Eşrefoğlu Rûmî’nin Tasavvuf Anlayışı
Tam adı Abdullâh-ı Rûmî b. Eşref b. Muhammed el-Mısrî’dir. 779/1377 yılında doğduğu rivâyet edilmektedir.[1] Ataları Mısır’dan Anadolu’da İznik’e göç etmiş ve Eşref-zâde burada dünyaya gelmiştir. Eşref-zâde hakkında en önemli kaynak olan Menâkıb-ı Eşref-zâde’de onun seyyid olduğu belirtilerek şöhretten kaçınması sebebiyle gizlediği siyâdet alâmeti olan yeşil destârın vefâtı esnasında tâcının içinden çıktığının herkesin mâlûmu olduğu zikredilir.
Çocukluk ve gençlik yıllarını ailesinin yanında ve onların terbiyesi altında geçiren Eşref-zâde, daha sonra Bursa’ya Çelebi Sultan Medresesi’ne girer ve tahsilini devam ettirir. Bu esnada okuduğu evliyâ menâkıbnâmelerinde geçen bazı ahvâl-i meşâyıh onu sûfiye yoluna cezbeder. Gördüğü bir rüya üzerine de tasavvuf yoluna meyleder.
Önce şehirde meczupluğuyla meşhûr olan Abdal Mehmed’e gider. Ondan tarîkatta nasibi olduğu işaretini alınca Emir Sultan’a mürâcaat eder. Emir Sultan yaşlılığını ileri sürerek intisâbını kabul etmez ve onu Ankara’daki Hacı Bayram-ı Velî’ye gönderir.
Hacı Bayram-ı Velî’nin yanında mücâhede ve hizmet ile geçen yaklaşık on bir yıl sonra dergâha imam olur ve kızı Hayrünnisâ ile evlenmek suretiyle de Hacı Bayram-ı Velî’ye damat olur. Dervişinin belli bir merhaleye geldiğini hisseden Hacı Bayram-ı Velî, ona icâzet verir ve Bayramiyye’nin bir ferdi olarak İznik bölgesine “halîfe” sıfatıyla gönderir.
Bir müddet İznik’te kalan Eşref-zâde tasavvufta kat etmiş olduğu merhale ile bir türlü itmi’nân bulamaz. Şeyh’ine tekrar gelerek durumu anlatır. Bunun üzerine Hacı Bayram-ı Velî ona memleketine dönüp bir erbaîn çıkardıktan sonra, Abdülkadir-i Geylânî’nin Hama’da bulunan dördüncü göbekten torunu ve Kâdiriyye şeyhi Hüseyin el-Hamevî’ye gitmesini tavsiye eder.
Hüseyin el-Hamevî, ailesiyle birlikte kendisine gelen bu aziz konuğunu doğruca erbaîne sokar. Eşref-zâde başarılı ve fevkalâde feyizli bir şekilde erbaîni tamamlar. Hüseyin el-Hamevî, hayran kaldığı Eşref-zâde’ye tarîkat sembollerinden olan alem, çerağ ve seccâde verir. Kâdiriyye’den icâzetli olarak memleketine gönderir ve ona tarîkatı orada yayma yetkisi verir.
İznik’e dönen Eşref-zâde, bir müddet daha (yedi yıl kadar) uzlet hayatı yaşar. Ama sonunda İznik Pınarbaşı’nda bir dergâh inşâ ederek, halkı irşâda başlar. Kurmuş olduğu tarîkat kısa zamanda ve hızla yayılır. Onun daha sonraki hayatına ait bazı hâdiseler, göstermiş olduğu kerâmetler ve müritlerine verdiği nasihatler Menâkıb-ı Eşref-zâde’de uzun uzadıya anlatılır.
Eşref-zâde yüz yaşlarındayken 874/1469 yılında İznik’de vefât etmiş ve dergâhının hazîresine defnedilmiştir. Vefâtı ile ilgili “Eşref-zâde azm-i cinân eyledi” (اشرفزاده عزم جنان ايلدى) cümlesi ile tarih düşürülmüştür. Ondan sonra vasiyeti üzerine dergâhın başına, küçüklüğünden beri yanında yetişmiş ve tasavvuf çevrelerinde ilâhileriyle de tanınmış olan damadı Abdurrahîm-i Tirsî (ö.926/1517)[2] geçmiş ve tarîkat öylece devam etmiştir.
Kâdirîliğin Anadolu’da yayılışını sağlayan Eşrefoğlu Rûmî, eserleri ve şiirleriyle Anadolu tasavvuf çevrelerinde sevilmiş ve tarîkatta “Pîr-i Sânî” diye anılmıştır.
Dîvânındaki 129 şiirden 39’u hece vezniyle yazılmıştır. Şiirleri en çok bestelenen mutasavvıf şairlerimizden biridir. Dîvânı’nın dışındaki eserleri mensurdur. Tarîkat ve tasavvufun anlatıldığı didaktik mâhiyetteki bu eserleri halkın anlayacağı bir dille yazılmış, tasavvufî ahlâkın yayılmasında etkili olmuştur. Müzekki’n-Nüfus’un dışında kalan, Tarîkatnâme, Delâilü’n-Nübüvve, Fütüvvetnâme, İbretnâme, Mâzeretnâme, Elestnâme, Nasîhatnâme, Hayretnâme, Münâcâtnâme, Esrârü’t-Tâlibîn ve Tâcnâme gibi eserleri küçük risâleler şeklindedir.
Eşrefoğlu Rûmî, Dîvânı’nı Yûnus Emre ve Âşık Paşa tesirleri altında kaldığı şiirleriyle tertip etmiş, şiirlerinde vahdet-i vücûd anlayışını benimsemiştir. Şiirlerinde Yûnus Emre’ye benzemek temâyülü açıkça göze çarpmaktadır. Yûnus’ta olduğu gibi serbest devriyeler, aşk ve irfânın gereği hakkında nasihatler, bu dîvânın mevzûunu teşkil etmektedir.[3]
Eşrefoğlu Rûmî’nin tasavvufî açıdan en önemli eseri 852/1448’de yazdığı Müzekki’n-Nüfûs isimli çalışmasıdır. O, eserini yazma sebeplerini şu şekilde açıklamaktadır: “İmdi biz dahi ziyâdeye sülûk etmek gerektir. Zîrâ zemân azdı ve karındaşların dahi hâlleri döndü. Tuğyân ve münâfık çoğaldı ve meşâyıh kalmadı.
Meşâyıha ve meşâyıh sözüne i’tibar kalmadı. Beyler zâlim oldular ve kadılar rüşvet-hâr oldular, ilme uymaz oldular ve ilmi kendi hevâlarına çeker oldular. Ve müderrisler fâsık oldular: Tefsir ve hadis medreselerde okunmaz oldu. Fakihler ve din ilminin bilirkişileri az kaldı.
Vâizler dünyâ için mescitlerde va’z edip, akçe cem ederler. İlimle, beyler ve zâbitler ve a’yân kapısında rağbet bulmayan dânişmendler, şeyhlik tarîkın tutup, müdârâ ile halkın dünyâlıklann ellerinden sühûletle alır oldular. Ve meşâyıhların hâllerine münâsip, meşâyıh ağzından sözlerin ezberleyip, meclislerde söyleyip, kendilerini halka bir ehl-i hâl bildirip, halkı kendilere mürîd ve muhib ederler.
Ve başlarına ‘tâlip’ cem’ edenler, ârifler libâsın giyip, zikir meclisinde hâmûş olup, riyâ ile baş salıp, halkın levsin gösterirler. Dilerler, kendileri halk arasında söylene. Diyeler ‘Filan şeyh asrımızın bî-nazîr ferîdidir.’ Ehl-i tasavvuf zannedeler. Murâdları celb-i dünyâ, etrâftan libâslar ve nefâyis armağanlar gele. (...) Öyle olunca bu fakir dahi nazar ettim, gördüm.
Bu bizim mürîdlerimizin ve karındaşlarımızın hâlleri bir türlü dahi oldu ve dünyâ muhabbeti üzerlerine gâlip oldu ve nefs-i emmârenin çirkin huylarıyla huylanmaya başladılar. Gelin, imdi, işbu yaramaz huyları koyun, Allâh’tan korkun ve Rasûl’den utanın ve meşâyıhın sırrını hâzır görün, dedikde, bunlar minnet sözler söylemeye cesâret ettiler.
Çünkü gördüm bu kavmin hâlleri böyledir: Ben dahi bunların arasından uzlet edip çıktım ve kendimi gurbete bıraktım ve bu gurbet içinde nice nice nükteler avâm dilinden işitdim ve nice nice tas tas ağular nâdân elinden nûş ettim ve nice kere şefkat gözüyle bu hâlleri tutan karındaşlara nazar eyledim. ‘Bunların necâtlarına sebeb olam.’ deyip, bu kitâbı sırf Türkî dilince cem’ eyledim ki, bu kitâbın fâidesi âmm ola.”[4]
Eşrefoğlu Rûmî eserinin içeriğinin Kur’ân ve Sünnet’e uygunluğunu vurguladıktan sonra, onun okuyucu için önemini de şu sözleriyle beyan etmektedir: “Ve eğer bu kitaba i’tikâd edersen, senin necâtına sebeptir. Ve bu kitabın içindeki sözlere i’tikâd edesin ve mu’cibince amel edesin, emmâreden kurtulasın ve mutmainne nefsle karar edesin.
Sana ‘ircıî’ hitâbı gele. Âşıklardan olasın. Âşıklar içinde evliyâlardan olasın. Evliyâlar içinde sultânlardan olasın. Her ne dilersen Hak Teâlâ sana âsân ede. Dilersen sayruları sağ edesin. Ve senin duân ile ölü gönüller dirile, kara yüzler muhabbetinden ağara. Ve nice açlar senin hânında doya. İksir-i hakîkî olup, nice bakırları altın edesin...”[5]
Eşrefoğlu Rûmî’nin Müzekki’n-Nüfûs isimli bu kıymetli eseri iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde dünya sevgisi, dünya sevgisinin zararları ile nefs-i emmârenin özellikleri anlatılırken, ikinci bölümde nefs-i emmârenin terbiyesi ve tarîkat âdâb ve erkânı ile iyi bir Müslüman olmanın şartları üzerinde durulmaktadır.
Eserde, büyük mutasavvıfların menkıbelerinden örneklerle sâlik, mürid ve mürşit ilişkisi, halvet, nefisle mücâdele ve tarîkat disiplini gibi bazı konular üzerinde duran Eşrefoğlu Rûmî, zaman zaman kendi manzûmelerinden de bazı parçalar zikreder. Yer yer ele alıp işlediği konuya uygun düşen ve konunun daha iyi anlaşılıp kavranmasında fayda gördüğü âyet, hadis, sahâbe sözleri ve evliyâ menkıbelerinden de iktibaslar yapar.
Mehmet Ali Aynî’nin tesbitleriyle; “Bu kitabın en büyük meziyeti ve kıymeti evvelâ dilinin hâlis bir Türkçe olmasıdır. Eğer Eşrefoğlu’ndan sonra âlimler, edipler ve kâtipler bu dili o tabîîlikten çıkarmasalar, Acem ediplerini taklîden birçok istiâreler, mecazlar, cinaslar ve mânâsız terkipler ile ifsat etmeselerdi, bugün ne yüksek ve tatlı bir edebiyâtımız olacaktı.”[6] diyerek, eserin dil bakımından taşıdığı ehemmiyete dikkat çeker.[7]
Eşrefoğlu Rûmî eserlerinde tasavvufî bilginin mâhiyetine dikkatimizi çekmekte ve mârifet hakkında şu değerlendirmelerde bulunmaktadır: “Ma’rifetullah üç mertebe üzeredir: Biri ma’rifet-i âmdır. Bu âmme cümle mahlûkât müşterektir. Ve biri hâstır ve biri ma’rifet-i hâssu’l-hâsdır. Ammâ ma’rifet-i hâssu’l-hâs olan muayyen kişiye hâsıl olur. Onun için ma’rifet-i hakîkî derler. Velâkin ol muayyen ile inkişâf hâsıl olmaz, tâ kişinin kendiliği bi’1-külliye kendinden ganî olmayınca ve tâlibde bi’1-külliye mahbûb tecellî etmeyince. Ve mahbûb dahi tecellî etmez, tâ kişinin nefsi fânî olmayınca.”
Tasavvuf ehlinin bilgilerini ilham yoluyla elde ettiğini söyleyen Eşrefoğlu Rûmî, ilhamın türlerini şu şekilde dile getirmektedir: “Pes, bu ilhâm dahi beş nev’dir: Biri nefsânîdir ve biri şeytânîdir ve biri melekî ve biri kalbîdir ve biri Rabbânîdir. O nefsânîdir: O sırf vesvesedir, ondan tâlib hazer etmek gerek, tâlibe çok zararları vardır.
O ilhâmı şeytânîdir: Ondan dahi hazer etmek gerekir. Zîrâ o dahi sırf fesâddır, hiç hayır yoktur, zîrâ şeytân ilkâsıyladır. Tâlibi durmaz, fıska, fücûra yelter. Eğer uyduramazsa, döner yine bir sûretle dahi yelter, tâ uyduruncaya çalışır. O ilhâm-ı kalbî olan, hayrdır. Dâimâ tâlibi Hakk’a ve amele ve ma’rifete ve hikmete yelter. (…)
İlhâm-ı Rabbânî nefs-i mülhimede olur ve bu mülhimeye gelen ilhâm üç mertebe üzredir, üç hâlde gelir, her biri birbirinden a’lâdır, rütbe yönünden: Birine mutlak ilhâm derler. Ve birine işâret ederler. Ve birine hitâb ederler. Ammâ bu üçüne ilhâm-ı Râbbânî derler. Velâkin meşâyıh her birine bir ad koymuşlardır.[8]
Mürşid-i kâmilin kimliği ve hasletleri üzerine şu değerlendirmelerde bulunmaktadır: “Bilgil, imdi, ey tâlib-i sâdık! Kaçan, bir kişi Hak yoluna sülûk etmek isteye, evvel ona lâzımdır ki, bir mürşid-i kâmil bulayım. Ol mürşid Allâhu Teâlâ’yı sevdire. Allâhu Teâlâ’yı sevmese, Allâhu Teâlâ’ya tâlip olmaz. Pes, ondan derler kim: Mürşid oldur kim, kişiye talep bağışlaya.
Ya’ni Allâhu Teâlâ’yı sevdire. Ve Allâh’ı tâlip kemâyenbağî sevdikten sonra, Allâhu Teâlâ’ya dahi ol tâlibi sevdire. Bu yolda yalan yere oturup, gelip şeyhlik da’vâsın ediciler, adam aldayıcılar, şeytanlar çok olur.(…) Öyle mürîdânlığa çokluğuna i’tibâr olmaz. Bu şeyhliğin dahi terbiyeti vardır. Ol mertebeye varmayan kişiler şeyhlik etmek olmaz.
Zira bu şeyhlikte mertebe-i recûliyyet vardır. Ya’ni “temâm erlik” mertebesi vardır ve “yarım erlik” mertebesi vardır. Tamam erlik mertebesine yetişmeyen şeyhlik etseler dürüst değildir, hemen tâlîbin akîdesin bozar.(…) Mürşid-i kâmil oldur ki, onun ilmi kim, ol ilm-i zât u ilm-i sıfât-ı ilâhiyyedir. Ya’ni Tanrı Teâlâ’nın zâtına ve sıfâtına âlimdir kim, onun hiç nihâyeti yoktur.(…) Ve dahi şunun gibi kişileri şeyh edinmek gerektir ki, ol kendi vücûd-ı mecâzisinden bi’1-külliye fânî olmuş ola ve vücûd-ı hakîkî ile mevcûd olmuş ola. Tâliblik ve mürîdlik makâmından geçmiş ola. Belki, matlûbluk ve murâdlık makâmına yetişmiş ola.
Ol Hakk’a murâd olmuş ola ve Hak ona mürîd olmuş ola. Tâ kim, şeyh olmaya yaraya… Ve dahi şunun gibi kişileri şeyh edinmek gerek kim, onun iki tarafı ola. Bir tarâfı halka ola ve bir tarafı Hakk’a ola. Hak’dan ala, halka vere. Ya’nî cihet-i tecerrüdü ola ve cihet-i taalluku ola demek olur… Ve dahi şunun gibi kişileri şeyh edinmek gerek kim, onun gönlü gerçek gönül ola. Ya’ni kalbi kalb-i hakîkî ola.”
Eşrefoğlu Rûmî mürşid-i kâmilin sahip olması gereken özellikleri bu şekilde sıraladıktan sonra bu kez intisap eden müritlerin özelliklerini bizlere şu şekilde sıralamaktadır:
“İşte böylesi sahih bir şeyh edinen mürid için yerine getirmesi gereken beş şart vardır:
Bu teslîmiyet şöyle olmalıdır: İmdi bu teslîmlik dahi, ol mürîd olup şeyh edindiği kişiye, kendiyi ısmarlayıp aradan çıkmaktır. Ve tâlib kendiyi şeyhe ısmarladı, vardı yine bayağı gibi, kendi maslahatında, evinde, barkında, işinde gücünde oldu, öyle olsa yine irâdet temâm olmaz ve şeyhe temâm mürîd olmuş olmaz. Bunun gibi eksik irâdetle hiçbir şeyhten kimse nasîb alamaz. Mürîd olıcak, gerçek mürîdler gibi olmak gerek ve muhib olmak, gerçek muhibler gibi.”[9]
Mürit ve mürşit ilişkisini, intisâbın esaslarını bu şekilde dile getiren Eşrefoğlu Rûmî’nin eserinde üzerinde özellikle durduğu bir diğer konu nefis terbiyesidir. Konuya nefisleri dört grupta değerlendirerek başlar ve der ki:
“Nefs-i emmâre sâhipleri üç tâifedir: Biri fâsıklardır ve biri münâfıklardır ve biri kâfirlerdir…” “Pes emmârenin ma’nâsı “âmir” demek. Ya’nî “buyurucu ve buyurduğunu tutturucu” demek olur. Her kimin kim nefs-i emmâresi bedeni şehrine emîr olup, emrini geçirdiyse, şöyle bil ki, ol kimse ya fâsıktır, ya münâfıktır veyâhut kâfirdir, neûzübillah! Zîrâ nefs-i emmârenin sıfatları bunlardır, buna benzer çirkin huylardır.”
Nefs-i emmârenin hevâ, gazap, şehvet, hırs, buhl, ucb ve kibir olmak üzere yedi kötü şey olduğunu söyleyen ve onu bir hastalık olarak addeden şeyh onun ilâcı olarak hastaları dolaşma, cenâze namazı kılma ve kabir ziyaretinde bulunmanın önemi üzerinde durur ve onunla mücâdele ve mücâhede etmede şöyle bir yol tavsiye eder:
“Meselâ, şimdi nefs halvet istedi, ona muhâlefet edip, cem’iyyete ve cemâate var. Cem’iyyet istedi, namâza vara, farzı cemâatle kıla, kalka, tez eve gele, sünneti evde kıla, ayruk yere varmaya. Zikretmek istedi, evvel fikrede, hâmuş ola. Ve eğer hâmuşluk istese, geri muhâlefet edip zikrede; bu târik üzre nefse muhâlefet ede. Her iş kim nefsânî ve riyâdır, muhâlefet edip, onu terk ede. Nefs-i emmârenin bunun gibi muhâlefet edecek nesneleri çoktur.”
“Nefs-i levvâmenin iki yüzü vardır. Bir yüzü nefs-i emmâreyedir ve bir yüzü nefs-i mülhimeyedir.(…) Pes, bu nefs-i levvâme gerçi kim nefs-i emmâreden yüzün çevirdi, mürşid-i kâmil önünde tevbe eyledi, ayruk, nefs-i emmâreye uymaya. Velâkin korkutur ki yine emmâreliğe meyl eyleye. Ammâ ol vakit ki, levvâmelik üzerine kâim dura, tevbesin sımaya. Bu levvâme kavmi ölünce, salâhiyet üzere ölicek, doğru cennete girer, hergiz cehenneme girmez, Allâh’ın fazlıyla ve Resûlullâh’ın şefâati ile ve meşâyıhın yardımıyla.”
“Ey azîz! Bu nefs-i mülhime sâhibi olanlar şu kimselerdir ki, çok mücâhedât ve riyâzât yapmakla ve zikrullâhı gece gündüz lâyenkatı’ etmekle nefslerini o sıfat-ı reddiyeden kurtardılar ve beşeriyyet hicâbın basîret gözünden giderdiler. Âlem-i gaybdan gelen ilhâmların dürlü dürlü zevklerin envâıyla canları dimâğına tattırdılar. Ve her salâh fesâdı bir ilhâmla bildiler. Ve dahi hakkı, bâtılı farkedip, dahi durmadılar, hakka uydular ve bâtıldan ihtiraz ettiler. Ve ondan o nefsin gökçek huylarıyla huylandılar. Vardılar, mutmainnelik makâmına erişdiler.
O nefs-i mutmainnenin gökçek sıfatları hayâdır, sehâvettir, şecâattir, tevâzudur, hilmdir, mürüvvettir kanâattir, sabrdır, şükrdür. Ayrıca, râzıye ve marzıyye nefs-i mutmainnenin iki sıfatından başkası değildir.”[10]
İntisap, mürit, mürşit ve nefsin mertebelerinden sonra eserde dikkat çeken bir diğer konu velâyet meselesidir. Velâyetin kısımları ve evliyânın halleri konusunda şu yerinde tesbitlerini ortaya koymaktadır:
“Velâyet üç kısımdır: Bir kısmı velâyet-i âmdır. Bunun yerden göğe varıncaya seyri ve ıttılâı vardır. Ve bir kısmı velâyet-i hâsdır. Bunun arştan ferşe varınca ne denlü yaratılmış varsa hem ıttılâı ve hem seyri ve hem tasarrufu vardır. Ve bir kısmı dahi velâyet-i hâssu’1-hâstır. Bunlardan öte bunun ıttılâı ve şurûu vardır ki, haddi ve nihâyetini gayrı Ol bilir, buna muttali’dir.”
“Evliyâullâh kim vardır, dört kısımdır: Biri oldur kim, evliyâ idüğün kendileri bilir ve halk dahi bilir. Pes anlar şunlardır kim, Hak Teâlâ velâyet haddinin nihâyetine yetiştirmişdir. Ve anlara kendi ma’rifetin vermişdir ve anları oradan geri döndürmüştür. Hak Teâlâ anlara mertebe-i irşâdı tamam tekmil vermişdir. Andan sonra irşâd için halâyıka anları döndermişdir.
Anlara “ehass-ı havâs” derler. İkinci kısım velîlerdir. Bunlar anlardır kim, ne kendiler bilirler veli idüğün, ne halk bilir. Onlara “hâs” derler. Üçüncü anlardır kim, anlar kendileri bilirler kim, evliyâdır, ammâ halk bilmez. Pes, anlar âlimlerdir, abdâllardır, evtâdlardır. Ve ol tâife dünyâ yüzünde üçyüz kırk yedi kişidir.
Bir eksik olmaz. Kaçan kim anlardan biri eksile mü’minlerin sâlihlerinden alırlar, yerine korlar. Anları halk bilmezler, ancak “üçler” “yediler” “kırklar” derler. Dördüncü kısım şol velîlerdir ki, halk bilir veli idüğün, ammâ kendileri bilmez. Ya’ni velâyetleri halka zâhir, kendilerinden mahfî.” [11]
Eşrefoğlu Rûmî’nin eserinde ele aldığı bir diğer konu zühddür. Zühdün nasıl anlaşılması gerektiği, zühd hayatının özelliklerinin neler olduğu konusunda şu değerlendirmelerde bulunmaktadır:
“Bu dünyâ sevmeğe sebep, ölümün unutmaktır. Ölümün unutmağa sebep, uzak endîşeler etmektir. Bir kişi, ‘Şunu şöyle edelim, bunu böyle’ dese, ol kişi ölümün unutur. Unutmak kişiye dünyâ muhabbetini getirir.
İmdi, ey azîz! Senin aklın varsa, bu dünyâda üç nesneye meşgul ol kim, yarın halka ye’s gelicek, sana bayram ola, âzâd ve fâriğ yürüyesin. Ol üçün biri budur kim: Dünyâ seni terk etmeden, sen dünyâyı terk edesin. İkinci budur kim: Kabre varmadan sinini imâret edesin. Üçüncü budur kim: Rabbinle buluşmadan, Rabbini senden râzı edesin.”
Aslında kişi için küçük, orta ve ulu olmak üzere üç türlü kıyâmetten söz eden müellif bunları halka şöyle îzah eder: Pes, küçük kıyâmet oldur kim, Azrâil canını almağa gele, gönlün yüzü dönmüş ola, ya’nî mesh olunmuş ola. Meselâ kelp sûretine veyâ canavar sûretine kim, Allâhu Teâlâ saklasın Muhammed ümmetini ol sûret üzere haşrolunmaktan.(…)
Orta kıyâmet dediğimiz oldur kim, kişi öldükten sonra kabre vara, dahi, Münker ve Nekir’e cevâbı rast vermeye, Münker ve Nekir çomağın yiye, kabir darlığın göre. Ve ol kıyâmet-i kübrâda olacak azapların ekseri gele, kabirde erişe. Ve ondan sonra kıyâmet-i kübrâ kim, ol kıyâmet, kıyâmet-i âmdır.
Ey âkıl dânâ kişi! Fikreyle, iş bu cihânın hâline nazar eyle! Atan gitti, anan gitti ve oğlun ve kızın gitti… Eşin, dostun gitti, yârin yoldaşın hep gittiler. Senden önce gelenler gitti ve sen dahi gidersin. Gidersin ammâ nice gidersin?!.. Gitmemeğe çâre yok. Çünkü gidersin, bu fânî mülke düşürüp nidersin, ey gâfil âdem?!..”[12]
[1] Neclâ Pekolcay & Abdullah Uçman, "Eşrefoğlu Rûmî", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1995, c. XI, s. 480-481.
[2] Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, haz. Mehmet Akkuş & Ali Yılmaz, İstanbul 1990, c. I, s. 102.
[3] Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1993, s. 344.
[4] Eşref-zâde Abdullâh-ı Rûmî, Müzekki'n-Nüfüs, nşr. Abdullah Uçman, İstanbul 1996, s. 58-59.
[5] Eşref-zâde, Müzekki'n-Nüfüs, s. 62.
[6] Mehmed Ali Aynî, Türk Ahlâkçıları, İstanbul 1939, s. 59-60.
[7] Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333, s.17.
[8] Dilâver Gürer, Abdülkâdir Geylânî –Hayatı, Eserleri, Görüşleri-, İnsan Yayınları, İstanbul 1999, s. 365.
[9] Gürer, Abdülkâdir Geylânî, s. 364-365.
[10] Gürer, Abdülkâdir Geylânî, s. 361-363.
[11] Gürer, Abdülkâdir Geylânî, s. 365-366.
[12] Gürer, Abdülkâdir Geylânî, s. 363.
Kadir ÖZKÖSE
Yazarİslâm, teslim olma; Müslüman da teslim olan anlamına gelir. İnsanlık için seçip gönderdiği dinine İslâm ismini bizzat Yüce Allah koymuştur, o dine mensup olanlara Müslüman ismini veren de bizzat Yüce ...
Yazar: Ali AKPINAR
Mebde-i kevn ü mekândur besmeleBâṭın-ı cân u cihândur besmeleSırr-ı ġayba bulmaḳ istersen vüṣûlDilde ḫoş vird-i zebândur besmeleHarf:Günlük hayatta iletişimi sesli veya yazılı biçimde sağlarız. Sözlü...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Osman Hulûsi Efendi’nin tasavvuf anlayışının merkezini vuslat arzusu oluşturmaktadır. Onun seyr u sülûk eğitiminde merasim, şekil, sûret ve gösterişe yer yoktur. Yaraları sarmak, sıkıntıları gidermek,...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Afrika coğrafyası geçmişten günümüze pek çok tarîkatın etkinliğine sahne olmaktadır. Afrika’da tarîkatlar hayatın bir gerçeğidir. İslâm’ın yayılması ve yaşaması tarîkatların bizzat öncülük etmesiyle g...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE