EHL-İ AŞKIN YOL HARİTASI
"Tasavvuf edebiyatında; harâbât tekkeyi¸ şarab irfan ve Allah aşkını¸ sâkî ise mürşidi temsil etmektedir. Beyite bu penceren bakınca anlam bir öncekinden tamamen farklı bir noktaya gelmektedir."
Es-Seyyid Hulûsi Efendi (k.s.)'nin gönül iklimi¸ rahmet yüklü bulutlar gibi şiir yüklüdür. Tasavvufu¸ düşünce dünyasından ötede hâl dünyasında da yaşamış ve hissettiği Rahmet tecellilerini doğuş' adıyla sevenleriyle paylaşmıştır. Hulûsi Efendi'nin ilham kaynaklı sözleri şiir olmaktan öte irşad vazifesi de gören birer ders niteliğindedir. Çünkü mutasavvıf şaire göre şiir¸ duygu hâlinden öte¸ insana varoluşunu sorgulamasını ve kendi varlığının farkına varmasını öğütleyen "Mutlak Hakikati" arama işidir. Seçmiş olduğumuz şiir¸ Hulûsi Efendi'nin kalbine yansımış olan hakîkat tecellilerinden bir numunedir.
Senin şem'-i cemâlin olmasa pervânen olmazdım
Senin "Ve'l-Leyl" zülfün olmasa dîvânen olmazdım
(Senin cemâlinin mumu olmasaydı pervâne olmazdım (ve) senin vel'leyl (gibi olan siyah) saçın olmasaydı dîvâne olmazdım.)
Mum Sevgili Pervâne İse Âşıktır
Birinci mısrada geçen şem ve pervâne kelimeleri Dîvân edebiyatı geleneğinde birlikte kullanılan kavramlardır. Bu iki kavram birlikte kullanıldığı zamanlarda sevgili ve âşık kastedilmektedir. Zira mum sevgili pervâne ise âşıktır. Eski zamanlarda meclislerde mum yakılırdı. Gece karanlığında bu mumun etrafında pervâneler bulunurdu. Pervâne mum ışığında döner döner ve öyle bir an gelir ki kendini ateşe atarak yakar. Bu hayâli¸ şairler sevgilinin etrafında pervâne olmak ifadesiyle kullanmışlardır. Ancak bu hayal mutasavvıf şairlerin dünyasında başka mânâlar ifade etmektedir.
Sâlik'in aşkı beyitte şem'-i cemâl şeklinde ifade edilmiştir. Çünkü onun için cemâl sahibi tek zât Allah'tır. Âlemde cemâlden gayrı bir şey yoktur. Çünkü Allah¸ âlemi kendi sûretinden başka bir sûrette yaratmamıştır. O güzeldir¸ o hâlde âlem bütünüyle güzeldir. Âşığın pervâne olması bu eşiz güzelliği müşahede etmesi anlamına gelmektedir. Tasavvufta cemal müşahedesi¸ kalblere nurların¸ sırların¸ lezzetli sözlerin¸ dostane ifadelerin tecelli etmesi ve Allah'a yakınlık durumudur. Cemâl¸ ilâhî rahmet cinsinden lütuf ve merhamet vasıflarıdır. Hâl böyle olunca pervâne misali âşığın kendini ateşe atması ise bu ilâhi kaynağa yani vahdete erişmesidir.
İkinci mısrada âşıklığın bir başka hâli anlatılmıştır. Sevgilinin saçı¸ gece ve karanlık gibi simsiyahtır. Bu nedenle sevgilinin saçı kara siyah anlamına gelen Kur'an-ı Kerim'in doksan ikinci sûresi olan Ve'l-leyl' tâbiriyle ifade edilmiştir. Âşıkların gönlü her daim sevgilinin saçına bağlıdır. Saçları tarafından adeta zincire vurulmuştur. Eski zamanlarda akıldan âzâde dîvâne kişileri zincire vurarak tedavi ederlermiş. Bu nedenle âşık kendini¸ sevgilinin saçları tarafından zincire vurulmuş dîvâne olarak nitelendirmektedir. Aynı zamanda sevgilinin saçının kokusu ve rengi de aşığın aklını başından almaktadır.Tasavvufta zülf¸ hiç kimsenin ulaşamadığı gaybî hüviyeti temsil eder. Zülf¸ Hakk'ın zâtı ve künhüdür. Sâlik vecd halinde iken akıl ve hislerle izah edemediği bazı gaybî hallere şahit olur. Bu nedenle Hulûsi Efendi kendini dîvâne olarak nitelendirmektedir.
Karârın gönlümün ger almasaydı hüsn-i tâbânın
Şarâb-ı la'lininûş eyleyip mestânen olmazdım
(Eğer parlak güzelliğin gönlümün kararını almasaydı¸ dudağının şarabını içip sarhoş olmazdım.)
Hüsn-i tâbân ile yalnız Hakk'ın zâtında bulunan kemâl ifade edilmek istenmiştir. Âlemdeki bütün güzellikler¸ O'nun güzelliğindendir. Beyitte ifade edilen Hüsn¸ ilâhî güzelliktir.Bu güzelliğin gönlün kararını alması ise tasavvuftaki hâl mertebelerinden olan vecde işarettir. Zira vecd mertebesi ezeli nurun parıltısının kalbe yansıdığı ve hakiki cezbenin ruhu uyandırdığı makamdır. Hakk'ın vechinin ve ezeli zatının nurunun parıltısıyla meydana gelen vecd¸ akıl veya his ile kavranabilecek bir hal değildir.
İkinci mısrada¸ Hulûsi Efendi (k.s.) vecd hâlinden hayret makamına geçişini bazı sembollerle anlatmıştır. Âşığın temel gayesi aşk şarabı içmektir. Ancak bu şarap öylesine bir şarap değil sevgilinin la'l gibi kırmızı dudağının şarabıdır. Tasavvuf edebiyatında; içki¸ dudak¸ yanak¸ şarap¸ kâse¸ sâkî gibi mecazlı kullanımlar¸ tamamen sûfinin geçirdiği¸ yaşadığı hâllerin veya bazı tâbirlerin sembolüdür. Mısrada la'l ile ifade edilen dudak ise tasavvufta vahdeti simgeler. Gönül aşk şarabıyla sarhoş olmuş ve hayret makamına ermiştir.
Harâbât Tekke¸ Sâkî İse Mürşiddir
Bi-hamdi'llâh düşürdün râhımı semt-i harâbâta
Velî yoksa ne mümkün sâlik-i mey-hânen olmazdım
(Hamd olsun yolumu meyhânelerin semtine düşürdün¸ yoksa ne mümkün mey-hânenin sâliki olmazdım.)
Eski zamanlarda meyhânelerin bulunduğu semtlere semt-i hârâbat adı verilirdi. Yolu bu semtlere düşenler ise hiç şüphesiz o meyhânelerden birinin müdâvimi olur ve kendi de o harâb-hâneler gibi harâb olurdu.
Ancak Hulûsi Efendi'nin hârâbâtdan ve meyhâneden kastının bu olmadığı bilinmektedir. Çünkü mutasavvıf bir şair için¸ bir önceki beyit vesilesiylede izah ettiğimiz gibi¸ semboller hâlini anlatmakta yardımcı unsurlardır. Tasavvuf edebiyatında; harâbât tekkeyi¸ şarab irfan ve Allah aşkını¸ sâkî ise mürşidi temsil etmektedir. Beyite bu penceren bakınca anlam bir öncekinden tamamen farklı bir noktaya gelmektedir.
Ancak beyitte anlatılmak istenen bir üçüncü anlam daha vardır. Hârâbat tabiri¸ sûfinin¸ maddî ve nefsî dediğimiz yönünü yıkması ve kendisinde dünyalık bir şey kalmaması anlamında kullanılmıştır. Meyhâne kelimesi de aynı mânâyı ifade için kallanılır. Hak âşığı sâliklerin dünyalarını harap etmeleri¸ ahireti imâr içindir. Zira âyetlerde¸ dünyanın bir oyun yeri olduğu¸ ahiretin dünyadan daha hayırlı bulunduğu anlatılmaktadır. Harabelik¸ yıkık yer¸ kimseye mal olmayan¸ ne kadar onarılırsa onarılsın¸ bir türlü mamur hâle gelmeyen¸ bir çeşit sarhoş olup sonunda yıkılıp giden¸ yok olan şu dünyadır. Zira Allah'ın vechinin haricinde olan her şey fânidir¸ yok olucudur¸ helak olucudur. (55/Rahman¸ 26-27) Hulûsi Efendi (k.s.) Rabbine bu hali kendisine ihsan ettiği için hamd etmektedir. Çünkü Allah'ın ihsânı ve keremi olmasa kulun doğru yolu bulması mümkün değildir.
O günde rûhumuvaslın demiyle etmesen sîr-âb
Bugün bezm-i gamında tâlib-i peymânen olmazdım
(O gün¸ ruhumu vuslat şarabıyla doyurmasaydın¸ bu gün gam meclisinde kadehinin tâlibi olmazdım.)
Beytin genel anlamına bakıldığında Hulûsi Efendi (k.s.)'nin O gün' ifadesi ile Bezm-i Elest'i ifade ettiğini anlarız. Bezm-i Elest¸ Farsça ve Arapça iki kelimeden oluşmuş "Elest Toplantısı" anlamında bir tabir. A'raf Suresi'nin 172. âyetinde Allah ruhlara "Elestübi-Rabbiküm" (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) sorusunu yöneltince ruhlar "Belâ" (Evet) dediler. İşte bu toplantı¸ ruhlar bedene girmeden yapılmış¸ Allah ile ruhlar arasında "misak" (sözleşme) vuku bulmuştu. Orada verilen sözün doğruluğunun sınanması için¸ Allah¸ ruhları bu imtihan dünyasına gönderdi. İşte Allah ile ruhlar arasındaki sözleşmenin meydana geldiği bu toplantıya¸ ayete telmihte bulunularak Bezm-i Elest' denmiştir. Bezm-i Elest¸ Dîvân edebiyatında şairlerin sıklıkla başvurdukları bir ifadedir. Zira şairler âşıklıklarını bezm-i eleste dayandırmaktadırlar. Ve Evet' anlamına gelen Belâ' ifadesiyle cinas yaparak¸ alınlarına belâ yazıldığını ve aşkın belâsına düştüklerini ifade ederler.
İlk mısrada Hulûsi Efendi şarab kadehinin tâlibi olmasını birinci mısrada ruhunun vuslat şarabına doyurulmasıyla ifade etmiştir. İlk mısradaki vaslın demi' ifadesini kavuşma anı olarakda düşünülmemelidir. Çünkü ardından gelen Sîr-âb (suya doymuş¸ kanmış)' ifadesi dem'in şarap anlamında kullanıldığını göstermektedir. Zaten ikinci mısradaki tâlib-i peymâne' ifadesi de bu anlamı kuvvetlendirmektedir.
Hakk'ın Kapısının Eşiğine Yüz Sürmek
Hulûsi Efendi dünyayı gam meclisi olarak adlandırmaktadır.Dünya ehl-i kalb için bir gam meclisidir. Ancak bu mecliste huzur tâlib-i peymâne olmak ile bulunabilir. Çünkü aşk şarabına kavuşmanın ilk mertebesi kadehe tâlib olmaktır. Zira tasavvufta hedefe ulaşmak için dört mertebe vardır. Bunlar; tâlib¸ mürid¸ sâlik¸ vâsıldır. Diğer makamlara ulaşmak ve murada vasıl olmak için önce tâlib olmak gerekir. Bu sebeple¸ "Men talebe ve cedde vecede" (İsteyen ve bu isteğinde ciddî olan hedefe ulaşır.) denmiştir.
Hulûsîkemteri dergâha lutfun etmese bende
Koyup yüz âsitâna âşık-ı ferzânen olmazdım
(Eğer lütfun kemter Hulûsi'yi dergâha kul¸ köle etmese¸ eşiğine yüz koyup nefsinden sıyrılmış âşık olamazdım.)
Bir önceki beyitlerde ifade edilen doğru yolun lütuf ile mümkün olması bu beyitde de tekrar edilmiştir. Zira kul sahip olduğu hasenâtı Allah'tan¸ işlediği seyyiâtı nefsinden bilmelidir. Bu kâideye binâen Hulûsi Efendi de Allah'ın lütfunu çokça ifade etmektedir. Bu lütuf sayesinde Hulûsi Efendi Hakk'ın kapısının eşiğine yüz sürerek nefsinden sıyrılmış bir âşık olma imkânı bulmuştur.
İkinci mısrada ifade edilen eşiğe yüz sürmek ve nefsinden sıyrılmak tabirleri beytin anlamını tam kavramak açısından önemlidir. Doğu toplumlarında eşik kutsal sayılmış ve yüce kişilere saygının ifadesi olarak eşiklerine yüz sürülmüştür. Beyitte bu durum âsitân (yüz koymak eşiğe secde etmek)' kelimesiyle anlatılmıştır. Divan edebiyatında sevgilinin eşiği âşığın secdegâhıdır. Eşik tasavvufta ise mahviyeti simgeler. Mürid şeyhinin kapısının eşiğini öpmesi¸ eşiğe yüz sürmek olarak ifade edilir. Eşiğe baş koymak bağlılığı ifade eder. Dergâhın eşiği müridi zahirden batına¸ mecazdan hakikate götüren kapının parçası olması sebebiyle kutsal sayılmıştır. Ayrıca âsitan kelimesinin dergâh ve tekke anlamına gelmesi anlamı daha da derinleştirmektedir.
Görüldüğü üzere her şiirinde bizlere aşk bahçesinin farklı farklı güzelliklerini gösteren Hulûsi Efendi¸ bu gazelinde de bize gönlünde duyduğu tecelli yansımalarını ifade etmiştir. Gazel ilk beyitten itibaren adeta aşk yolunda aşılması gereken vadileri ve hâlleri bizlere göstermektedir. Vecd halinden hayret makamına¸ vuslatdan mahviyete kadar ehl-i aşkın yol haritasını çizmektedir. Ele aldığımız gazel¸ gerçek makamın sahibi olmak için çok yol katetmek zorunda olan sâlikler için özet bir tarif niteliği taşımaktadır.
Hüseyin ALPSOY
YazarAşığın gönlü hep yaralıdır. Bu kıyafetinden yaralı sinesi de zaten rahatlıkla görülebilmektedir. Âşığın gönlündeki yaralar iki şekildedir¸ şerha şeklinde elif' ve göz göz olmuş he'....
Yazar: Hüseyin ALPSOY
Osmanlı padişahlarının onuncusu, 89. İslâm halifesi olan ve “Muhteşem Süleyman” olarak anılan Kanûnî Sultan Süleyman 1494 (bir rivayete göre ise 1495)’te, babası Yavuz Sultan Selim’in sancakbeyi (vali...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Hayatın ayrılmaz bir parçası olan ölüm, tarih boyunca düşünürler, din önderleri ve âlimlerin varlığı anlama ve anlamlandırmalarını sağlayan temel kavramlardan biri olmuştur. Bu anlamda ölüm, şairleri ...
Yazar: Bilal KEMİKLİ
Her ilim dalı ‘hoca-talebe’ münasebetinin zorunlu olduğu süreçlere şahitlik eder. Örneğin bir ustanın dizinin dibine oturmadan usta bir marangoz olunmayacağı gibi bir kimsenin alanında uzman bir hocan...
Yazar: Fatih ÇINAR