Eski Millî Eğitim Bakanı Metin Emiroğlu ile Röportaj
Eski Millî Eğitim Bakanımız Metin Emiroğlu Bey’e bizleri kabul ettiği için teşekkür ediyoruz. Yaptığımız uzun röportajın bir kısmını siz değerli okuyucularımızla paylaşıyoruz.
Kısaca özgeçmişinizden ve doğduğunuz topraklardan bahseder misiniz?
Ailemiz Arapgir’den, Emiroğulları sülâlesindendir. Ailemizin nasıl bir tarihin üzerinde vücût bulduğunu daha sonradan öğrendim. Arapgir’de 1943 yılında dünyaya gelmişim. Anacığım “Kiraz vakti doğdun.” diyordu. Biliyorsunuz, eskiden doğum vakitleri “kiraz vakti doğdu, erik vakti, dut vakti doğdu” şeklinde tarif edilirdi. Üç kızın üzerine son evlât olarak doğmuşum. Tabiî, tek erkek çocuk olarak biraz ihtimamla büyütüldüm.
İlk beş yaşım Arapgir’de geçti. Bizim ailemiz, Arapgir’de birçok aile gibi mensûcatla yani tekstil üretimiyle uğraşırdı. Darende’de de o tarz üretim vardı; yani, doksan santimetre eninde pamuklu, ipekli kumaşlar dokurlardı. Arapgir’de müthiş bir sanayi vardı. Bu sanayi, aslında Türkiye’de geliştirilmesi gereken bir sanayiydi; sanayi ve kalkınma modeli olarak değerlendirilebilirdi.
Düşünün ki, bir ev halkı sabahleyin kalkıyor; yediden yetmişe üretime yönelik bir hayat sürüyor. Kızlar, kızanlar, delikanlılar hepsi üretimin bir ucundan tutuyor; hatta yaşlılar bile eline bir kirman alıp, köşede yünleri önce topak yapıyor, sonra ondan iplik üretiyor, ipliği örerek kışlık ihtiyaçlarını karşılıyor. Bütün ev halkı üretime yönelik bir yaşam sürüyor; hayat böyle akıyordu.
Demek istediğim, Arapgir öyle bir yerdi. Beş yaşına kadar orada kaldık.
1948’de ailemiz Malatya’ya geldi. Orta ve liseden sonra İstanbul Hukuk Fakültesi’ne başladım. Annemin beni yönlendirmesi sayesinde okuldaki derslerimde başarılıydım; hocalar da beni çok methediyordu. Annem, kafasında “Bitişiğimizde vali var; Vali Konağı Caddesi’nde oturuyoruz; işte vali geliyor, arabadan iniyor; konağı var…” gibi hayaller beslemeye başladı. “Sen iyi okuyorsun, ileride vali olacaksın; beni de getirip bu konakta oturtacaksın.” diyordu. Çok akıllı bir kadındı; annem, okumam için çok uğraştı.
İş ve çalışma hayatına nasıl başladınız?
Üniversiteden sonra ne iş bulayım, ne iş bulayım diye sorunca, “Yav, senin hemşerin planlamada müsteşar.” dediler. “Peki, bu hukukçuları alıyorlar mı planlamaya?” diye sordum; “Alıyorlar.” dediler. İstanbul’a gittim; orada İşletme Fakültesinde yüksek lisansa başladım. O sırada staj zamanı geldi; iki aylık staj yapıyordum.
Birden aklıma “Acaba ben Devlet Planlamada staj yapabilir miyim?” sorusu geldi. Hocaya, “Hocam, beni Devlet Planlamaya gönderir misiniz?” dedim. “Şimdiye kadar aklımıza gelmemiş.” dediler. Staj yeri olarak çok iyi bulundun, Metin Bey; “Bir mektup yazayım, kabul ederlerse seni gönderelim.” dedi. Mektubu yazdı; İşletme fakültesinde mezun bir yöneticinin eline geçti. Herkes buraya gelir, işletmeciler “Niye gelmesin?” dedi. Efendim, bizi kabul ettiler.
Devlet Planlamaya girdik; iki ay boyunca, bir rapor hazırlayacaktım. Bu raporu, müdürlüğe, İşletme İktisadı Müdürlüğüne akademik olarak teslim edecektim. Gidiyorum da, daire başkanlığı; Nevzat Yalçıntaş, evet güzel insanlarla; Ekrem Ceyhun, daire başkanı, müsteşar Turgut Özal… Gitmeden evvel Hafize Özal Hanım bizim komşumuz ondan bir tavsiye mektubu alayım dedim. Turgut Bey’e vereyim, beni tanıtan bir mektup olsun dedim.
Allah razı olsun, beni çok iyi bilirdi Hafize Hanım. Dedim ki, “Öyle güzel yazın ki beğensinler; ben oraya girmek istiyorum, Hafize Hanım… Beni iyi tanıtıcı bir şey yazın.” dedim. Turgut Bey ile daha önce hiç karşılaşmamıştık; Hüsnü Bey’i tanırım, Yusuf Özal’ı tanırım; Korkut Bey’i de tanırım. Turgut Bey’in ismini duyarım. Derler ki, “Hafize Hanım’ın bir oğlu var, çok zeki, çok akıllı, Ankara’da yüksek makamda.” ama onu bilemeyiz, çünkü hiç rastlaşmamıştık.
Korkut Özal, Elazığ’da Devlet Su İşlerinin Bölge Müdürü iken arabasıyla gelip giderken onu görürdük. Yusuf Abi, Allah rahmet etsin, çocukluk arkadaşımız; bizden üç yaş büyüktü ama beraber oynardık. Hüsnü Doğan benden iki yaş küçüktür; yine mahallede birlikte oynardık. Aramızda üç ev vardı aile ile komşuluk hukukumuz vardı. Hafize Hocamızı da çok severdik.
Ona gittim; mektubu yazdı, götürdüm; fakat ne zaman gitsem Turgut Bey “Mecliste.” dediler. Ben de meclise gittim, orada Turgut Bey’e verdim. İmtihanla beni 1969 yılında Devlet Planlama Teşkilatına aldı. Hasan Celal Güzel Bey ile de orda tanıştık. Siyasete geçişimizden sonra biz üç sene orada çalıştık.
Sonradan 12 Mart’ta çok acı olaylar yaşandı; Turgut Bey Dünya Bankası’na gitti, Nevzat Bey ayrıldı; Planlama Teşkilatı’nda zor günler geçirdik. O ekibin gitmesinin ardından ben de bir sene çalıştıktan sonra ayrıldım; İstanbul’a geldim ve Tekstil İşveren Sendikası’na genel sekreter yardımcısı oldum. 1983’te Turgut Bey partiyi kurdu ve bana “Geleceksin!” dedi. Allah nasip etti, çalıştık, bakanlık yaptık.
Emiroğulları sülâlesindeniz dediniz. Şeyh Hâmid-i Velî (Somuncu Baba) ile gönül yakınlığınız var mı?
Şeyh Hâmid-i Velî Hazretleri ile Emir Sultan Hazretleri’nin dostluğu Yıldırım Bâyezîd zamanına Bursa Ulu Camii açılışına dayanıyor. Ailemiz Buhâra’dan gelmiş; Anadolu’da bir tarihimiz var, bir beylik kurmuşlar. Hacı Emiroğulları Beyliği kurulmuş. Şeyh Hâmid-i Velî’nin, Hacı Bayram-ı Velî’nin, Akşemseddin Hazretleri’nin, yaşadığı dönemde bu tarih yazılmaya başlanıyor.
Seçim çalışmalarında Darende’ye çok gittim. O gidişlerimde Hulûsi Efendi ile beni tanıştırdılar. Gönül dostluğumuz çok eski temellere dayanıyor, bunu Cenâb-ı Allah bilir. Bu birliktelik, tarihin derinliklerine kadar uzanıyor; bence Emir Sultan’a kadar gidiyor. Biz de, Emir Sultan ailesindeniz.
Çünkü biz Buhâra’dan, orduyla, Anadolu’ya, Malatya’ya gelmişiz; zamanın halifesi tarafından, Bizans’a karşı en büyük savaşların yapıldığı şehir olarak Malatya’da görevlendirilmişiz. Bizans’a karşı orada savaşmışız. Battal Gazi döneminden hemen sonra oraya gelmişiz.
Sonra orada ordu teşkil edilmiş; 1071’e katılmışız. Konağımızın 1071 ismini taşıması atalarımızın, 1071’de çevirme harekâtını yapan insanların olmasındandır. Bahadır Gazi, Bahadır Emiroğlu… Tarihler bunu tespit ediyor. Üç kardeşin biri ayrılarak Arapgir’e geliyor; Arapgir’de sülâlemiz kurucu aile olarak yerleşiyor.
Hulûsi Efendi Hazretleri’nin Darende’ye yaptığı hizmetlerde ilginiz ve şâhitlikleriniz vardır. Sizden dinleyelim.
Malatya Milletvekilliği çalışmalarımız esnasında Hulûsi Efendi ile müşerref olduk. Seçim akabinde istekleri ne ise gereğini yapmaya çalıştık. Onun istekleri hep memleket hizmeti yönünde olmuştur, hiçbir zaman maddî meseleler için olmamıştır. Âhirete irtihâlinden birkaç gün sonra mahdûmu Hamideddin Ateş Efendi’ye taziyeye gitmiştim. Bana dediler ki Darende İlâhiyat Fakültesi’nin açılmasını vasiyet etmişti, bunu da Metin Emiroğlu tâkip eder buyurmuştu. Âdetâ konuyu bize vasiyet etmişti.
Bülent Çaparoğlu ile bir araya geldik istişâre ettik. O günlerde meclise üniversitelerle ilgili kanun teklifi verilecek Bülent Bey bana telefon etti; “Efendim İlâhiyat Fakültesi için üzerimizde büyük vebâl var, Hulûsi Efendi bu hizmeti özellikle sizden bekliyordu, Ankara’ya gelin de komisyona sizinle iştirak edip konu hakkında ısrar edelim.” dedi.
Ben Ankara’ya geldim ama erken toplanılmış ve Darende maddesini görüşüp hemen reddetmişler. Bunun üzerine benim biraz geç kalmama Bülent Bey çok üzülmüş ve bu kadar önemli bir konu hakkında neden geç kaldın abi diyerek bir sitem mektubu yazıp benim masama bırakmış, o üzüntüyle çıkıp gitmiş.
O mektubu alınca arkadaşım olan komisyon başkanına gittim. O sırada Millî Eğitim Bakanı Nahit Menteşe ile YÖK Başkanı İhsan Doğramacı’yı komisyon başkanının odasına çağırdım, bir konu görüşmem lâzım dedim. Benim sizden eski bir Millî Eğitim Bakanı olarak özel bir şey isteme hakkım var mı, dedim. Ne demek tabiî buyurun dediler.
Darende’ye İlâhiyat Fakültesi açılması konusunu görüşmüş, reddetmişsiniz ben onun için buraya geldim, Hulûsi Efendi her türlü alt yapısını ve binasını hazırlamış her türlü imkânın var olduğunu anlattım tamam dediler. Sen burada otur biz tekrir-i müzâkere yani yeniden görüşme yapacağız, dediler.
Beş dakika sürmedi bir yanlışlık olmuş Darende İlâhiyat Fakültesinin açılmasını kabul edenler etmeyenler derken ben de içeride dinliyorum, kabul ettiler. Hepsine teşekkür ettim hemen telefonla Bülent Çaparoğlu’nu arayıp konuyu takip ederek sonuçlandırdığımı bildirdim. O da hatıratında yazdı bu konuyu. Böylece bir vasiyeti yerine getirmiş ve mânevî bir vebâlden kurtulmuş olduk. Hulûsi Efendi ile kesişmemizin en önemli noktalarından biri İlâhiyat Fakültesinin açılmasını tâkibimiz oldu.
Bir ziyâretimiz esnasında Hulûsi Efendi bana bir esans hediye etti. Metin Bey yanınızda olsun, yanınızda taşıyın dedi. Daha iki aylık Millî Eğitim Bakanıyım, Malatya’dan Ankara’ya döndüm o gün Turgut Özal Bey beni telefonla aradı; “Seni Sofya’ya göndereceğim. Bulgarlar Türklerin isimlerini değiştiriyor, din değiştirmeye zorluyor; kabul etmeyenleri Belen Adası’na sürüyorlar; büyük zulüm var. Ekonomik Kalkınma ve İş Birliği Örgütü (OECD) toplantısına git, bunlarla görüşme yap; bu kongreye katıl, genel kurulda anlat.” dedi. Genel kurulda durumun anlatılması istendi. Ben de olur efendim, diyerek hava yoluyla Bulgaristan’a gittim. Orada bir büyükelçi vardı, karşıladı bizi; durumu tezekkür ettik.
Bulgarlar, Türklerin isimlerini değiştiriyor, kabul etmeyenleri Belen Adası’na sürüyor, tırnaklarını çekiyorlardı. Çok büyük zulümler vardı. Biz de o zaman, milliyetçi, muhafazakâr, Türk bürokratı olarak oturduk; büyükelçiliğin genç kadrosu ile iki gün çalışıp hazırlık yaptık.
Üç dilde yaptığımız hazırlığımızı üç safhaya yaydık. Kabul ederlerse şöyle olur, etmezlerse öyle olur şeklinde önergeleri hazırladık, diğer dillere çevirdik, üç gün çalıştık. Sonrasında toplantıya girildi; adamlar konuşurken, sıra bana geldi. Ben çıktım, zehir zemberek bir konuşma yaptım.
O güne kadar görülmemiş, ortalık fenâ şekilde karıştı, iyice gerginleşti; “Siz Türklerin isimlerini değiştiriyorsunuz, Türklerin kültürlerini bozmaya çalışıyorsunuz, bu milleti yok sayıyorsunuz.” dedim. Yaptıklarının anayasaya, uluslararası hukuka, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine aykırı olduğunu, insanlığa aykırı olduğunu belirttim. Güzel bir konuşma yaptım.
Tabiî, karşılığında söz istediler; sonrasında “Buna bir cevap verecek misiniz?” diye sordular. “Evet, çünkü biz onu hazırlamıştık.” dedim. Bizim Büyükelçi de çıktı cevâben konuştu; ardından “Siz cevaba cevap verecek misiniz?” diye sordular onlara. “Onlar, ‘Yok’ dediler; çünkü komünist rejimde, eğer hazırlıklı değilsen, inisiyatif alıp yanlış bir şey söylersen kellen gider.
Bunu bildikleri için üçüncü bir hazırlıkları olmadığından, oradaki bürokratlardan hiçbiri çıkıp konuşmayı göze alamadı. Biz de üçüncü cevabımızı verdik; vermekle kalmayıp meclise tercümeleri dağıttık. Dağıttıktan sonra onlar, “Hayır” deyince bürokrasi dilinde havlu attılar. O anda, hariciyedeki genç bürokratlardaki sevinci görecektiniz; Türkiye Cumhuriyeti, orada bir zafer kazanmış, mazlûmun âhı yerde bırakılmamıştı. Çok güzel bir şey oldu. Özal da bunu duydu, çok memnûn kaldı.
Orada, ortamı biraz yumuşatayım ama ne yapayım diye bir yandan düşünürken o sırada OECD’nin genel sekreterinin yanına vardım. Adı Muhtar Embov idi (tam hatırlayamıyorum ama sanırım Senegalli idi, Müslümandı). Ona gittim, durumu anlattım; “Ben konuşma yaptım, siz de bunu birinci ağızdan duyun. Biz buna izin vermeyiz, büyük hadiseler, uluslararası olaylar olur. Gereken hassâsiyeti lütfen gösteriniz.” dedim. Elim de cebimdeydi; âniden cebimde Hulûsi Efendi’nin, yanında bulunsun diyerek verdiği esans elime geldi.
Adama bir hoşluk olsun diye, “Bakın, çok değerli bir kokudur, bunu bana görüşlerine çok önem verdiğim, mânevî derecesi yüksek olan bir zat-ı muhterem büyüğüm var; buraya gelirken bana o vermişti. Bu esansı size hediye etmek istiyorum, bu anı güzel hatırlayın.” diyerek kendisine verdim. O kokladı; “Olamaz, böyle bir şey,” dedi; kendinden geçti. Böyle bir hatıra, öyle bir anı olarak kaldı; hocamızın mânevî değerini yanımızda hissetmiş olduk. Bulgaristan’daki kardeşlerimize zulmü engelleme çalışmalarımızda Hulûsi Efendi’yi yanımızda bulduk.
Hulûsi Efendi’den sonra vakıf hizmetlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hulûsi Efendi Hazretleri’nin irtihalinden sonra Hamideddin Efendi’yi ziyaretimiz ettik. O gün kütüphanedeki deftere de yazmıştık; "Şahsiyetine, ilmine vukûfiyetine saygı duyduğum değerli hocamız Hacı Osman Hulûsi Ateş’in kaybından duyduğumuz acı ve üzüntü sonsuzdur.
Kendisi, milletine, devletine ve Yüce İslâm’a, örnek olacak büyük hizmetlerde bulunmuştur. Tek tesellimiz yerini doldurmaya aday olan değerli bir evlât yetiştirmiş bulunmasıdır. Ateş Hoca’nın hatırası daima kalplerimizde yaşayacaktır. Cenâb-ı Allah’ın rahmeti üzerine olsun. 4.7.1990"
Aradan otuz dört yıl geçiyor; şimdi Darende’nin, Şeyh Hâmid-i Velî Külliyesini, yapılan diğer hizmetleri görünce Hulûsi Efendi’nin hayrü’l-halef evlâdı Hamideddin Efendi’yi tebrik ediyorum. Onun başkanlığında vakfının hizmetlerine baktıkça daha çok güzel işler yapacağına inanıyorum. Değerli hocamıza takdirlerimi sunuyorum, kendisini çok özledim. Bir fırsat bulup gelmek istiyorum inşallah.
Hamiddedin Efendi’nin ismini aldığı ecdâdı Şeyh Hâmid-i Velî Hazretleri ilk başta bahsettiğim gibi, Emir Sultan, Hacı Bayram-ı Velî, Akşemseddîn Hazretleri gibi büyük isimler onun döneminde yetiştirdiği mânevî önderlerdir. Anadolu’nun Müslüman Türk’ün vatanı yapılmasında çok büyük pay sahibidirler.
Mânevî iklimi inşâ ve ihyâ eden, kuran, yol gösterici kişilerdir bunlar. Biz, Anadolu’nun Müslüman Türk’ün vatanı hâline gelmesini bu insanlara borçluyuz. Dolayısıyla, o kuşağın devamı olarak, on üçüncü batından Hamideddin Ateş Efendi bugün ecdâdının misyonunu yürütmektedir.
Hristiyan âleminin, Siyonist âlemin emelleriyle Anadolu’yu karıştırmaya çalışanlar varken, en büyük dayanağımız o mânevî liderlerin kurduğu görüşe sahip çıkmak, onu ihyâ etmek ve sahip çıkmaktır. Yani, mânevîyatımıza sahip çıkmaktır. Hamideddin Efendi bu vazifenin ehli olarak hizmetlerine devam etmektedir.
Dolayısıyla, Hamideddin Efendi’nin şu anda yürütmüş olduğu güzel faaliyetler, ümitlerimizi ileriye dönük pekiştirmiştir. Devletimiz bu mânevîyattan çok fayda görmüştür. Ülkemizdeki yanlış akımlara düşmeden, yanlış örneklere pirim vermeden yürütülen bu, devletçi, sahih tasavvuf anlayışı sahte anlayışlardan uzaktır.
Şeyh Hâmid-i Velî Hazretleri’nden beri Hacı Hulûsi Efendi’nin, Hamideddin Efendi’nin bu ülkeye getirdiği mânevî iklim, bizim geleceğimiz için çok güzel bir dayanak oluşturuyor; bir kuvvet, güç veriyor. Külliyenin en son şeklini inşallah gidip tekrar göreceğim. Hemşehrilerime selâm ediyorum.
Metin Emiroğlu/Özgeçmiş
1948 yılında ailesi ile birlikte Malatya’ya yerleşti. İlk, orta ve lise öğrenimini Malatya’da tamamladı. 1966 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1968 yılında vatani görevini piyade komando olarak yaptı. Daha sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi İşletme İktisadi Enstitüsü’ne devam etti ve lisans üst 1 yıllık eğitim dönemini bitirdi.
1969-72 yılları arasında DPT Sosyal Planlama Dairesi’nde Çalışma sorunları, Sosyal Güvenlik, Yaygın Eğitim Sektör sorumlusu olarak çalıştı. 1979 yılına kadar Türkiye Tekstil İşverenleri Sendikası Genel Sekreterliği yaptı. Bu dönemde mesleki kurslar açılmasını ve tekstil ihracatçı birliğinin kurulmasını organize etti.
1983 yılında Turgut Özal ile birlikte Anavatan Partisi Kurucu Üyesi ve milletvekili oldu. Plan ve Bütçe Komisyonu Başkanı ve ardından, Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanı olarak kabinede yer aldı. 1987 seçimlerinden sonra Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olarak görev yaptı. 24 Aralık 1995 Genel Seçimlerinde de Malatya Milletvekili olarak parlamentoda bulundu. Metin Emiroğlu halen serbest müşavirlik ve avukatlık yapmakta olup, evli ve iki çocukludur.
Musa TEKTAŞ
Yazarİhlâs, "arınmak" ve "saflaşmak" anlamına gelen hulûs kökünden türemiş bir terimdir. İslâmî anlamda, ibâdet ve iyi eylemleri yalnızca Allah için yapmayı ifade eder. İhlâs, kalbi şirk, riyâdan, kötü duy...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Sünbül Sinan Hazretleri, hac dönüşü şeyhinin vasiyeti gereği İstanbul’a dönerek kızı Safiye Hatun’la evlendi ve Koca Mustafa Paşa Dergâhında postnişin oldu. 1494 yılından vefâtına kadar (1529) kendi a...
Yazar: Resul KESENCELİ
Leylâ Hanım (?- 1847)‘Alîl-i derd-i isyâne devâsın yâ RasûlallahBize sûy-i cinâne rehnümâsın yâ RasûlallahSana âşık olanlar secde eyler hâk-i pâyindeCemî-i ümmete kıblenümâsın yâ RasûlallahYaratılmazd...
Yazar: Vedat Ali TOK
Hz. RasûlulIah (s.a.v.)’in vârisleri olan mânâ sultanları, yani mürşid-i kâmiller gönüller tabibidir. Gönüllere şifâ sunan doktorlardır. Onlardan ilim, hikmet ve edeb öğrenmek isteyen her ihvân ...
Yazar: Musa TEKTAŞ