şahâdet şerbetini kana kana içtiler ve dünya cephesinden ebediyet cephesine kanat çırptılar...
***
Sözünü tamamlar tamamlamaz da düşman üzerine atıldı. Arkasındaki takım da gerilmiş bir ok gibi fırladı ve kahraman komutanlarını takip etti. Düşman askerleri, kahraman Mehmetçik’in çelikten iradesi ve parlayan süngüleri karşısında şaşkına döndüler ve geri dönüp kaçmaya başladılar. Fakat Ali Çavuş, onları yakalamayı başardı. Birçoğunu yokluk mezarına yollarken epeyce bir askeri de esir alıp siperine dönmeye muvaffak oldu.
Ne var ki bu kanlı çarpışmalar sırasında aldığı ağır bir süngü yarası sonucunda kahraman Ali Çavuş şehitler kervânına iftiharla katıldı. Herhangi bir mükâfat beklemeksizin gösterdiği kahramanlığın karşılığını, Yüce Allah tarafından şehitlik beratı ile taltif edilerek alan bahtiyarlar zümresine o da dâhil oldu.
***
Süngü şakırtısına karışan “Allah Allah” sesleri düşmanı şaşırtıp sindirdi ve bozguna uğrattı. Elli kişilik kahraman Osmanlı birliği, Rusları temizlemeyi ve siperleri geri almayı başardı. Tam bu esnada, bir düşman şarapneli Er Mehmed’i göğsünden yaraladı. Güçsüz düşen kahraman Mehmed, sırtını sipere yasladı ve arkadaşlarına dönerek şöyle seslendi: “Bu siperleri vaktiyle biz yaptık. Hepimiz ölürüz, yine siperimizi düşmana vermeyiz!”
Fakat yiğit Mehmed’in yarası çok ağırdı. Öyle olmasına rağmen düşmanın aralıksız yağdırdığı şarapnellerle alay edercesine mücâdelesine devam etti. Sonunda yarası kendisini teslim aldı ama Ruslar asla alamadı. Kahraman Mehmed’in son sözü şu oldu: “Yaşasın 10. Bölük!” Canını fedâ ettiği sipere düşman bir daha ayak basamadı, Şehit Mehmed’in kanını ve hatırasını çiğneyemedi!
Galiçya Kahramanlarına İthafen
Anadolu’da hiçbir Müslüman aile gösterilemez ki bir veya daha fazla evlâdını Ruslara karşı yapılan savaşlarda şehit vermemiş olsun. Vatanımızda tütmeyen nice ocağın her biri diğerine bir Rus savaşında bestelenmiş suskun bir iniltiyi durmadan tekrar eder durur.
Bu yurdun dört bir tarafında nice ocak vardır ki viran olmuş ıssız duvarları, bir yakını Rus kurşunuyla şehit düşmüş nice Müslüman’ın oğluna, torununa, eşine, kardeşine ve babasına hasretle ulaştırmaya çalıştığı sesini soluğunu yıllarca dinlemiş, yasını tutmamış bulunmasın!
Nice Galiçya Kahramanı, şimdi cenk arkadaşlarıyla kol kola girmiş bir hâlde kendilerine ayrılan mekânda şehitlik hatıralarını tekrar tekrar yâd ediyor ve birbirlerini kutluyorlar. Dini, vatanı ve milleti için varlıklarını adayan, Galiçya’nın karlı dağlarına kendilerini emânet edip sıradağlar gibi dizilen bu asil şehitlerimizin hatıraları, tarihimizin ve millî hafızamızın en müstesna köşesinde sonsuz bir saygı, sevgi ve özenle korunmaya, rahmet ve şükranla yaşatılmaya devam ediyor.
Kaynakça:
Süleyman Nazif, Malta Geceleri, Fırâk-ı Irak ve Galiçya, Hazırlayan: İhsan Erzi, Tercüman 1001 Temel Eser İstanbul, 1979.
Kahramanlık Destanları, Genel Kurmay Yayınları, İstanbul Askeri Matbaası, 2. Baskı, İstanbul, 1938.
Asker Kahramanlar, Hazırlayan: Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1988.
Cepheden Mektuplar, Hazırlayanlar: Hülya Yarar, Mustafa Delialioğlu, Milli Savunma Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1999.
Recep Şükrü Apuhan, Sina’dan Galiçya’ya Mehmetçik, Timaş Yayınları, İstanbul, 1997.
İsmail ÇOLAK
Yazar1. Her kulun gönlünde bin gencîne-i yektâsı varTaht için sultâna âbâde olan inşâsı var2. Çünki mîrâs-ı İlâhî âdemin kalbindedirKadrini takdîr edene mesned-i a‘lâsı var3. Kimi Allah sevgisi dolmuş derû...
Yazar: Es-Seyyid Osman Hulusi Ateş Efendi
Üst üste 15 defa dünya şampiyonu olmuş Türk güreşçisidir. Türk güreş tarihinin en iri ve heybetli güreşçisi olarak kabul edilmiştir. Osmanlı Devleti zamanında yaşamıştır. Asıl ismi, Ali Nurullah ...
Yazar: İsmail ÇOLAK
On beşinci yüzyılın sonları ile on altıncı asrın başlarında yaşamış olan Sünbül Sinan Efendi’nin tam adı Şeyh Yûsuf b. Ali b. Kaya Bey’dir. Kendisine Şeyh Sinâneddin Yûsuf da denilmektedir. Amasya’nın...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Siyonistlerin, Osmanlı’yı inkıraza uğratma ve Filistin’de Siyon devletini inşâ etme projesinin hayata geçmesi açısından patlak veren Birinci Dünya Harbi, en elverişli ortam ve altın bir fırsat mesabes...
Yazar: İsmail ÇOLAK