FAKR, TÜM AŞIKLARIN VE ERMİŞLERİN YOLUDUR
Aşk nasıl bir haldir¸ nasıl bir makamdır¸ dilerseniz bununla başlayalım¸ nedir aşk?
Aşk¸ evrendeki en büyük güç¸ yaratıcı bir ilke...Üzerinde saatlerce konuşsak da kelimelerle aşkı anlatmakta yetersiz kalırız. Kimi sanatçılar¸ bilim adamları ve mütefekkirler¸ aşkı¸ kainatın kuruluşunda arıyor. Çünkü bildiğiniz gibi¸ Allah insanı aşk¸ şefkat ve merhamet kavramları içinde yaratmıştır.
Aşk nasıl bir haldir¸ nasıl bir makamdır¸ dilerseniz bununla başlayalım¸ nedir aşk?
Aşk¸ evrendeki en büyük güç¸ yaratıcı bir ilke...Üzerinde saatlerce konuşsak da kelimelerle aşkı anlatmakta yetersiz kalırız. Kimi sanatçılar¸ bilim adamları ve mütefekkirler¸ aşkı¸ kainatın kuruluşunda arıyor. Çünkü bildiğiniz gibi¸ Allah insanı aşk¸ şefkat ve merhamet kavramları içinde yaratmıştır.
Yani dünyaya biz aşkla mı getirildik?
Evet¸ biz aşktan doğduk ve burada¸ bu dünyada¸ aşkı bulmak¸ onu yaşamak ve iletmek için bulunuyoruz. Bu yönde çabalarımızı yoğunlaştırmamız¸ yaratılışımızın¸ fıtratımızın köklerine dönmemiz gerekiyor. Geriye dönmeli ve geldiğimiz hakikati bulmalıyız. Eğer Allah’ı tanımayı seçersek¸ O’nun izni ve kılavuzluğuyla yaratılışımızın kaynağını bulabiliriz.
Ama Kuran¸ insanın dünyaya indiğini/düştüğünü söyler?
Doğrudur. Başlangıçta insan¸ Yaratıcısıyla birlik içindeyken bu dünyaya düşmüştür. Bedeni maddeden yaratılmıştır. Aslında tüm evren maddeden halkedilmiştir. Fakat her şeye can veren¸ bizim asıl hüviyetimizi oluşturan İlahi bir nefes saklıdır içimizde. Bu¸ ruhtur. Bu dünya hayatında¸ işte bu ruhun yeniden keşfi gerekir. Ancak bu şekilde yüzümüzü sürekli Yaratıcımıza çevirebiliriz¸ O’na sürekli yöneliş halini yaşayabiliriz. Oysa bu gezegende ve modern hayat içinde¸ asıl benliğimizden son derece uzağız. Yani olmamız gerekenden¸ Allah’ın yarattığı fıtratımızdan uzağız. Çok çaba göstermemiz gerekiyor ve manevi yardıma ihtiyacımız var.
Sizi¸ doğup büyüdüğünüz coğrafyanın dışına¸ İstanbul gibi bir kente çeken bu arayış mıydı?
Evet¸ ben¸ bu niyet ve çabalarla geldim. Benim İsviçre’den İstanbul’a gelmemin sebebi¸ yeniden ilahi hakikati¸ aşkı öğrenebilmek¸ aşkı yaşamak ve onu tecrübe edebilmektir. Londra¸ Pariş New York ve Zürih gibi birçok şehirde yaşadım. Ama hiçbirinde varoluşumuzun kökenini bulmama yardım edecek bir vesileye rastlamadım. Ama burada¸ İstanbul’da bu anlamda bana yol gösterecek¸ ölmüş ya da yaşayan pek çok mürşid-i kamil var. Bu yüzden modern insanın yaşadığı manevi karmaşayı açıklayabilecek rehberleri burada bulacağıma inanıyordum. İslam’a göre Yaratıcı ile aramızda yetmiş bin zulmani ve nurani perde var. Bunları kaldırabilmek için yardıma ihtiyacımız var. Ben¸ burada¸ içlerindeki zenginliğe¸ iyiliğe ve olgunluğa ulaşmayı başarmış¸ o perdeleri kaldırarak ruhlarını aydınlatmış¸ içlerindeki saflığın ve muhabbetin ışığını yansıtan insanlarla karşılaştım. Bu yüzden Rabbime şükrediyorum. Pek çok aydınlanmış insan var¸ özellikle İslam dairesinde.
Daha önce bağlısı olduğunuz din ve o dinin azizleri sizi böylesi bir çabaya yöneltemedi mi?
O dinde de¸ samimi inanmış insanlar vardır. Fakat¸ Allah¸ sadece İslam dininde bizi inanılmaz güzelliklerle ve olgunluklarla ödüllendiriyor. Bu yüzden buradayım. Bunun için Allah’a şükrediyorum. İnsanlar bütün varlığa hükmeden bu enerjiyle donatılmıştır. Ama genellikle varoluş hikmetlerini bilemiyorlar¸ varlıklarına anlam veremiyorlar. İnsan nedir? Bu gezegene niçin gelmiştir? Burada nasıl yaşaması gerekir? Nereden gelmiştir¸ nereye gidecektir? Bu soruların cevabının uzağında dolaşıyor modern insan. Bu yüzden yaratılışın harekete geçirici gücü İlahi aşk olduğu halde¸ modern insan gündelik yaşamında bu hakikatin uzaklarına savrulmuş bir halde¸ bu gerçekten habersiz yaşıyor¸ içindeki muhabbetin yönü yanlış hedeflere doğru yöneliyor.
Bunun ne gibi nedenleri olabilir?
İnsanlar genellikle akıl gözüyle bakıyorlar¸ kainatı öyle algılıyorlar. Akıl ise İlahi hakikate karşı yeterli donatılara sahip değildir. Akıl¸ iki dış gözün gördükleriyle ilgilenir ve onların gördüğü alemle sınırlıdır. “Akıl bağdır” der İbn Arabi. Bu yüzden Allah¸ bir ayetinde¸ ‘bunda kalp sahibi olanlar için bir öğüt vardır’ buyurmuştur. Akıl¸ hayatın anlamını tanımakta acz içerisindedir. Dış gözler her şeyi göremez. Onlar yani akıl ve baş gözümüz¸ bize¸ dünyada yürümek¸ oturup kalkarken¸ çalışırken işte yürürken vs kullanabileceğimiz imkanlar verir. Yani dünyevi yaşamımızı sürdürebilmemiz için gerekli organlar ama bu hayatın maddi yönüyle ilgilidir. Oysa hayatın gerçek anlamı¸ kalbimizde gözün açılmasıyla bize kendisini gösterir. Herkesin yaşamak için birçok şeye ihtiyacı var¸ bunu biliyoruz. Yemeye içmeye¸ uyumaya ihtiyacımız var¸ bunlar temel maddi ihtiyaçlarımız. Çalışmaya¸ kazanmaya ihtiyacımız var¸ bu da doğru. Fakat insanın hayatı bunlarla sınırlı olmamalı. Modern toplumda herkes sadece bu dünyanın ihtiyaçlarını karşılamak üzere çalışıyor çabalıyor. Oysa¸ bizi insan kılan¸ diğer canlılardan mükerrem kılan¸ üstün kılan bir boyutumuz var. Asıl çabamızın bu yönde olması gerekir.
Muhabbet¸ aşk ve şefkat¸ bu hayatta¸ yani manevi imkanlarımız bakımından nasıl bir anlam dünyasına sahipler?
Bu hal ve makamların dilinizde birkaç tabiri var: Sevgi¸ muhabbet¸ aşk¸ şefkat...İnsan¸ varlığının gerçek anlamına erdiği zaman¸ tüm çabalarını¸ tüm hayatını bu yöne çevirecektir. Ve İlahi yolda yürümesi gerektiğini anlayacaktır. Çünkü Allah¸ insanları her zaman ve zeminde¸ Kendisine ibadet etmeleri için yaratmıştır. Kainatın bir başka yaratıcı ilkesi¸ ubudiyettir. Gece gündüz¸ her yerde ve her zaman Rabbimize ulaşmak için çalışmamız gerekiyor. Allah¸ ‘Ben¸ gizli bir hazineydim¸ bilinmeyi sevdim¸ kainatı yarattım’ buyurur. Bu hakikatte neler gizlidir? Burada¸ O’na ulaşmamız¸ O’nu bulmamız¸ O’nu sürekli keşfetmemiz gizlidir. Allah¸ gizli bir hazinedir madem¸ bizim tüm çabamız¸ o hazinenin keşfi yönünde olmalıdır. Bu arayışın imkanları ise bizim ruhumuzdadır¸ ruhumuzda gizlidir.
Bu yargıya nasıl varıyorsunuz?
Çünkü Allah¸ Adem’i yaratırken ona Kendi Ruhundan üflemiştir. Yani Rabbimizin nefesi içimizdedir¸ O’nun varlığı içimizde yaşar ve biz de bu hayatta O’nunla aramızdaki engelleri kaldırıp O’na ulaşmak¸ O’nu tanımak ve kullukta bulunmak durumundayız. İnsan¸ sürekli Allah’a ulaşma çabasını sürdürürse¸ Yaratıcısına ulaşma niyetiyle yola çıkarsa¸ bu seyahat esnasında inanılmaz güzelliklerin ve olgunlukların belirdiğine şahit olacaktır. Çünkü Allah’a giden yol¸ O’nun özüne¸ hakikatine¸ O’nun nuruna ulaşan yoldur. Ben¸ bunu¸ hayatımda bizzat deneyimledim. O’nun gerçek dininin nuru sayesinde ebedi bir zenginliğe kavuştuğumu gördüm.
Sanırım bu zenginliği fark etmenizde¸ önceki hayatınızdaki manevi yoksunluğun da etkisi oldu?
Çok doğru bir belirlemede bulundunuz. İsviçre’de¸ Amerika’da veya İngiltere’de yaşadığım için bunu daha derinden algılayabildim. O dünyada¸ manevi olana¸ aşkın olana yer yok. İnsanlar¸ somut ve pratik sorunlar için akıllarını kullanıyorlar. Rasyonalite ise varlığın zarıyla uğraşıyor¸ kabuğuyla¸ dışıyla uğraşıyor. İnsanlar bu dünyada akıllarıyla yaşıyorlar. Her şeyin denetim altında olmasını¸ her şeyi gözlerimizle görebilmeyi¸ güvende¸ rahat ve lüks içinde yaşamayı istiyoruz. Adeta bir kutuya hapsolmuş¸ orada yaşıyoruz. Ama Allah’ın büyüklüğüyle¸ güzelliğiyle¸ sonsuzluğuyla tanıştığınız zaman¸ içine hapsolduğunuz bu kutunun çeperleri parçalanıyor ve birden içgörüleriniz açılıyor¸ gönül gözünüz açılıyor ve
İlahi gerçeği ve güzelliği görüyorsunuz.
İnsan bir başkasına aşık olduğunda da bunu çağrıştıran bir duygusal patlama yaşıyor mu?
Tüm aşklar¸ İlahi aşktan geldiği için yaşıyor diyebiliriz. Karşı cinsten birine aşık olduğumuz zaman denetimimizi kaybediyoruz. Şaşkına dönüyoruz. Bir hayranlığa kapılıyoruz. Bu da sarhoşluk gibi bir hal. Bu duyguyu yaşarken çaresiz kalıyoruz. Hayatta her şeyi denetim altına almaya çalışırken¸ aşık olduğumuz zaman kontrolümüzü yitiriveriyoruz. İlahi Hakikat’in yolunda ilerleyen bir aşık ise¸ Allah’ın sonsuz büyüklüğünü¸ sınırsız kudretini¸ O’nun her şeye kadir olduğunu ve tüm varlığın¸ varoluşun O’na ait olduğunu görüyor ve kendindeki aczi ve fakrı keşfediyor. İnsan¸ Allah’ın yanında bir hiçtir. Hiçliğinin farkına varıyor. Tamamen O’na muhtaç olduğunu hissediyor. Bu da insanı sarhoş eden bir şey.
Sizce hakiki aşka ilişkin bu zengin ve mükemmel iletişimi en güzel hangi arif anlatmıştır?
Bilebildiğim¸ okuyabildiğim kadarıyla İbn Arabi. Nebilerden sonra¸ görebildiğim kadarıyla¸ İlahi bir takdirle bu manada görevlendirilmiş bir mürşid-i kamil¸ bir İlahi hakikat sarhoşu¸ bir gerçek aşık¸ bir mütefekkir¸ bir ummandır İbn Arabi. Onun¸ insanlığın aydınlanmış kılavuzlarından biri olarak seçilmiş olduğunu zannediyorum. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (asm)¸ insanlık için evrensel bir rehber olarak gönderildiğini biliyoruz. Bütün gerçeği¸ bu gezegendeki bütün insanlara yaymak için...İşte O’nun kamil varislerinden olan İbn Arabi de¸ bu bilgileri¸ bu ilahi mesajı¸ son ve mükemmel dinin¸ yani İslam’ın ilettiği gerçekleri insanlara ulaştırmak ve uygulanışını öğretmekle görevlendirilmiştir. Esasında her çağda ve her coğrafyada bu türden büyük kılavuzlar gelir. İbn Arabi’nin yüzlerce kitap yazmış olduğunu biliyoruz. Tüm bu kitaplar¸ ona bir vizyon¸ bir vakıa olarak yazdırılmıştır. Füsusu’l-Hikem’in sunuşunda¸ biliyorsunuz¸ kitabı¸ bir vakıasında¸ Hz. Peygamber’in (asm) kendisine imla ettirdiğini belirtir. İslam’ın tüm mücedditleri¸ tüm arifleri gibi O da temiz yürekliydi¸ kutlu bir insandı.
Kitabınıza “Fakra Övgü” adını verdiniz. Bunu hangi düşünceyle yaptınız¸ nedir fakr?
Fakra övgü¸ tüm yoksunların¸ yoksulların¸ ermişlerin ve velilerin hedefidir. Ben kitabımda¸ bu dünyada bulunuşumuzun nedenlerini¸ insanın manasını araştırdım. Ve yazdıkça bu konu üzerinde çalıştıkça daha iyi gördüm ki¸ Allah’ın en seçkin¸ en güzel yaratığı insandır. Çalışmalarımın sonucu şu düşünceye çıktı: Her şeyin sebebi¸ nihai amacımız fakr ehli olmaktır. Bu yüzden “Fakra Övgü” dedim. Kitabımda yazdığım gibi bir ermiş ya da sufi olabilmek¸ sadece bazı kişilere özgü değil. Herkes olabilir çünkü. Biz¸ bu kavram çevresinde yaratıldık ama bunu yitirdik¸ unuttuk. Her insanın manevi ödevi¸ kemale ulaşmaya çalışmaktır. İnsan¸ hazret-i insandır¸ böyle yaratılmıştır. Hepimiz böyleyiz ama bu hakikati unutuyoruz. Bizim hedefimiz¸ fakrdır¸ hiçliktir. Peygamber Efendimiz (asm)¸ ‘yoksulluk benim övüncümdür’ buyurur. Bu¸ her ermiş için gerekli bir özelliktir. Fakr ile¸ Allah’ın Mutlak Gınasına (zenginliğine) ulaşırız. Bu anlamda fakr en büyük zenginliktir. Bu¸ yoksulluk içinde yaşamak değildir¸ başkalarına muhtaç bir hale gelmek değildir. Burada söz konusu olan¸ maddeci dünyanın ihtiyaçları değil. Ruhun temizlenmesi¸ dünyevi şeylerden arındırılmasıdır¸ dünyanın yüklerinden¸ ağırlıklarından kurtulmaktır. İnsanlar tatmini¸ yeme içmede¸ giyim kuşamda¸ gösterişte¸ zahiri zenginlikte arıyor. Oysa bunlar insanı daha da ağırlaştırıyor.
Bu¸ insanın ruhunda nelere yol açıyor?
Dünyevi ağırlıklar¸ insanın ruhunu örtüyor¸ kalbini kapatıyor. İlahi hakikatin yolunda yürüdüğümüz zaman¸ dünyanın ağırlıklarından kurtuluyoruz. Zevklerimizden¸ hazlarımızdan¸ geçici tatlardan; para¸ ün¸ statü gibi geçici şeylerin ardından sürüklendiğimiz zaman Allah’tan uzaklaşıyoruz. Aksini gerçekleştirdikçe de Allah’ı seven¸ ermişliğe yakın insanlar oluyoruz. Dünyevi şeylerle bağımızı koparıyoruz. Yani kalbimizden yüzü sonsuzluğa dönük olmayan şeyleri çıkarıyoruz. Ve kalbimizi Allah’ın nuruyla dolduruyoruz.
Bu yetkinlik düzeyine ne deniyor literatürde?
“Nefs-i safiye” tabir ediliyor. Yani saflaşmış¸ arınmış nefis. İnsanın manevi tekamülünün aşamaları var ama son nokta artık saflığa ulaşılıyor. Bir ermişin¸ bir velinin ulaştığı son nokta¸ bu saflık düzeyi. Yani insanın kendi kişisel benliğinden eser kalmıyor. İnsan tamamen fıtratını yakalıyor¸ İlahi ahlakla ahlaklanıyor. Böylece temizlenmiş bir gönüle¸ Allah’ın konuk olması söz konusu olabiliyor. İnsan¸ Allah’a aracılık eden kutsal bir kanal haline geliyor. Ve Allah¸ bir kutsi hadiste şöyle buyuruyor: ‘Bir kulumu sevdiğimde¸ onun gören gözü¸ işiten kulağı¸ konuşan dili olurum.’ Bu düzeyde insan bir şey düşündüğü zaman¸ kendisi düşünmüş olmuyor. Bu¸ insanın tekamülünün son aşamasıdır.
Bu durumda gerçek aşıklar neye baksalar Allah’ı görüyorlar değil mi?
Evet¸ gerçek aşka ulaşmış olanlar¸ nereye baksalar O’nu görürler. Yürüdükleri zaman O’na doğru yürürler. Duydukları her şey O’ndan gelir. Çünkü artık İlahi hakikatle bütünleşmişlerdir. Bu yüksek aşamada¸ insan ruhunun saf ışığı¸ Allah’ın nuruyla buluşur. Çünkü insan ruhu¸ ilahi bir aynadır. İnsanlar da bu ruh aynasını parlattıkları zaman¸ Allah’ın ilahi nurunun sırları¸ onların saf ruhunda yansır. Bunu başaranlar¸ Allah’ın yeryüzündeki gerçek halifeleridir. Bunlara insan-ı kamil denir. Bir anlamda mutlak ubudiyyet halinin galebesi altına girerler. Her davranışları ibadet şuuruyla gerçekleşir. Gerçekte her şeyin asıl yaratıcısı¸ muharriki Allah’tır. Kul bir şeye niyetlenir¸ bu niyeti bile kalbine Allah düşürür. Çabası için gerekli gücü Allah bağışlar.
O halde mekan ve zamanın da önemi kalmıyor?
Evet¸ yaşadığımız yerin ve zamanın belirleyici hiçbir değeri yoktur. Çünkü Allah’ın mesajları ebedidir ve Muhammed Peygamber (asm)¸ sadece takipçisi olma nimetine erişmiş olan bizlere değil¸ bu gezegende¸ üzerinde yaşayan bütün insanlara evrensel bildirisini getirmiştir. Böylelikle mesajlarıyla bütün insanlığı aydınlatmıştır. Sorunlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz¸ büyük afetlerle karşılaşıyoruz¸ medya gibi¸ trafik gibi¸ modern yaşamın getirdiği kaosla mücadele ediyoruz. Savaşlarla¸ terörü de unutmayalım. Herkes bu tür zorlukları biliyor¸ çünkü hepimiz bunların içinde yaşıyoruz. Bugün¸ modern dünyada Allah’ın bize gönderdiği gerçek dinin güzelliğine¸ mükemmelliğine ulaşabilmek daha zor. Kendi adıma konuşmam gerekirse ben bu şartlar yüzünden buldum. Yani benim için bu dünyada bugün ve burada gerçeği bulmak daha kolay oldu.
Demek ki Allah’ın iradesi bunu diledi?
O bir şeyi murad edince mutlak manada gerçekleşecek demektir. Hiçbir güç onu engelleyemez. Allah¸ Kadir-i Mutlak’tır. Bize düşen¸ O’na yönelmek¸ sonunda dönüşümüzün O’na olduğu düşüncesinden bir an bile uzaklaşmamak. Allah¸ bizi¸ bu dünyada bir sınavdan geçmemiz için gönderdi. Yani hayatın içinde karşılaştığımız tüm bu sorunlar sınavın birer parçası. Çaba göstermeden¸ deneyimler yaşamadan güçlüklerle karşılaşmadan O’nu bulamayız. Bunlar olmadan O’na nasıl dönebiliriz? Ben bu zorlukların en yoğun karanlığında yaşadığım için¸ O’nun güzelliğini¸ O’nun nurunu daha iyi görebiliyorum. Çünkü bütün bu yaşadıklarımızın sonucunda O’nun Mutlak ve Zorunlu varlığını hissedebiliyoruz. Her gün ekranlarda tanık olduğumuz felaketlerin ve musibetlerin içinde bir şey hissetmeksizin yaşamak mümkün mü?
Ama sadece acılardan oluşmuyor hayat?
Yine de ağlayan bir insanın çehresinde de Allah’ı görürsünüz. Onların yakarışları¸ çaresizliği Allah’ı hatırlatır¸ O’ndan başka bir çıkar yolumuz olmadığını anlarız. Bu¸ fakr hakikatinin içerdiği bir şeydir. Bir de tabi gafletten uyanmamız için Allah musibet verir. Günah genelleşmişse musibet de genel olur. Biz tüm bu acıları hak ediyoruz. Yoksa Allah mutlak rahmetiyle bunları bize niçin versin? Biz belayı çağırıyoruz. Ben kendi payıma¸ dünyada acıların çoğaldığını gördükçe daha çok uyandığımı hissediyorum. Ve bu acıların bizim için birer uyarıcı olduğunu düşünüyorum. Kitabımda da bunu yazdım¸ felaketler birer ceza değil. Allah’tan gelen hiçbir şey ceza değil. Çünkü O¸ sonsuz bir merhametin sahibidir. Kuran’daki kıssalardan biliyoruz ki¸ O’nun bize verdiği cezalar¸ sonuçları itibariyle birer armağandır. O’nun dilini¸ O’nun mesajlarını anladığımızda¸ bunları doğru yorumladığımızda göreceğiz ki her şey daha güzel olacak.
Belki de onlar saflığın birer belirtisi¸ ne dersiniz?
Bize gönderilen her uyarı¸ yolumuzu doğrultmamız için bir armağandır neticede. Bizi yoktan var etti. Dünyada nimetlerle donattı. Önümüze bir cennet vaadi bıraktı. Biz O’ndan geldik madem¸ dönüşümüz de O’nadır. O halde bizim için O’nun cemalinden daha büyük bir amaç olamaz. Hakikat-ı Muhammediyye¸ bizi O’na ileten yola açılan kapıdır. Çünkü alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. O halde Muhammed Peygamber (asm)¸ güzelliğe açılan kapıdır. Sonsuzluğun kapısıdır. Kurtuluşumuz¸ O’nun getirdiği öğretidedir. O’na her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Peygamberimizin hayatını okuduğumuzda görürüz ki¸ dört halife¸ ailelerini¸ varlıklarını¸ çocuklarını ve kendilerini Peygambere hizmet etmek için feda etmişlerdir. Mevlana ve Şems için de aynı şey söz konusudur. Bu muhabbet o denli büyüktür ki¸ bizim için ötesini konuşmak imkansızdır.
Sözün bittiği yere geldik sanırım¸ ama sükut da bir dildir biliyorsunuz. Bu sohbet için teşekkür ediyorum.
Ben de teşekkür ederim.
Sadık YALSIZUÇANLAR
YazarDaha çok küçükken rahmetli dedem beni sık sık sevindirirdi. Yattığım odadan salona kadar geçeceğim yola aralıklarla bir bir bozuk ve kâğıt para koyardı. Sonra da seslenerek beni çağırırdı. "Tarık, ge...
Yazar: Erdal KARASU
Her ilim dalı ‘hoca-talebe’ münasebetinin zorunlu olduğu süreçlere şahitlik eder. Örneğin bir ustanın dizinin dibine oturmadan usta bir marangoz olunmayacağı gibi bir kimsenin alanında uzman bir hocan...
Yazar: Fatih ÇINAR
Tonton tavşan yavrularını gezdiriyordu. Onlara ormanı tanıtmaya çalışıyordu. - Yavrularım, ağaçlara, yapraklara, otlara bakın ne güzel. Kelebekler uçuşuyor dört yanda. Pamuk: - Evet. Kır çiçe...
Yazar: Emine Yılmaz DERECİ
Yavuz Sultan Selim’in kısa süren saltanatından sonra Osmanlı Devleti’nin başına geçen oğlu Kanûnî Sultan Süleyman da babası ve dedeleri gibi tasavvufa meyilli bir padişahtı. Hatta o tasavvufa meyli ba...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE