EMÂNETE RİÂYET
Dinimiz ve dinî kültürümüz bize bazı kelimeler ve kavramlar hediye etmiş ve öğretmiştir. Bu kavramlar vâsıtasıyla biz zihniyet oluşturur, tavrımızı belirler ve kimlik oluştururuz. Bu kavramlardan biri de emânettir. Kelime olarak “eminlik, güven, güvenilir olmak” anlamına gelen emânet insan zihninde olumlu anlamlar çağrıştırır ve insana mutluluk verir. Emânet kavramı aynı zamanda mü’min insanda heyecan, hassasiyet ve sorumluluk bilinci oluşturur. Bunların tersi olan hıyânet, hâinlik, güvensizlik ise akla olumsuz mânâlar getirir ve âdetâ insanın içini karartır ve huzurunu kaçırır. Emânet, birisinin koruması için bırakılan maddî ve manevî hak anlamına gelir. Geniş anlamıyla, “Allah’ın kullarına yönelik tekliflerinin tamamına” emânet denilmiştir. Dinimize göre insan eşref-i mahlûkat ve Allah’ın yeryüzündeki halîfesi olarak tanımlanır. Bu insan, Allah’ın öğüdü ve rehberi olan Kur’an-ı Kerîm’in anlattığına göre ruhlar âleminde Rabb’ine verdiği ve ‘misâk’ denilen kesin sözü ve aldığı emâneti yerine getirmekle mükelleftir. Bu mânâda, herhangi bir şekilde kendisine emânet edilmiş bir malı korumamak nasıl hâinlik olmaktaysa; daha geniş kapsamlı olarak Kur’ân ve sünnet emânetini sahiplenmemek, İslâm’a yönelmemek ve İslâmî ilkeleri yaşamamak, yaşatmayı unutturmak veya engellemek de emânete ve emânet ilkelerine uymamak demektir.1 Emânet, Kur’ân’ın temel kavramlarından ve peygamberlerde bulunan sıfatlardan biridir. Kur’an’a, sünnete ve Rasûlullah’ın eşyâsına da “emânet” denir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.)’den nesiller yoluyla bize intikal eden mübârek hırkası vb. şeyler onun emâneti olarak “mukaddes emânet” diye müzelerimizde korunmaktadır. Yüce Allah yeryüzünü insan ve diğer canlılar için yaşanabilecek bir yer olarak yaratmış ve bunu da insan diye adlandırdığı varlığa emânet etmiştir. Ahzâb Suresi’nin 72. âyeti bize bu hakikati anlatır. Yani yerlerin, göklerin ve dağların yüklenmekten kaçındığı emânet, insanın sırtına yüklenmiş ve onun sorumluluk anlayışına teslim edilmiştir. Her insan bu emâneti taşıyamayacağı için de, bu emâneti taşıma özelliği olan bir insan grubu kâinatın yaratılışından beri hep olagelmiştir. Emâneti taşıyacak olan bu insanın adı “mü’min”dir. Emânet mü’minin imanına bağlanmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in pek çok önemli hususu imana bağlamasının sebebi de budur. Mü’min de emâneti taşımıyorsa o zaman kâinatın dengesi bozulur. Çünkü bu, tuzun kokması gibi bir şeydir. Kur’ân, kâinattaki dengeyi ve insanlar arasında huzuru sağlamak için emânet sistemiyle kâinatta bulunan her şeyi birbirine bağlamış, herkesi birbirine emânet etmiştir. Buna göre, insan kâinata, kâinat insana; insanlar birbirine; değerler, çevre, yeraltı ve yerüstü kaynakları insana emânettir. Şâirin ifadesiyle insan mukaddes yükün hamalıdır. Aynı zamanda insanın kendisi kendine; ailesi ve sorumluluğu altında bulunan diğer insanlar, insana emânettir. Karı kocaya, koca karıya, çocuklar ana babaya, ana baba çocuklara, öğrenci, öğretmene, öğretmen öğrenciye, çalışanlar işverene, işveren ve malı çalışanlara, halk idarecilere, idareciler halka emânettir. Hz. Peygamber (s.a.v.): “Emânete riyate etmeyenin imanı yoktur.” buyurduğuna göre de mü’minin emânete riâyet etmekten başka bir yolu yoktur. En özlü anlamıyla “güven” diyebileceğimiz emânet, kâinâtın huzur ve düzenini sağlayacak en temel duygudur. Vedâ Haccı’nda Rasûlullah (s.a.v.), emânet konusuna da vurgu yapmış ve mesela, kadınların da erkeklere birer emânet olduklarını açıklamıştır.2 Yine Vedâ Hutbesi’nde Rasûlullah, “Size iki emânet bırakıyorum ki, onlara sarıldıkça sapıklığa düşmezsiniz. Bu emânetler Allah’ın kitabı Kur’ân ve benim sünnetimdir.”3 buyurmuştur. Allahu Teâla, “emânet” kavramını Kur’an-ı Kerîm’de çok geniş bir anlamda zikretmiştir. Bir âyette emânetin önemi şöyle anlatılır: “Şüphesiz biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zâlimdir, çok câhildir.”4 Bu genel anlamlandırmadan sonra, Allah, emânetleri sahibine teslim etmemizi ve insanlar arasında hakemlik yaptığımız zaman adaletle hükmetmemizi emreder.5 buyurarak genel anlamda emânete riâyete ve yöneten ile yönetilenler arasındaki emânet ilişkisine işaret etmiştir. Emânete riâyet edilmediği zaman kâinatın dengesinin bozulacağını söylemiştik. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün şu uyarısı emânete riâyetin yozlaşması durumunda neler olacağını açıklamaktadır: “Emânet kaybedildiği zaman yani -işler ehli olmayanlara verildiğinde- kıyâmeti bekle.”6 Biz bunu yönetimde, eğitimde, iş sahasında ve bütün alanlarda görmekteyiz. Bir toplumda huzursuzluk, gerileme, anarşi, kavga, hoşnutsuzluk varsa mutlaka orada emânete hıyânet vardır, işler ehline verilmemiştir. Kıyâmet denildiğinde genellikle dünya denen gezegendeki hayatın bitip âhiret hayatının başlaması anlaşılır. Ancak oraya gelmeden önce daha başka kıyâmetler de vardır; toplumun huzursuzluğu da bir nevi kıyâmettir. İsrailoğulları başta olmak üzere, Kur’ân’da helâkinden bahsedilen bütün peygamber kavimleri emânete riâyet etmedikleri için helâk edilmişlerdir. Rasûlullah (s.a.v.), Allah’ın kendisine emânet ettiği dine ve dinin gerektirdiği her şeye emânet gözüyle bakmış ve onları hakkıyla korumuştur. Aynı zamanda maddî anlamda yanında bulunan emânet eşyaya karşı da hassas davranmış, hicretten önce, kendisinde bulunan emânetleri sahiplerine iâde etmişti. Çünkü kendisini peygamber olarak kabul etme şerefinden mahrum olanlar bile ona “el-Emîn” diyerek mallarını emânet ediyorlardı. Yüce Kur’ân emânete riâyeti, mü’minin temel özellikleri arasında saymaktadır.7 Çünkü mü’min, iman ve emânet aynı kökten gelmektedir. Emânetin kıymetini ancak mü’min bilebilir. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.v.), “Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu vakit yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz. Kendisine bir şey emânet edilirse ona hıyânet eder.”8 buyurarak “emânete ihânetin münâfıkların alâmetlerinden olduğunu”9 ve “emânet sahibi olmayan kişinin gerçek imânı olmadığını”10 söylemiştir. Emânetle ilgili âyet ve hadisler bize, emânete riâyetin cemiyet hayatında ve insanlar arasında huzur ve barışın sağlanmasındaki önemini göstermektedir. Buna göre, cemiyet içinde yaşayan insanlar dâimâ birbirlerine muhtaçtırlar. İnsanların alışverişte, dostlukta, komşulukta ve her türlü muâmelede birbirlerine karşılıklı bir itimatla bağlandıkları takdirde huzur içinde yaşamalarından şüphe edilemez. İnsanlar birbirlerine sağlam bir itimat beslemek sayesinde, işlerinin yolunda gitmesini bütün hayatlarının bir ahenk içinde geçmesini sağlamış olurlar. Bir tâcir ticaretini ancak doğrulukla ve sağladığı güvenle ileri götürebilir. Bir işçi hıyânetten uzak kaldıkça tuttuğu işte başarılı olur. Bir hükümdar ve bir kumandan yönetimi ve emri altında bulunanlara itimat ettiği takdirde savaşı kazanır ve idaresinde başarı gösterir. Eğer bir tâcirin hıyânet ettiğine kanâat getirilirse, kimse onunla alış-veriş yapmaz. Herhangi bir davanın takibi için itimat edilen bir avukat, kendine olan itimadı suiistimal ederek karşı tarafla işbirliği yapar ve kendisini avukat olarak tayin eden tarafa hıyânet ederse kimse ona dava takibi vermez. Kendisine emânet bırakılan veya verilen bir kimse ona hıyânet ederse ikinci defa ona bir şeyi emânat etmekte tereddüt edilir. O halde itimat ve güven her şeyin başında gelir. Başarılı bütün insanlar ve kurumlar aslında bir anlamda güvenin eseridirler. Çünkü insanlar, ahlâkından emin oldukları kimselerle işbirliği yaparlar. Başarının sırrı sadâkattedir. Hıyânet her musîbetin başıdır. Dine, millete, vatana hıyânet edenleri herkes lanetle yâd eder. Tarihe batkımızda hainlik yüzünden nice aile ocaklarının sönmüş, nice ticarethânelerin kapanmış, nice memurların işinden çıkarılmış olduklarını görürüz. Onun için İslâmiyet emânet ehli olmayı, sadâkat sahibi bulunmayı ve hıyânetten uzak kalmayı emreder. Çünkü sadâkat sahipleri belki bazı çileler çekmişlerdir, ancak her zaman başaran onlar olmuştur ve olacaktır. Zira bu, Allah’ın emridir. Allah kullarının zararına olacak bir şeyi emretmekten münezzehtir. Yüce Allah bir âyette şöyle buyurur: “Allah size, mutlaka emânetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür.”11
Abdullah KAHRAMAN
YazarHanefî mezhebinin kurucu imamı olarak kabul edilen İmam-ı Azam Ebû Hanîfe pek çok talebe yetiştirmiştir. Bunlar arasında bazıları diğerlerine göre daha çok ön plana çıkmış ve meşhur olmuştur. Onun meş...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN
Din, inanç, ibâdet ve muâmelât hükümlerinden meydana gelen İlahî bir yapıdır. İnanç ve temel ibâdetler ve bu ibâdetlerin oluşturması gereken ahlâkî erdemler Yüce Allah’ın bütün peygamberlerine vahyett...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN
İnsanlar yapıları gereği her zaman birbirleriyle iyi anlaşamaz ve yakın ilişki kuramazlar. Kendi aralarında meydana gelen çeşitli sebeplerle bazen de başkalarının arayı bozması sebebiyle birbirlerinde...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN
Adî b. Hâtim (v. 677686), Tay kabîlesinin lideri ve meşhur sahâbî... Müslüman olmadan önce fanatik bir Hıristiyan ve amansız bir İslâm karşıtı idi. Hz. Peygamber (s.a.v.), Tay kabîlesi üzerine Hz. Ali...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ