Editör’den... (Ocak 2019)
“Yaratılanı yaratandan ötürü sevmek” mefhumu, insanlara genel manada güzellikleri telkin eder. Yaratılmışların en şereflisi olan insan elbette ki, “ahsen-i takvim” olduğu için fıtrî olarak da, cismî olarak da en güzel surette yaratılmıştır. Onun içindir ki, güzel insanların becerikli ellerinde şekillendirdiği her şey, hatta dillerinden dökülen her kelime bile bir sanat eseri olarak izhar olmuştur. Herhangi bir çalışmanın sanat eseri olabilmesi için, bir insanın elinden çıkmış olması, güzel olması ve orijinal olması gibi şartlara haiz olması gerekmez. Allahu Teâlâ’nın kudretiyle yaratılan tabii güzellikler insanda hem heyecan uyandırmakta hem de güzellikler sergilemektedir. İnsanların ürettiği ancak basit bir masanın veya bir rahlenin her hangi bir sanat anlayışı taşımadığı dikkate alındığında genel olarak güzellik taşıyan her şey bir sanat eseridir. İnsanı diğer canlılardan üstün yapan özellik onun maddî tarafı değildir. Çünkü bu diğer canlılarda da bulunan, görülen ortak bir özelliktir. Hâlbuki insanın gerçek varlığını ortaya koyan en mühim âmiller; onun dinî-ahlakî, ilmî ve sanat yönüdür. İslâm tarihi incelendiğinde; insanlık tarihinde sanat eserlerinin ve estetik düşüncenin İslâm’la hayat bulduğu görülür. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in oğlu İbrahim’in kabrinde bulunan bir taş parçasının göze çirkin görülmesinden dolayı kaldırılmasını istemesi, İslâm Peygamberi’nin güzel düşüncesine ve estetik anlayışına bir timsaldir. Yine Kur’an’ın ve ezanın güzel sesle okunmasını teşvik etmesi de bu grupta değerlendirilebilir. Kabul ettiğimiz bu yüce din, yalnız doğruluk, iyilik gibi ahlaki umdeleri değil, güzellik ve güzellik adına var olan değerleri de ihtiva etmektedir. Bir hadis-i şerifte “Muhakkak ki Allah güzeldir, güzelliği sever.” buyurulmaktadır. Yerlerin, göklerin, bitkilerin, hayvanların, insanların güzelliği ve yalnız gövdede değil ruhta, sözde, işte ve yaşayışta güzellik İslâm’ın ideal hedefi olmuştur. İslâm sanatının neşvüneması, sadece “kalb-i selîm”in yeniden ele geçirilmesine bağlı bir keyfiyettir. İçinde debelendiğimiz şüphe hâli ancak “kalb-i selîm” ile izâle olunabilir; sadece sanat yapmak için değil, varlığın her cinsiyle yeniden aynı lisanı tekellüm edebilmek için evvela kalb-i selîm’e muhtacız. Osmanlı gibi dinî kültürün yaygın olduğu toplumlar sanatın gelişimine beşiklik etmiş, dünyaca meşhur birçok sanatçı ve sanat eserinin meydana gelmesine, esas itibariyle İslâm’ın köklü müesseselerinden olan tekke kültürü vesile olmuştur. İnsanı her yönüyle tanıma ve gönül tezgâhında dokuma mekânları olan tasavvuf merkezleri, bir nevi sanat ve zanaat mektepleridir. Bir mürşidi kâmilin rahle-i tedrisinden geçmeyen, olgunlaşmamış ruhların estetik düşünceden mahrum olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü tasavvuf insana sevmeyi, sevilmeyi ve güzel düşünce ortamını temin eder. Böyle bir ortamda yetişen, hem ilim sahibi hem edeb numunesi hem de eşyada hakikati görebilen bir gönül ayinesine sahip olur. Tasavvuf, insanın ve eşyanın gerçek suretini görme melekesi kazandıran bir okuldur.
Musa TEKTAŞ
YazarKanûnî’nin küçük oğlu Selim, 28 Mayıs 1524’te İstanbul’da dünyaya geldi. Annesi Hürrem Sultan, saray içinde sözü geçen, etkili bir kadındı. Saray kadınlarına ve hizmetkârlara, Şehzade Selim’in terbiye...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Ramazan ayının kalan yarısını idrak ederken, bin aydan daha hayırlı Kadir Gecesi’ni ve Ramazan’ın bitimiyle de bayramı yaşayacağız inşaallah. Bu mübarek günler, hayırların tavsiye edildiği ve mü’minle...
Yazar: Raziye SAĞLAM
Tasavvufî anlayışa göre hevâ ve heves nefstedir. Bazı sûfîler, nefs kavramıyla insanın kötü sıfatlarını ve isteklerini kasdederler. Nefs, tabiatında ebediyet arzusu, cimrilik, acelecilik, hırs, nankör...
Yazar: Musa TEKTAŞ
İslâm tasavvufunda asıl amaç, Allah’a ulaşmaktır. Bu hedefe varabilmek için dünyevî bağlardan, aşırı mal sevgisinden ve en nihâyetinde kendi varlığından geçmek gerekmektedir. Bu süreci gerçekleştirebi...
Yazar: Musa TEKTAŞ