ES-SEYYİD OSMAN HULÛSİ EFENDİ (K.S)’NİN MÜRŞİDİ İHRAMCIZÂDE İSMAİL HAKKI EFENDİ (K.S)’YE OLAN BAĞLILIĞI
Darendeli Osman Hulûsi Efendi, pak bir nazara bende olan gönlün Allah yolunun toprağı haline dönüşeceğini belirtirken, bunu tasavvuf yolunda her müşkilin çözümünü bir mürşid-i kâmile intisâbda görür.1 Mürşid-i kâmile bendeliği devlet olarak gören Hulûsi Efendi, intisâbı Hakk’a vuslat olarak görmekte ve bizlere şu şekilde çağrıda bulunmaktadır: Hulûsî âsitân-ı yâra yüz koy hâk-i pây ol kim Bu devlet lutf-ı Hak’dır âsitân-ı bâb-ı vuslatdır.2 Hulûsi Efendi söylediklerini âfâkî olarak beyan etmez ve sevenlerine kendi seyr u sülûk sürecinden örnekler verir. Mürşidi İhramcızâde İsmail Hakkı ile nasıl bir hâlet-i rûhiyeye büründüğünden detaylı bir şekilde bahsetmektedir. Tasavvufta aslolanın sağlam bir iman olduğunun altını çizer. “Rabb’imiz Allah’tır.” deyip Hudâ’ya binlerce defa şükrettiğini, edindikleri pâyenin mü’min olma hasleti olduğundan bahseder. Allah’a imanı Peygamber Efendimiz’in peygamberliğine imanla birlikte zikreder. Peygamber Efendimiz’e, âline ve ashâbına gönül dolusu selamlar gönderir, Peygamber Efendimiz’in getirdiği pak şerîatına bağlılıkla gönül dünyalarının âgâh olduğunu beyan eder. Ulûhiyyet ve nübüvvet esaslarındaki hassasiyetini belirttikten sonra velâyet yolculundan dem vurur. Yolunun ve meşrebinin Şâh-ı Nakşbendî’nin tarîkatı olduğunu söyler. Mensup olduğu bu tarîkatın istikâmet üzere hareket eden bir güzergâh olduğuna, âhiret inancına sımsıkıya bağlı olduklarına, dünyanın kaygısına aldırmadıklarına dikkat çekmektedir. Derviş olarak Şâh-ı Nakşbend’in usulünü devam ettirmekle beraber Karîbullah’ı mürşid edinmiştir. Olanca dikkatini kendisine verdiği İhramcızâde’ye derviş olmalarından dolayı kendilerini suçlayan kendini bilmezlere eyvallahı olmamıştır. İhramcızâde’nin varlık hazînesinden beslenen Hulûsi Efendi, kıyâmete kadar sürecek iştiyâk rûhundan bahsetmektedir. Melâmet kisvesine bürünmüş, tasavvufa yabancı olan nasipsizlerin ileri geri söylemlerine aldırış etmemiş, Dost’un hareminde, hakîkate mahrem olan gönül iklimiyle her hâliyle belirgin bir yola revân olmuştur. Baş koyduğu dâvâ uğruna ölmeyi hedeflemiş, İhramcızâde’nin dergâhına bağlı kalmış, dervişlik yolundan şüphesi olmamış, Nakşîlik usullerini gerçekleştirmiş ve Allah yolunun bendesi olmuştur.3 Bir mirşid-i kâmilin tesir halkası nasıl olur? Mürşidin derviş nazarındaki konumu nedir? Dervişin mürşide sevdâsı hangi düzeydedir? Şeyh ile mürîd arasında nasıl bir gönül bağı kurulur? Bir derviş şeyhine neden meftun olur? gibi sorulara Hulûsi Efendi doğrudan cevap verir. Müntesibi olduğu İhramcızâde’ye yönelik duygularını şiirinde şu şekilde açıklığa kavuşturmaktadır: İhramcızâde’yle beraberliğin kendisine ne denli can ve hayat verdiğinden bahseden Hulûsi Efendi, şeyhi İhramcızâde’ye candan sarıldığında gönlünün kurtuluşa erdiğini söylemektedir. Şeyhin nazarı zâlim nefsin katlini sağlarken, mütebessim çehresi affedilme umudunu takviye eder. Şeyhin mahmûr ela gözleri duygulandırırken kendini, gösterdiği lütuf ve ihsana nasıl karşılık vereceğini bilememektedir. İhramcızâde’nin teşrifleriyle ihyâ olduğundan bahseden Hulûsi Efendi, şeyhine vuslatını hayat, şeyhinden ayrılığı ölüm olarak görür. Sonunda bendesi olarak ayağına kapanan Hulûsi Efendi Sivas’tan Tokat’a ne denli bir serüven geçirdiğini şöyle beyan eder: Ayağına kapandım kölen Hulûsî dedim Ben Sivas’ı istedim o bana Tokat verir.4 Sivas’a ve Tokat’a varan Hulûsi Efendi, şeyhin kapısında ne buldu? Mürşidinin huzûruna nasıl vardı? İhramcızâde’nin kapısında ne aradı, ne buldu? Nakşî dergâhında gördüğü seyr u sülûk eğitimi kendisine ne verdi? Şeyhi onu hangi hâle ve ne denli büyük bir derde düşürdü? İşte Hulûsi Efendi bu soruların cevabını verdiği şiirinde İhramcızâde’de ne bulduğunu şu şekilde anlatır bizlere: Bugün bâbına geldik müflisânız Umarız vasla ni’met âcizânız Garîb-i kûy-ı yârız hicrân içinde Tarîk-ı Nakş-bend’e sâlikânız Yüzümüz yok tehî-dest ü gedâyız Velî bâb-ı rızâda âşıkânız Hulûsî derde düşmüş bî-devâyız Cemâl-i yâra hayrân râgıbânız.5 Karîbullah gibi bir mürşid-i kâmile erdikten sonra Hallâc-ı Mansûr’un “Ene’l-Hak” sırrından geçtiğini, Hızır gibi bir pâyenin âb-ı hayâtına muhtaç olmadığını belirten Hulûsi Efendi, yolunun taklit değil tahkik, derdinin merâsim değil hakîkat olduğunu söylemektedir. İhramcızâde’nin elinden bâde içen Hulûsi Efendi, nâil oldukları mânevî sırların kendilerini mest ettiğini, o aşk şarâbını içmeyenin mest ve hayran olamayacağını belirtir. İçilen bâdeyle ne denli özel sırlara mazhar olduğunu söyleyen Hulûsi Efendi, sırrı ifşâ etmediklerini, nâil oldukları mânevî güzellikleri başkalarından gizlediklerini, özeli ifşâya kalkışmadıklarını, ehil olmayanlara bu sırdan bahis açmadıklarını söyler. Onun her kesime ayrı bir dili, herkesin seviyesine uygun bir söylemi varken, hakîkatten başka bir derdi olmamıştır. O hırka derdinde değildir, post kavgasında, dervişlik iddiasında bulunmamaktadır. Ârif bir zat olarak hırka geleneğinin merâsiminde değil, hırkanın temsil ettiği hakîkatlerin peşindedir. Dindarlığı şekilden, resmiyetten, başkalarının ne diyeceklerinden uzak bir özel tecrübe olarak görmektedir. Karîbullah’ı Lokmân-ı Hekîm mesâbesinde hâzık hekim olarak görmekte, Karîbullah varken Lokmân-ı Hekîm’i aramanın ne denli fuzûlî olduğunu belirtmektedir. Şeyhini ilâhî zat nûrunun aynası olarak görmekte, şeyhinin sırrına vâkıf olduklarını, şeyhinin yanında miraca yolculuk gerçekleştirdiklerini söylemektedir.6 İhramcızâde gibi bir Hak dostuna gönül verdikten sonra Hulûsi Efendi’nin dünyası değişir. Fenâ makamına erer, varlık kisvesinden soyutlanır, bütün alakalardan kesilir, özünü Hakk’a bağlar, aşk tadında bir hayat yaşar, aşkın bedelini ağır öder, mâruz kaldığı dert ateşinden dolayı halktan nasıl cüdâ olduğunu şiirinde şu şekilde beyan eder: Giydim eğnimdedir abâsı aşkın dostlar abâsı aşkın Oldum âşinâ bir gedâsı aşkın dostlar gedâsı aşkın Varlığımı cümle verip fenâya dostlar verip fenâya Aldı nem var ise hevâsı aşkın dostlar hevâsı aşkın Murâdım terk edip uydum o yâra dostlar uydum o yâra Hâsıl olsun deyü rızâsı aşkın dostlar rızâsı aşkın Ayırtdı gönlümü dostdan kardaşdan dostlar dostdan kardaşdan Oldum garîb-i bî-nevâsı aşkın dostlar bî-nevâsı aşkın Hâk-i pâyına yüz sürelden pîrin dostlar sürelden pîrin Doldu dil ü câna safâsı aşkın dostlar safâsı aşkın Penâh edeliden dostun eşiğin dostlar dostun eşiğin Ulaşdı derdime devâsı aşkın dostlar devâsı aşkın Karîbu’llâh kapısına yöneldim dostlar kapısına yöneldim Göründü gözüme likâsı aşkın dostlar likâsı aşkın Düşürdü yolumu semt-i maksûda dostlar semt-i maksûda Hâdî-i râh olup hüdâsı aşkın dostlar hüdâsı aşkın Değişmem zevkimi iki cihâna dostlar iki cihâna Olaldan fakîr ü fenâsı aşkın dostlar fenâsı aşkın Ad ile sanından geçip Hulûsî dostlar geçip Hulûsî Toprak olup oldu bekâsı aşkın dostlar bekâsı aşkın7 Hulûsi Efendi başladığı seyr u sülük eğitiminde mürşidi İhramcızâde’nin dergâhını mânevî bir devlet olarak görmüştür. Eriştiği bu devlette kurbiyet makamını elde etmiştir. Hakk’a kurbiyet makamına erişince toprak misâli tevâzu kanatlarını yere indirmiş, lâ-mekân sırrına erip kararsız bir hale bürünmüş, halden hale geçmiştir. İhramcızâde’nin dergâhını izzet ve şeref kapısı olarak gören Hulûsi Efendi, mürşidinin huzûruna varmakla can bulduğunu, hayat kazandığını, izzete kavuştuğunu söylemektedir. Yâr ile yâr olanlar ikiliği gidermişler, benlik davasından geçmişler, sevgilinin dünyasına gark olmuşlardır. İhramcızâde’nin öğütlerini tutanların Kur’ân’ın ipine sımsıkı sarıldıklarını, Kâbe’nin huzur iklimini onun dergâhında bulup kopmayan sapasağlam bir ipe sarıldıklarını söylemektedir. Gurbette kalmayıp Karîbullah’ın dergâhına varmayı tavsiye eden Hulûsi Efendi, İhramcızâde’nin sözlerini ilâhî vahye uygun söylem, kendisinin Peygamber Efendimiz’e benzeyen ve Peygamber Efendimiz gibi güvenilir bir şahsiyet olduğunu söylemektedir. Âlemi onun tasarrufunda, devranı onun yaklaşımında görmekte ve onu vuslata ermiş âşıklardan biri kabul etmektedir. İhramcızâde imanın zâhirî hükümlerini yerine getirerek kulluk hassasiyetine bürünmekle birlikte aslında o, “elest” bezmindeki ikrârına sâdık kaldığı için mânâ şerbeti içenlerden olmuştur. Ezelde onu tanıdıkları için sevenleri onunla yâr olmuşlar, bu âlemde de ona yakın olmuşlardır. İhramcızâde’nin ayağının tozunu gözüne sürme yapan Hulûsi Efendi, onun dünyasına nazar etme imkânı bulan gözlerin hakka’l-yakîn mertebesine eriştiğinden bahsetmektedir. Hulûsi Efendi tasavvuf yolunda elde ettiği kemâli varlığını bu yolda yok etmekte görmüştür. Bu dünyada toprak gibi mütevâzı olanların yerini Arş-ı Âlâ olarak görmüştür. Hulûsi Efendi’ye göre her sözün sıdkı o sözün hâline bürünmektir. Hâle/yaşantıya dönüşmeyen sözlerin hepsi yalancıların kavli mesâbesindedir.8 İhramcızâde’nin ayrılığı Hulûsi Efendi’ye ağır gelir. Firkat acısı onu derinden etkiler. Üstâdının hicrânına dayanamaz. Mürşidine yönelik muhabbeti derin, ona duyduğu özlemi yüreğini dağlar bir hâldedir. Bağrı yanık bir edâyla seslendiği şiirinde Üstadının teşrifini arzulamakta ve şöyle seslenmektedir: Derdinle gönül başladı zâra Açıldı dilde nice bin yara Yüz tutup geldi sen kâmkâra Gel efendim gel kalma orada Üftâdelerin ağlar burada Vaslın umarken düşdü hicrâna Geldik kapına biz yana yana Te’sîr-i firkat işledi câna Gel efendim gel kalma orada Üftâdelerin ağlar burada …… Düşdü firâka Hulûsî ağlar Bu hasret odu ciğerin dâğlar Bütün ihvânın hep kara bağlar Gel efendim gel kalma orada Üftâdelerin ağlar burada9
Kadir ÖZKÖSE
YazarYûnus Emre’nin üzerinde durduğu en temel konu birlik ve beraberlik rûhudur. Birlikten güç doğacağını, acıların giderilmesi ve tatlılıkların paylaşılması husûsunda ortak hareket edilmesi, yüreklerin or...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Kendisinden önceki padişahların terk ettiği orduyla birlikte sefere çıkma âdetini tekrar başlatan Osmanlı sultanı Sultan III. Mehmed olmuştur. Devlet erkânını toplayıp onlara duygularını şu şekilde di...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Ahmed-i Yesevî, hikmetlerinde bizlere Kur’ân’ın öngördüğü zikir ibâdetini gündemde tutmakta, inananların zikirle uyanışa ermelerini öngörmektedir. Ahmed-i Yesevî, konuyu özellikle şu beş ana noktada e...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Osmanlı ulemâsı, ilmiye sınıfını oluşturan kalem erbâbının genel adıdır. Bunlar başta şeyhülislâm olmak üzere müderris, kadı, müftü ve vâizlerden oluşmaktadır. İlmiye sınıfının bir kısmı sarayın bîrûn...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE