EHL-İ BEYT-İ MUSTAFA HEM TEMİZ, HEM TEMİZLEYİCİDİR
“Saygı bir davranış biçimidir. Sevgi ise bir gönül meselesidir. Rasulullah’ı ve ailesini saymak mümkündür. Terbiyeli insanlar bunu yaparlar. Sevmek ise¸ yüksek gönül sahibi olan insanlara mahsustur. Ve ifrat-ı muhabbette edeb sakıt olur. Bunu da herkes anlamaz. Edepsizlik gibi görülebilir¸ saygısızlık gibi görülebilir ama ifrat-ı muhabbette edep sakıt olur. Rasulullah Efendimiz’i sevmek demek O’nun sevdiklerini sevmek¸ sevmediklerini sevmemek demektir.”
“Saygı bir davranış biçimidir. Sevgi ise bir gönül meselesidir. Rasulullah’ı ve ailesini saymak mümkündür. Terbiyeli insanlar bunu yaparlar. Sevmek ise¸ yüksek gönül sahibi olan insanlara mahsustur. Ve ifrat-ı muhabbette edeb sakıt olur. Bunu da herkes anlamaz. Edepsizlik gibi görülebilir¸ saygısızlık gibi görülebilir ama ifrat-ı muhabbette edep sakıt olur. Rasulullah Efendimiz’i sevmek demek O’nun sevdiklerini sevmek¸ sevmediklerini sevmemek demektir.”
Ehl-i beyt tabiri neyi ifade eder? Ehl-i beyt’i sevmek ve saymak¸ o kutlu aileye ve nesle bağlı olmaya çalışmak ne anlama gelir?
Biz hep Amerikalılara kızıyoruz¸ kelimeleri kısaltıp konuşuyorlar diye. Ama biz de yapıyoruz aynı şeyi. Ehl-i beyt deyip geçiveriyoruz. Halbuki onun tamamı Ehl-i beyti Mustafa’dır. Ehl-i beyt kelimesi yetersizdir; çünkü hepimizin beytimiz var¸ ehlimiz var. Ehl-i beyt¸ “ev ahalisi” demektir. Ehl-i beyt-i Mustafa; “Mustafa’nın ev ahalisi” demektir. Biz ayran¸ limonata¸ çay vs. içeriz ama onlarla abdest alamayız. Çünkü¸ ayran¸ limonata¸ çay temizdir ama temizleyici değildir. Asit temiz değildir ama temizleyicidir. Kâinatta hem temiz hem de temizleyici olan şey vardır. Biri su¸ biri Ehl-i Beyt-i Mustafa. Hem temiz¸ hem temizleyicidirler. Ayrıca saygı bir davranış biçimidir. Sevgi ise bir gönül meselesidir. Rasulullah’ı ve ailesini saymak mümkündür. Terbiyeli insanlar bunu yaparlar. Sevmek ise¸ yüksek gönül sahibi olan insanlara mahsustur. Ve ifrat-ı muhabbette edeb sakıt olur. Bunu da herkes anlamaz. Edepsizlik gibi görülebilir¸ saygısızlık gibi görülebilir ama ifrat-ı muhabbette edep sakıt olur. Rasulullah Efendimiz’i sevmek demek O’nun sevdiklerini sevmek¸ sevmediklerini sevmemek demektir. Efendimiz’in zevceleri Kur’an hükmüyle müminlerin anneleridir. Anasını sevmeyen evlat zaten haramzadedir. Annelerimiz hakkında ayettir¸ seveceğiz. Ve bir zerre imana sahip olanlar bu sevgiyi taşırlar. Keza aile efradı da Efendimiz’in O’nun sevdiği için¸ sevilmeye lâyık olduklarından mana bizatihi hepsi mustakil olarak fevkalade sevgi ve saygıya layık insanlardır. Bizim ne yazık ki yeterince tetkik etme meraklısı bir ahalimiz yok. Bunların hepsi kitaplarda yazılı¸ biraz okuyuversinler. Ne kadar yüksek insanlar olduklarını¸ ne kadar saygıdeğer insanlar¸ ne kadar sevgiye lâyık insanlar olduklarını zaten öğreneceklerdir. Efendimiz’in ve ailesinin düşmanları sadece cahiller ve gafillerdir. İnanç meselesi ayrı bir meseledir. Bismark¸ Goethe hıristiyandır. Ama Bismark; “Senin zamanında yaşayamadığıma esef ediyorum¸ ey Müslümanların peygamberi. Hatıran önünde tazimle eğilirim” diyor. İman değil ama bir saygıdır bu. Belli olmaz bu saygısından dolayı Allah’ın Habibi’ne olan muhabbeti iman ile müşerref kılmış olabilir. Onu bilemeyiz.
Habibullah ne demektir¸ ‘Allah’ın Sevgilisi’ nitelemesinden ne anlaşılmalıdır? Makam-ı Mahbubiyet¸ sadece Efendimiz’e mi özgüdür?
Muhabbet asla tek taraflı olmaz. Mutlaka karşılıklı olur. Mahbub hub olarak görülen¸ güzel olarak görülen yani sevilen demektir. Cenab-ı Allah’ın sevdiği Muhammed (s.a.v)’dir. Bu sadece Efendimiz’e mahsus bir makamdır. Makam-ı Mahbubiyet¸ Mahbubu Kibriya¸ Habibi Kibriya’dır. Ayrıca insanlardan da¸ ümmetten de Rasulullah Efendimiz’e ve dolayısıyla Allah-ı Zülcelal’e büyük muhabbet besleyen zevat-ı kiram vardır. Onlar da Efendimiz’in mahbub-ı kibriya makamının varisleri olarak kendi miktarlarınca makam-ı mahbubiyet sahibidirler. Rasulullah Efendimiz’in varisleri; âlimler¸ arifler ve aşıklardır. Alimler nübüvvetine¸ arifler hikmetine¸ aşıklarsa muhabbetine varistirler. İnsanı yücelten yegane kıymet Muhammed mihengine vurulmaktır. Ne kadar Muhammedi isen ilimde¸ irfanda¸ muhabbette ne kadar Muhammedi ise o kadar büyüksün. İşte Hz. Abdulkadirleri¸ Hz. Mevlanaları¸ Hz. Hüdaileri¸ Hz. Suud Efendileri büyük yapan Yunus Emreleri¸ büyük yapan muhabbet-i Muhammediyyeleridir¸ başka bir şey değil.
Efendim Hz. Bilal malum Habeşliydi¸ Arapça telaffuzunun sorunlu olduğu rivayet edilir¸ ‘eşhedü’ diyemediği¸ ‘eshedü’ şeklinde telaffuz ettiği söylenir. Fakat Efendimiz¸ ezanı onun sesinden dinlemeyi tercih edermiş. Buna bazı sahabiler itiraz edince de¸ ‘Bilal’in sin’i¸ Allah katında şın’dır’ buyurmuştur. Hatta bunun üzerine Hz. Ebubekir’in¸ ‘keşke Muhammed’in hatası olsaydım’ dediği rivayet edilir. Bu sözü nasıl yorumlarsınız?
Rasulullah Efendimiz her hususta çok yüksek ve çok incedir. Eğer musıki ile bizzat meşgul olsa idi bunun bütün ümmete sünnet olması gerekirdi. Halbuki musıki bir kabiliyet meselesidir. Herkeste olmaz ama musıkiden lezzet almayan insan da olmaz. Efendimiz de o lezzeti en yüksek derecede alıyordu. Nereden biliyorum? Hz. Bilal gibi bir Habeşle¸ Hz. Abdullah İbn Mektun gibi bir ‘kör’ü -zahir itibariyla estağfurullah!- müezzin olarak tayin etmesinden de anlaşılabiliyor. Çünkü o kadar yakıcı¸ o kadar güzel ve o kadar ahenkli okuyorlar ki her ikisi de onları seçiyor. Rasulullah Efendimiz Kur’an-ı Kerim’i kendi mübarek¸ fasih lisanıyla okuduğu gibi bugün biliyorsunuz dünyadaki kıraat ilmine intikal etmiş yedi tane okuyuş vardır ve bunların hepsi doğrudur¸ hiç biri hata değildir. Resullullah Efendimiz’den hata zuhur etmez. Hz. Ebubekir’in burada söylediği çok ince bir sözdür. “Muhammed (s.a.v)’e yakın olayım. O’nunla bir ilgim olsun da hatası olayım” manasına yüce bir muhabbet ifadesidir. Hz. Ebubekir çok önemli bir zat-ı şeriftir. Bir sözü bizim için yeterlidir değerini anlamaya. “Yarabbi benim bedenimi öylesine büyüt ki cehenneme benden başka kimse sığamasın¸ müminler yanmasın.” Bir adam Rasulullah’tan sonra idareyi eline aldı diye emirül müminin olmaz. Bu sözü söyledi diye emirül müminin olur. Hz. Ömer de “Fırat kenarında bir dul kadının oğlağı kaybolsa benden sorulur” dediği için emirül miminindir. Bu incelikleri anlamak lazımdır.
“İlim bir şehirdir¸ kapısı Ali (ra)’dir” hadisini nasıl anlamak gerekiyor?
Hz. Ali’yi kelimelere sığdırmak mümkün değildir¸ bütün ashab ve ileri gelenleri gibi. Bu sadece Hz. Ali hakkında değildir. “Ben sıddıkiyet şehriyim Ebubekir kapısıdır¸ ben adalet şehriyim Ömer kapısıdır¸ ben haya şehriyim Osman kapısıdır¸ ben ilmin şehriyim Ali kapısıdır”. Bu sözün tamamı böyledir. Bu sadece Hz. Ali’ye mahsus değildir. “Ben Fatıma’danım¸ Fatıma bendendir.” Bunlar yakınlık ifade eden terimlerdir¸ Arapça deyimlerdir. Çok fazla yakınlık ifade etmek için kullanılmıştır. Hz. Ali hem Efendimiz’le kan bağı¸ hem damatlık bağı¸ hem de çok yakını olmak itibariyle çok yakınlar. Bu yakınlığı biz anlayalım diye bu sözler sadır olmuştur. Çünkü nasıl Kur’an-ı Kerim’de “Rasulullah’a itaat bana itaattir¸ O’na isyan bana isyandır” diye ayet-i kerime indiyse Resul-i Kibriya Efendimiz’in de bu nevi zevat hakkında söyledikleri sözlerle onlara itaat Efendimiz’e itaat¸ onlara isyan Efendimiz’e isyan demektir. Onun için Hz. Ali’ye isyan edenleri haklı görenlerin kulakları çınlasın¸ Hz. Ali’ye isyan edenler¸ Efendimiz’e¸ dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’e¸ dolayısıyla Allah’a isyan etmişlerdir.
Mirac’ın sırrı açısından bakıldığında¸ Efendimiz’in Cemal-i Hakk’a ayna olması hikmetini nasıl izah edersiniz?
Süleyman Çelebi’miz hakikaten çok yüksek hakikatleri bir beyte sığdırarak ifade etmiş çok önemli bir zat-ı şeriftir. ‘Sen ki miraç eyleyip ettin niyaz/Ümmetin miracını kıldın namaz.’
İşte bu Rasulullah Efendimiz’in namaz hakkındaki hadisleri de nazar-ı itibare alındığında beraberce düşünülürse Mirac¸ Allah ile ayniyet kesbetmek demektir. Aynı olmak demek değil ama ayniyet kesbetmek demektir. Hz. Mevlâna bunun misalini bir hikaye ile şöyle anlatıyor Mesnevi-i Şerif’te: Bir padişah bir saray yaptırmış. Bütün odalarını ayrı ayrı nakkaşlara tezyin ettiriyor. Birinci gelene de büyük bir hediye verecek. Bütün nakkaşlar talip olmuşlar. Kimi salonlara¸ kimi koridora¸ kimi şuraya¸ kimi buraya…Çok meşhur bir nakkaş da büyük salonun ana duvarına nakış yapmaya talip olmuş. İki delikanlı gelmiş demişler ki; “Efendimiz biz o büyük nakkaşın yapmış olduğu nakşın tam karşı duvarını istiyoruz. Ama bir şartımız var. araya bir perde gerilecek iş bitene kadar.” “Peki” denmiş. Aradan geçen zaman içerisinde bütün nakkaşlar duvarları nakışlamışlar. Son gün¸ artık hem yarışma¸ hem karar verme günü gelmiş. Hakikaten o meşhur nakkaşın yaptığı duvar nakışı diğer nakkaşların dahi takdirini kazanacak kadar fevkalade. “Fakat bir şart daha var perdeyi en son açacaksınız” demişlerdi. Daha önce birinciliği o meşhur nakkaş kazanmış¸ adeta belli; fakat perde açılacak. Perdeyi çekmişler karşıda aynı nakşın daha parlağı¸ daha güzeli. O meşhur nakkaş da hayret etmiş “Benim düşündüğümü siz nasıl düşünürsünüz. Benden kopya çektiniz.” Hayır¸ kopya çekmek mümkün değil; çünkü zaten padişahın muhafızları geziyor. Sadece duvara cila yapmış o iki delikanlı. Öyle bir cila yapmışlar¸ öyle bir parlatmışlar ki karşıdaki nakşı daha güzel bir şekilde aksettiriyor. Onun için Hasan Sezai efendimizin tabiriyle¸
“Muhammed’dir Cemal-i Hakk’a mir’at
Muhammed’den göründü kendi bizzat”
Ağır bir sözdür. Herkesin anlayabileceği bir söz değildir bu.
Anlamayanlardan ricamız; inkar etmesinler¸ “olur mu böyle şey?” demesinler. “Biz henüz anlayacak çağa gelmemişiz” desinler. Eksikliklerini kabul etsinler. Ricamız budur. Cemal-i Hakk’ın mir’ati nasıl Muhammed (s.a.v) ise¸ Muhammediliğin aynaları da evliyaullah efendilerimiz hazaratıdır. İşte onun için Ali’den nakışlar lemaan eder¸ parlar. Hz. Ali efendimizden günümüze kadar bütün turuk-ı aliyye yolcusu zevat-ı kiramda o kabloya bağlılık¸ o akıma bağlılık o paralellikle devam eder¸ kıyamete kadar da devam edecektir.
Kaside-i Bürde yazarını düşünürsek¸ bir şairin insanlık tarihi boyunca aldığı en büyük armağan Efendimiz’in hırkasıdır diyebilir miyiz¸ ne dersiniz?
O şiirin¸ o şairin gönlünü alacak bir şey. Bu gönül alma nedir? Çünkü bunlar gönül meseleleridir. Bu bir metelik de olabilir¸ bir tatlı tebessüm de olabilir. Efendimiz’in yaptığını nazar-ı itibare alırsak eğer sırtından çıkarıp verdiği hırka da olabilir. İşte yine bir Varis-i Muhammedi olan Mevlâna Celaleddin-i Rûmi efendimiz¸ kendisine Hz. Şems’ten haber getirenlere sırtındakini¸ üstündekini çıkarıp veriyor. Diyorlar ki “ya Hüdavendigar bunlar yalan söylüyorlar. Hz. Şems’i gördükleri falan yok.”
“Biliyorum” diyor¸ “verdiğim hediye yalanlarınadır. Doğru söyleselerdi canımı verirdim.” Bunlar muhabbet bahisleridir efendim¸ herkes anlamaz. Bu muhabbet bahsidir. Yunus Emre’mizin tabiriyle “âşık olan kişiler deligen olur/kişi neye gülerse başa gelegen olur/Derviş Yunus sen dahi incitme dervişleri/Dervişlerin duası kabul olagan olur.”
Mesela şair İkbal’in çok güzel bir sözü vardır. Hz. Fatıma’dan bahseden çok büyük bir makalesinde; “ben Hz. Fatıma’yı övmedim sözlerimde. O’ndan bahsetmek suretiyle Hz. Fatıma şeref verdi sözlerime” diyor. Bu başka şairler için de geçerlidir. Bu mealden söyleyen birçok zevat vardır. Şair İkbal çok yakın zamanda olduğu için söyledim.
Efendimiz’e yazılmış naatlar arasında en çok sevdiğiniz hangisidir? Naat geleneğine ilişkin neler söylersiniz?
Şimdi Müslüman dünyasında lisanlar değişiktir. Bugünkü yirminci asır başlarındaki dünya Müslümanlarının toplamının yüzde yirmibir civarı Arapça konuşur. Yani zannedildiği gibi Arapça konuşanlar Müslümanların ekseriyetini teşkil etmezler. Urduca daha kalabalıktır. Yüzde yirmisekiz civarındadır. Türkçe ve şubeleri yüzde yirmialtı civarındadır. Malezya ve Endonezya gibi mahalli diller de vardır. Boşnakça ve Arnavutça gibi diller de var Müslümanların kullandığı. Türkçe bütün tarih içerisinde Müslüman dünyasının yüzde yirmibeşler civarında olduğu halde dünya edebiyatında Efendimiz’e yazılan naatların yüzde sekseni Türk edebiyatına aittir. Biz Türkler Efendimiz’i çok severiz. Öyle severiz ki Süleyman Çelebi’nin deyimiyle; “Hem heva üzerine döşendi bir döşek/Adı Sündüs döşeyen anı melek.” Biz Efendimiz’in yer yatağında veya karyolada doğmasına bile razı değiliz. Ancak havaya döşenen bir döşek üzerinde dünyaya gelmesini kabul ederiz. Bunların olup olmaması önemli değildir. Bu hadiseler önemli. Bunlar edip insanların edebiyatıdır. Aşık insanların edebiyatıdır. Elbette ki dervişlik denen Rasulullah Efendimiz’e bağlılık geleneğinin edebiyatıdır. (Malum Süleyman Çelebi Hazretleri¸ Emir Sultan Hazretlerinin dervişidir. Nurbahşiyye tarikatına mensuptur. Bursa Cami-i Kebir’inin ilk imam ve hatibidir. Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılan Bursa Ulu Cami’nin.) Evet¸ yani biz Efendimiz’i çok severiz. Bunu en çok dile getiren de biziz ama bütün mücevherler kıymetlidir de bazılarına yüzük taşı gibi derler. Benim görebildiğim¸ okuyabildiğim çok küçük¸ birkaç kitaptan ibaret. Madem ki şahsen sordunuz benim için yüzük taşı olanlardan biri. Diğerine kıyamayacağım yani Şeyh Galip Efendimizin “Sultan-ı Resul Şah-ı Mümeccedsin Efendim” bir tanedir benim için. Bu objektif değil¸ subjektif bir görüş. Ama ‘sen Ahmed- u Mahmud u Muhammedsin Efendim…’
Bu sözler şair tabiatı ve tabiat-ı şiiriyye ile söylenecek sözler değildir¸ aşk-ı Muhammedi lâzımdır. Onun da basamağı yine Şeyh Galip efendimizin sözüyle: “Efendimsin cihanda itibarım varsa sendendir…” diye başlayan Hz. Mevlâna’ya yazılmış olan şiirdir. “Başımda bir külah-ı iftiharım varsa sendendir” diye. Tabi bunlar hep silsile silsile olur. Bir taşın durgun suya atıldığında çıkardığı halkalar gibi görüntüsü birbirinden ayrı ama aslı aynıdır. Biz baktığımız zaman halka halka görüyoruz¸ hepsi havuzdaki su. Yani Muhabbet-i Mevlâna demek Muhabbet-i Muhammediye demektir. Muhabbet-i Muhammediye demek Muhabbetullah demektir. Zuhuru değişiktir ama işte şaşı olmayanlar¸ iki gözle bir görmeyi bilenler bunları birbirinden ayıramazlar. Çünkü ‘münhasır vasıta-ı rüyet iken göremez kendini dide bile.’ Göz görme vasıtası olduğu halde kendini göremez. Bunları doğru görmek lâzım¸ şaşılığın âlemi yok. Gönül tedavisi olursa şaşılıklar geçer.
Çok teşekkür ederiz üstadım.
Ben teşekkür ederim. Bu vesile ile Somuncu Baba Dergisi okurlarını en kalbi duygularla selamlıyorum.
|
Sadık YALSIZUÇANLAR
Yazar