FİR’AVUN’A RAĞMEN ALLAH’A İNANAN KADIN: HZ. ÂSİYE
Fir’avunların sarayında mü’min olmak zorlu bir iştir; zorlu ortamlarda imanın bedeli ağırdır, mükâfatı da fazladır. Ancak inanmak, en zor şartlarda ve zorlu ortamlarda bile yapılamaz şey değildir. İnsan, akl-ı selîmini kullanarak en zorlu şartlarda bile mü’min olabilir, inancı üzere kalabilir. Zira inanmak, inkâr etmekten çok daha kolaydır. Çünkü inanmak insanın fıtratına, selîm aklına daha uygundur. İnkâr etmenin hiçbir mantığı yoktur. Bu konuda en güzel örnek, Fir’avun’un sarayında ve onun nikâhı altında yaşayan Hz. Âsiye’dir. Hz. Âsiye, “Ne yapayım şartlar müsait değildi, çevrem kötü idi, tepemde Fir’avun baskısı vardı, bu yüzden doğru yolu bulamadım, iyilerden olamadım.” diye mazeret üretenlerin bütün bahanelerini ortadan kaldıran bir örnektir. Hem de çarpıcı ve kalıcı bir örnektir. “Allah, inananlara Fir’avun'un karısını çarpıcı bir örnek verir: O, ‘Rabb’im! Katından bana cennette bir ev yap; beni Fir’avun'dan ve onun işlediklerinden kurtar, beni zâlim milletten kurtar’ demişti.”[i] “Sizin en yüce ilâhınız benim.”[ii], “Ey ileri gelenler! Sizin benden başka bir tanrınız olduğunu bilmiyorum.”[iii] diyen Fir’avun güçlü idi, ama Yüce Allah ondan çok daha güçlüydü. Fir’avun efendi idi, ama Yüce Allah, efendilerin de efendisiydi. Yüce Yaratıcı’nın gücü ve efendiliği karşısında Fir’avun’un güç ve efendiliğinden söz edilemezdi. Çünkü Yüce Yaratıcı erişilmez gücün, sonsuz kudretin sahibiydi. Fir’avun ise sınırlı, sonlu bir gücün sahibiydi. Fir’avun, gördüğü rüya ile uyarılmış, fakat ders almasını bilememişti. Rüyası, yeni doğan bir çocuğun tahtını elinden alacağı şeklinde yorumlanmış, o da doğan erkek çocukların katledilmesini emretmişti. O, bu zâlimce emrine rağmen, kendi ocağında ve kucağında Mûsâ’nın yetişmesine engel olamamıştı. Küçük yaştan itibaren Mûsâ’yı tanıdığı hâlde, ona dokunduğu hâlde, peygamber olarak görevlendirildiğinde onun rehberliğinden faydalanamamıştı. Daha sonra onun elinde gerçekleşen onca mûcizeye rağmen iman etmeye yanaşmamıştı. Zira kibirle beslenen fir’avun nefsi, onu hidâyetten alıkoymuştu. Tahrîm Sûresi’nin baş tarafında Yüce Rabb’imiz, peygamberimizin sırrını paylaşan ve bu yüzden nübüvvet ailesinde huzursuzluk çıkaran annelerimizi uyarmış, sûrenin son âyetlerinde de Hz. Nuh ve Hz. Lût Peygamber’in inanmayan hanımlarını ve Fir’avun’un iman eden hanımını örnek vermişti. Bununla peygamber eşlerine, onların şahsında bütün ümmete şu mesaj verilmiştir: Yakınlarınızın sâlihler olması sizi yanıltmasın, siz iyi olmazsanız yakınlarınızın iyiler olması size bir fayda sağlamayacaktır. Bakın peygamberin eşi oldukları hâlde cehennemlik oldu bu iki peygamberin hanımları. Öte yandan kocası Fir’avun olduğu hâlde, karısı iman etmekle kurtulmasını bildi. O hâlde siz öncelikle kendinize bakın, iyileri kendinize örnek alın. Siz istikâmette olursanız sapkınlar size zarar veremeyecektir. Hiç kimse de bir başkasının günahını taşımayacaktır. Her nefis kendi yaptığına bağlıdır. Herkes için de kendi yaptığı vardır. Çevre ve dış etkenler insanın dış dünyasına etki edebilirler, ancak onun gönlüne hükümrân olamazlar. Sizler iman ederek ve imanınızın gereği sâlih ameller işleyerek kendinizi cennete hazırlamaya bakın. Öyle olanlara Rabb’in ikramları hem sınırsız hem pek yakındır. Kadın-Erkek Herkes İçin Öncü Bir Kadın “Kadınlardan kâmil olanlar, Fir’avun’un hanımı Âsiye ve Meryem bint İmrân’dır. Âişe’nin diğer kadınlara üstünlüğü ise tirit yemeğinin diğer yemeklere üstünlüğü gibidir.”[iv] Âsiye Kadın, soyu Hz. Yusuf Dönemi Fir’avunlarına dayanan bir hanımdı. Fir’avun’un hanımlarından biriydi ve çocuğu olmamıştı. Her şeyinde sayısız hikmet olan Yüce Yaratıcı, ona Fir’avun’dan bir çocuk vermemişti, ama onun, ilerde peygamber olacak bir çocuğa hâmîlik yapmasını takdir etmişti. O, annesi tarafından Nil Nehri’nin sularına sandık içerisinde bırakılmış olan çocuğu fark etmiş, Fir’avun’un yasaklamalarına rağmen onu saraya alıp bakımını üstlenmişti. Fir’avun, ilerde saltanatına son vereceğinden korktuğu için doğan çocukların katledilmesini emretmişti. Bu sandık içerisindeki çocuk ilerde peygamber olacak Hz. Mûsâ’dan başkası değildi. Fir’avunların planı varsa Yüce Allah’ın, bütün planları geçersiz kılan daha güçlü bir planı vardı. O’nun planlarının karşısında hiç kimse duramazdı. Yüce Allah’ın olmasını dilediği bir şeyi, Fir’avunların planı durduramazdı. Fir’avun bebeklerin öldürülmesini istiyordu, Yüce Allah ise Mûsâ bebeğin yaşamasını, hem de çocuklar için can güvenliğinin olmadığı bir ortamda güvenli bir yerde büyümesini istiyordu. Allah isterse olmazlar olur, bebekleri katletme talimatı veren Fir’avunlar da Mûsâ bebeğe hâmî olurdu. Öyle de oldu. Âsiye’nin Nil’in sularından alıp kurtardığı bebek, Fir’avun sarayında büyümeye başladı. Suda bulunan çocuğa, Fir’avun isim koyacak, onu bağrına basacak, okşayıp sevecek, bütün ihtiyaçlarını karşılayacak ve büyütecekti. Zira ilâhî irade öyle dilemişti. “Fir’avun, hükümrân olup memleketin başına geçti ve halkını fırkalara ayırdı. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak onların oğullarını boğazlıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu; çünkü o, bozguncunun biriydi. Biz ise, memlekette güçsüz sayılanlara iyilikte bulunmak, onları önderler kılmak, onları vâris yapmak, memlekete yerleştirmek; Fir’avun, Hâman ve her ikisinin askerlerine, çekinmekte oldukları şeyleri göstermek istiyorduk.”[v] Kurtarıcısını Kurtaran Kadın Hz. Âsiye, Hz. Mûsâ’yı hem suda boğulmaktan hem de Fir’avun’un katlinden kurtaran, onu besleyip büyüten kadındı. O, bir canı ölümden kurtarmakla bütün insanlığı kurtarma sevabına nail olmuştu. O, Hz. Mûsâ’yı en başta kurtardığı gibi, ilerleyen zamanlarda da kurtarmıştı. Rivâyete göre bir gün Fir’avun’un kucağındaki Mûsâ, onun sakallarını yolmak istemiş, öfkelenen Fir’avun onu yine öldürmek istemişti. Hz. Âsiye, bu bir çocuk, seni alt etmeyi ne bilsin, istersen getir önüne parlak incileri ve kor ateşi koy, bakalım hangisini seçecek, diye akıl vermiş. Mûsâ bebek ateşi avuçlayınca da gördün mü bu bir bebek, senin tahtına göz dikmeyi ne bilsin, diyerek onu kurtarmıştı. O, öngörüsü ile kendisi ve insanlık için kurtarıcı olacak, göz aydınlığı olacak bir çocuğu bağrına basmış, onu kendi çocuğu gibi besleyip büyütmüş, zamanı gelince de onun davetine icâbet ederek mü’minlerden olmuş, Fir’avun’un eziyetlerine sabır ve metânetle katlanmış, en sonunda da imanı uğruna canından geçmekten kaçınmamıştır. “Fir’avun'un karısı: ‘Benim de senin de gözün aydın olsun! Onu öldürmeyiniz, belki bize faydalı olur yahut onu oğul ediniriz.’ dedi. Aslında işin farkında değillerdi.”[vi] Aslında saraya devlet kuşu konmuştu. Nimet ayaklarına kadar gelmişti. Hz. Âsiye, elinde büyüyen Hz. Mûsâ’nın tevhid çağrısına, sarayda ilk icâbet edenlerden oldu. Sarayın bütün nimetlerini kaybetme pahasına, kocasının eziyetlerine maruz kalma pahasına o bir başına, kadın başına imanı seçti, âhiret yurdu cenneti seçti. Kocasına da bu davete uymasını söyledi, lakin ona dinletemedi. Fir’avun’a rağmen Âsiye’nin iman etmesi, zor ve riskli olanı seçmekti. Saray ve nimetlerinden vaz geçmekti. Fir’avun’un zulüm ve işkencelerini göze almaktı. Ancak imanın tadını tadan birisi için bunlar göze alınabilecek şeylerdi. Elbette cennet kolay ve ucuz değildi. Hele hele cennet köşklerine tâlip olmak sıradan bir şey değildi. Âsiye, Rabb’in rızâsını Fir’avun’un isteğine, Rabb’in ebedî cennetini de Fir’avun’un geçici sarayına tercih etmişti. Rabb’im demişti, “Katından bana cennette bir ev yap!” Bu, onun Rabb’in katındakini Fir’avun saraylarına tercih edişi idi. Rabb’in katından, Rabb’ine yakın olacak bir cennet köşkü istiyordu. Onun bu basîret, samimiyet ve sabrının sonucu olarak Rabbi, onun bu son arzusunu yerine getirdi ve işkenceler altında can vermeden ona cennetteki makamını gösterdi ve Âsiye gülerek şehâdete gidiyordu. Zira gideceği cennet köşkleri, Fir’avun saraylarından çok daha görkemli ve güzeldi. Son nefesini verirken bir taraftan da, “Rabb’im, beni Fir’avun'dan ve onun işlediklerinden kurtar; beni zâlim milletten kurtar.” diyordu. Fir’avun gibi küfür üzere olmaktan, tekrar küfre sapmaktan ve onun gibi zulüm işlemekten kurtulmayı diliyordu. Âsiye’nin bu içten duâlara, Rabb’inden icâbetler geliyordu. Demek ki insan önce irâdesini kullanacak, doğrudan ve haktan yana tavır alacak; ardından da duâ ederek Rabb’ini yardıma çağıracaktır. Böylece kulun tedbiri ile Rabb’in takdîri buluşacak ve hidâyette başarı elde edilecektir. Nitekim bütün güzel insanların yolu ve metodu budur. Sonunda Âsiye kadın inancı uğruna canından geçmesini bildi ve şehitler kervanına katıldı. Fir’avun evine kadar gelen Mûsâ nimetinin kıymetini bilmedi, o da suda boğularak helak olup gitti. Âsiye’yi cennet köşkleri beklerken, Fir’avun’u cehennem ateşleri gözlemektedir. Fir’avun kibir putunu kıramayan kötü nefislere örnek, Âsiye ise tevâzu erdemine bürünen hakîkat yolcularına örnek oldu. Bu örneklik, kıyâmete kadar devam edecekti. Zira bu kutlu kadın şehit, son ilâhî kitabın âyetlerinde anılacak, kıyâmete kadar da bir Kur’ân kahramanı olarak okunacak, saygıyla anılacaktı. Hz. Âsiye, Hz. Meryem ile birlikte anılacaktı. Hz. Meryem, Hz. İsa Peygamber’i bir erkekle beraber olmadan dünyaya getiren anne idi. Hz. Âsiye ise, Hz. Mûsâ’yı Fir’avun’a rağmen kurtaran ve yetiştiren anne idi. Cenneti özleyen ve cennetin de kendisini özlediği kadın Hz. Âsiye’ye selâm olsun! Ve selâm, bütün onu örnek alanlara olsun! [i] 66/Tahrîm, 11. [ii] 79/Nâziat, 24. [iii] 28/Kasas, 38. [iv] Buhârî, Enbiyâ 32, 46; Müslim, Fedâilü’s-Sahabe 30; İbn Mâce, Etıme 14. [v] 28/Kasas, 4-6. [vi] 28/Kasas, 9.
Ali AKPINAR
YazarHayat düsturumuz Kur’ân, mesajı herkes tarafından kolayca anlaşılsın diye hayatın içinden örnekler verir. Onda ilk muhâtaplar başta olmak üzere, herkesin kolayca ulaşabileceği hayvanlar ve bitkiler dü...
Yazar: Ali AKPINAR
Kur’ân-ı Kerim’de nar meyvesi için ‘rummân’ kelimesi kullanılır ve üç âyette geçer. Bunların ikisinde dünya nimetleri içerisinde, birinde ise cennet nimetleri sayılırken nar zikredilir. Âyetler şöyled...
Yazar: Ali AKPINAR
İslâm, Peygamberimiz’in yirmi üç yıllık nübüvvet mücâdelesinin sonunda bütün insanlığa hitâben okuduğu Vedâ Hutbesi’nde söylediği, “Ey insanlar, sözümü iyi belleyin. Burada bulunanlar, burada bulun(a)...
Yazar: Ali AKPINAR
Balarısı anlamına gelen nahl, bir Kur’ân sûresinin adıdır. Nahl, “bağış-hediye” demektir. Bal arısının ürettiği bal, insan için en güzel bağış ve hediye olduğu için ona bu isim verilmiştir. Bu sûrede ...
Yazar: Ali AKPINAR