EDEB'İN ÖNEMİ
“Cemiyetin düzeni ve ferdin aklî dengesinin normal olması¸ sosyal münasebetlerin normal olmasına bağlıdır. İçtimaî düzenin olmadığı yerde ferdî hayatın sıhhatinden bahsetmek mümkün değildir.”
“Cemiyetin düzeni ve ferdin aklî dengesinin normal olması¸ sosyal münasebetlerin normal olmasına bağlıdır. İçtimaî düzenin olmadığı yerde ferdî hayatın sıhhatinden bahsetmek mümkün değildir.”
Edeb'in Fert Açısından Önemi:
İslâm âdabının gayesi¸ Müslümanları¸ Allah Teâlâ'nın beğendiği bir edeple süsleyerek¸ başka insanlarla olan münasebetlerinde ölçülü hareket etmelerini sağlamak; hem şahsın hem de toplumun huzur içerisinde yaşamasını temin etmektir. Şurası bir gerçektir ki¸ "cemiyet içerisinde yaşayan her fert¸ insan olarak aynı derecede saygıya lâyıktır. İnsanlar arasında sınıf farkı değil¸ terbiye ve tahsil farkı geçerli olacağından; herkesin aynı derecede terbiyeli olması beklenebilir."1 Ayrıca¸ insanlar arasında ölçülü davranmak ve hukuka riâyet etmek... şahsa haysiyet ve şeref kazandırır ve şahsı övgüye lâyık kılar.
Ashabına en güzel bir şekilde örnek olan Hz. Peygamber¸ onlara bir öğütlerinde ölçülü davranmayı tavsiye ederken şöyle buyurmuştur: "Hüsn-ü hâl¸ teennî (düşünerek hareket etmek) ve iktisad (ölçülü davranmak) Peygamberliğin kırkta biridir."2 Görülüyor ki¸ insanlarla iyi geçinmek¸ konuşurken düşünerek konuşmak ve her haliyle güzel görünmek kişiye peygamberlik vasıflarından birisini kazandırıyor.
Bunlarla beraber¸ sosyal münasebetlerin normal olarak sürdürülmesi; şahsın akli dengesi ile yakından ilgili olup sıhhatine de büyük etkisi vardır. Bu husus psikologlar tarafından da tespit edilmiştir. Şöyle ki: "Sosyal münasebetler akli denge ile bağlantılı mıdır?" şeklindeki soruya verilen cevap aynen şöyledir: "Yapılan incelemelerde¸ ele alınan psikiyatrik hastaların çeşitli ve farklı illetlerine rağmen; bir noktada birleştikleri dikkati çekmektedir: Hepsinde de çevrelerindeki kişilerle münasebet kurmak ve anlaşmak zorluğu görülmüştür. Akıl hastanelerindeki tarihçeleri incelenince; akli denge bozukluğundan önce de etraflarındaki insanlarla (aile¸ arkadaş¸ meslektaş v.s.) normal ve iyi münasebet kuramadıkları ortaya çıkmıştır. Münasebet kuramamanın mı hastalığı başlattığı¸ yoksa hastalığın mı sosyal münasebetleri engellediği tartışılmaktadır. Şurası muhakkak ki¸ zihnî denge ile beşerî münasebetler arasında yakın bir bağlantı vardır. Kimse ile geçinmeyen¸ kimseyi sevmeyen; yahut anormal ve müstebit sevgi tezâhürü ile davranan¸ insanlardan kaçan ve onları kendisine düşman sayan vs. hislerle buhran içinde olan kimsede bir çeşit dengesizlik tesbit edilebilir."3
Abdurrahman es-Sâfûrî (v. 894 h.) bir beytinde¸ akılla edebi bir arada zikretmiş¸ birbirleriyle olan yakın ilişkilerini veciz bir tarzda şöyle terennüm etmiştir: "Allah¸ hiçbir kimseye akıl ve edepten başka daha üstün bir bağışta bulunmamıştır. O ikisi gencin güzelliğidir. Şayet onları kaybederse hayatın en güzel şeyini kaybetmiş olur."4 Gerçekten akıl ve edep¸ nezâket kurallarını öğreten¸ şahsı hürmete lâyık kılan¸ makam ve mevki sahibi yapan etkenlerdir. Bu ikisi birden veya herhangi birisi olmayan kimseler cemiyete¸ insan olmaktan ziyade bir değere sahip olmayan zavallılardan başka bir şey değildiler. Mevlânâ (v. 1273) Hazretleri de: "Ey âşıklar¸ nefsinizi edeple süsleyin. Zira aşk yollarının hepsi de edepten ibarettir."5 diyerek¸ İlâhî Aşk'a varan yolların tamamının edepten ibaret olduğunu; O'na varabilmek için nefsi edeple tezyin etmek gerektiğini Hak âşıklarına işaret etmiştir.
Buraya kadar yapmış olduğumuz izahatta görülen hakikat şudur ki¸ toplum içinde yaşayan fertlerin şeref ve haysiyet sahibi olabilmeleri¸ insanî olgunluğa ve İlâhî Aşk'a varabilmeleri için edeb ve muâşereti öğrenip bunlara riâyet etmeleri şarttır. Çünkü cemiyetin düzeni ve ferdin aklî dengesinin normal olması¸ sosyal münasebetlerin normal olmasına bağlıdır. İçtimaî düzenin olmadığı yerde ferdî hayatın sıhhatinden bahsetmek mümkün değildir. Aldos Hexley¸ "Texts and Pretext" adlı eserinde şöyle der: "Ruhen çözülen insanın ahlâkî suçluların yanına gelmemesine imkân yoktur."6 Bu oldukça doğru bir sözdür. Zira aklî dengenin bozulması demek¸ insanın her şeyini kaybetmesi demektir. Ondan her türlü kötülük beklenebilir. Bu sebeple Allah Teâl⸠Müslümanlara¸ büyüğünün yanında ses tonunu ayarlamaya varıncaya kadar... tüm âdabı¸ âyet-i kerîmeleriyle bizzat ta'lim etmiş; içtimaî yaşayışlarının düzen ve âhengi için de bunlara uymayı zorunlu kılmıştır.7 İslâm'dan başka da hiçbir din ve düzende¸ her konuda olduğu gibi8 âdâb konusuna bu kadar önem verildiği müşahede edilemez.
Edeb'in Toplum Açısından Önemi:
Âdâb-ı muaşeret¸ ne bir kısım insanların aşağılıkla karşıladığı ve tenezzül etmediği gibi ihmal edilir bir keyfiyyet; ne de bazılarının zorlanıp çekineceği kadar mu'lak ve tatbiki zor bir san'attır. Sadece bir alışkanlık; insana hayatı ve içinde yaşadığı cemiyeti sevdiren zarif¸ kibar ve nezih bir alışkanlıktır. Her insana saygı¸ her şeye dikkat ve her şeyde itin⸠nefse güven vakarı muhafaza¸ başkalarının hukukuna riayet... gibi güzel şeyler¸ içtimaî hayatın refahı ve başarının sırrıdır.
İslâm dini¸ toplum içerisinde yaşamayı tavsiye edip insanların birbirleriyle olan münasebetlerini iyi bir şekilde düzenlemelerini isterken¸ onların refah ve saadetlerini arzu etmiştir. Hiç şüphe yok ki¸ bu arzunun gerçekleşmesi içtimaî münasebetlerin normal bir düzeyde tutulmasına bağlıdır. Bir cemiyette¸ ilişkiler bozuk¸ ahlâksızlıklar yaygın¸ zulüm ve işkence hâkim olduğu sürece ferdin hayatının düzgün olması mümkün değildir. Bu nedenle en ilkelinden¸ en medenîsine varıncaya kadar bütün toplumlarda cemiyet hayatının işlerliğini sağlamak¸ içtimaî bünyeye zararlı olanları¸ en azından zararsız hâle getirmek için tedbirlerin alındığı¸ kanunların konulduğu müşahede edilmektedir. Özellikle yüce dinimiz İslâm¸ bu konuda¸ bütün Müslümanlara¸ şahsî yükümlülüklerinin yanısıra bir de toplumla ilgili görev ve sorumluluklar getirmiştir. En yakınından başlamak suretiyle; iyiliği emredip kötülüklerden alıkoymak9¸ Müslümanların toplumla ilgili görevlerinin başında gelir. Gördüğü bir kötülüğe eliyle¸ gücü yetmediği takdirde diliyle müdâhale etmek¸10 yine her Müslümanın cemiyete müteallik görevlerindendir. Çünkü içtimaî hayatın şartlarından birisi de; "Toplumun fertlerinden herhangi biri¸ genel yaşayış kurallarına başkaldıracak olursa¸ diğerlerinin görevi onun¸ amacını gerçekleştirmesine imkân vermemektir."11 Yüce dinimiz İslâm¸ bunu Müslümanlara bir görev olarak yüklemiş; ferdin hukukunu olduğu gibi cemiyetin hukukunu da muhafaza gayesiyle bu konuda ağır hükümler vaz'etmiştir. Mesel⸠hırsızlık¸ zina ve adam öldürmek gibi suçlar¸ şahsı ilgilendirmekle beraber¸ cemiyeti etkileyici yönleri daha fazla olduğu için¸ hırsızın elinin kesilmesini¸12 zina edene haddin (evlilere recm¸ bekârlara yüz deynek) tatbikini¸13 katillere de kısası14 emretmiştir. Ulemânın beyanına göre; kul hakkına taallûk etmesi sebebiyle bazı suçların helâlleşmedikçe affı mümkün değildir.15 Şurasını da belirtelim ki¸ bu cezalardan amaç¸ sadece suçluları cezalandırmak değil; aynı zamanda kangren olmuş uzvu feda etmek suretiyle bedeni kurtarmaktır. Tıpkı koruyucu hekimlikte olduğu gibi...
İnsanlar¸ bu hükümlerle beraber; birbirleriyle olan münasebetlerine¸ muaşeret esaslarına riayet edecek olurlarsa sosyal nizâmın ahenksizliğinden bahsetmek hiçbir zaman mümkün olmaz. Çünkü¸ kanun ve âdâb içtimaî düzenin temel taşıdır. "Mübalağasızca denilebilir ki¸ ordularda askerin sevk ve idaresi ne ise içtimaî hayatta muaşeret kaideleri de odur."16
Edeb'in İbâdetler Açısından Önemi:
Şer'î hükümlerden¸ mükelleflerin fiillerine taallûk eden mâlî ve bedenî ibâdetler; farz¸ vacip¸ sünnet¸ müstehab ve âdâb olmak üzere beş kısma ayrılır olmakla beraber; bunlardan herbiri bir öncekinin tamamlayıcısı durumundadır. Şöyle ki: Âdaba tam riâyet eden¸ müstehabların ecrine ulaşır; müstehabları ihmal etmeyen¸ sünnetlere kusur işlemeyen vacibi terk etmez. Vaciplerin ikmâliyle de farzlar ihsan derecesine ulaşır. Bu demektir ki¸ farzları tam olarak yapmış olmak için vaciplere; vacipleri noksansız yapabilmek için sünnetlere; sünnetleri tam olarak ta'kip için müstehablara; müstehablarda arzuya ulaşabilmek için de âdaba riâyet etmek gerekir. Zira âdaba riâyet etmeden amellerin tam olduğunu söylemek imkânsızdır. Cebrail (a.s.) hadisinde¸ Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ihsanı tarif ederken: "İhsan¸ sen Allah'ı görüyormuş gibi ibâdet etmendir¸ sen¸ O'nu görmüyorsun ama O seni görüyor mutlak."17 buyurmuş¸ Allah'ı görürcesine¸ âdâb ve erkânına riâyet ederek ibâdet etmek gerektiğini vurgulamıştır. Enes b. Mâlik (v. 179 h.) (r.)¸ şöyle demiştir: "Amelde edep¸ onun kabulüne işarettir."18 Bu demek oluyor ki¸ ibâdetlerde edebe riâyet ne kadar fazla olursa kabulüne dair ümit de o derece ziyade olur. Mesel⸠zekât ve sadakayı fıtri ele alacak olursak görürüz ki¸ yapılan ihsan ve yardımlar esnasında tatbik edilen İslâmî âdâb sayesinde ne veren verdiği için kuruntuya kapılıp alanı rencide eder¸ ne de alan¸ alma durumundan dolayı ezilir¸ mahcup olur. Çünkü Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'inde; "Eğer sadakaları aşikare verirseniz o ne güzel; onları gizler¸ onları (bu şekilde) verirseniz¸ işte bu sizin için daha hayırlıdır. Allah¸ (gizli olarak vermeniz sebebiyle) günahlarınızdan bir kısmını örter. Allah ne yaparsanız ondan hakkıyla haberdardır."19 buyururken iyiliğin nasıl yapılması gerektiğini öğretmiş; "Kendinize verilse (tenezzül etmeyeceğiniz şekilde malların) kötüsünden değil de bizim¸ sizin için yerden çıkarttıklarımızdan ve kazandıklarınızın en iyilerinden veriniz."20 emri ile de verilecek şeyin kaliteli olmasını Müslümanlara tavsiye etmiştir. Daha bunun gibi birçok âyet-i kerîmelerle ibâdet kastıyla yapılan işlerin âdabını öğreten Allah Teâlâ: "Sadakalarınızı menn (başa kakma) ve eziyetle ibtal (hiç verilmemiş gibi) etmeyiniz"21 İhtar-ı ilâhisiyle de âdâb ve erkânına riayet edilmeden yapılan iyilikleri kabul etmeyeceğini beyan etmiştir.
Görülüyor ki¸ İslâm'da yapılan ibâdetler; ancak âdabına riayet edildiği zaman makbuldür. Edebe uyulmadan yapılanlar ise sadece yapılmış olur; fakat sahibine birşey kazandırmaz.
Edebi olmayanın şeriatı da olmaz derken¸ ibâdetler konusunda edebin önemini belirtmek isteyen Celâl el-Basrî (k.s.) der ki¸ "Tevhid îmanı şeriatı (tatbik etmeyi) gerektirir¸ şeriatı olmayanın îmanı ve tevhidi de olmaz. Şeriat da edebi gerektirir. Edebi olmayanın şeriatı¸ îmanı ve tevhidi de olmaz."22 Şu halde îmanın kemâli¸ ibâdetlerin kabulü ancak âdâb ve erkânına riâyetle mümkündür. Âdabına riayet edilmeden yapılan ibâdetler Allah indinde makbul değildir.
DİPNOT
1) Saffeti Ziya¸ Âdâb-ı Muaşeret¸ s. 7.
2) Tirmizî¸ es-Sünen¸ Birr ve Sıla¸ b. G5¸ H. 2010¸ IV/366.
3) Züleyha Münif 12.6.1978 tarihli Tercüman Gazetesi¸ 3 Sual¸ 3 Cevap köşesinden naklen.
4) Abdurrahman b. Abdusselâm¸ es-Sâfûrî¸ Nüzhetü'l-Mecâlis ve Müntehâb en-Nafâiş Mısır¸ 1357 h.¸ 1/78.
5) Mevlânâ Celâlüddin-i Rûmî¸ Mesnevi¸ Tercüme ve şerheden¸ Tahîru'l-Mevlevî İst. 1964¸1/113.
6) Muhammet Kutub¸ İslâm ve Materyalizme Göre İnsan¸ Trc. Kemal Sandıkçı¸ İst. II. baskı¸ tarihsiz¸ s. 302.
7) Reddü'l-Muhtar'da kaydedilen bir izahda¸ muaşeret esaslarını öğrenmek farz-âyın olan ilimlerden sayılmış ve: "İslâmın farzlarından biri de: kişinin¸ dinini ikâmede¸ amellerini ihlasla yapmasında ve Allah'ın kullarıyla muaşerette muhtaç olduğu şeyleri öğrenmesidir" denilmiştir. (İbnu Âbidîn Muhammed Emin b. Ömer¸ v. 1252¸ a.g.e.¸ Mısır¸ 1972¸1/29.)
8) Bakınız: Maurice Bucaille¸ Müsbet İlim Yönünden Tevrat¸ İnciller ve Kur'ân¸ Trc. Dr. Mehmet Ali Sönmez¸ Konya¸ 1979. (Eser baştan sonuna kadar tetkik edilmeye değer.)
9) Âl-ü İmrân¸ (3)¸ 104¸ 110. et-Tevbe¸ (9)¸ 71. et-Tahrim¸ (66)¸ 6.
Lokman¸ (31)¸ 17.
10) Ebû'l-Husyn Müslim b. el-Haccâc el-Kuşeyrî¸ en-Nisâburî¸ Sahîhu Müslim Tahkik¸ Muhammed Fuad Abdü'1-Bâkî¸ Kahire¸ 1955¸ Kitâbu'1-îman¸ Bab¸ 20¸ 49. H.
11) Muhammed Esed¸ İslâm'da Yönetim Biçimi¸ Trc. M. Beşir Eryarsoy Ankara tarihsiz¸ s. 16.
12) el-Mâide¸ (5)¸ 38.
13) en-Nur¸ (24)¸ 2; Evlilerin recmi için bkz. Buhâri¸ K. Talâk¸ 11¸1/169. 14) el-Bakara¸ (2)¸ 178; el-Mâide¸ (5)¸ 45.
15) Riyâdu's-Salihîn¸ Musannif¸ Muhyiddin-i Nevevî¸ Trc. Kıvamuddin Burslan Hasan Hüsnü Erdem¸ Ank. 1980¸ (altıncı baskı)¸ 1/16.
16) Saffeti Ziya¸ Âdâb-ı Muaşeret¸ s. 4.
17) Buhârî¸ K. îmân¸ 37¸1/18.
18) Sühreverdî¸ Şihâbuddîn ebu'1-Hafs Ömer b. Muhammed b. Abdillah¸ Avârifu'l Maarif¸ (İhyâ'nın sonunda). Beyrut¸ tarihsiz¸ V/151.
19) el-Bakara¸ (2)¸ 271.
20) el-Bakara¸ (2)¸ 267.
21) el-Bakara (2)¸ 270.
22) Sühreverdî¸ Avârifu'l-Maarif¸ V/151.
M. Zeki DUMAN
Yazar1. DİLEDİĞİNE MADDÎ VE MÂNEVÎ NİMETLERİNİ BOL BOL VEREN, RUHLARI BEDENLERE YAYAN El-Bâsıt da bir şeyi yayan ve genişleten demektir. Yüce Allah'ın en güzel isimleri arasında yer alan ‘el-...
Yazar: somuncueditor
15 Temmuz’da köprüye yürüyenler arasındaydık. Bir hafta sonra kızımın düğünü vardı ve biz düğün hazırlıklarıyla uğraşırken, hiç aklımıza gelmezdi böyle bir gecenin yaşanacağı. O akşam çocuklarla Çeng...
Yazar: Raziye SAĞLAM
“Sâde” yazmak, “basit” yazmak değildir. Çoğu kimse sâde kelimesini basit kelimesiyle aynı anlamda kullanır. Oysa sâde, içinde derinlik barındıran bir kavram… Fakat basit, sathîdir; yüzeysel, üstünkörü...
Yazar: Bilal KEMİKLİ
Daha çok küçükken rahmetli dedem beni sık sık sevindirirdi. Yattığım odadan salona kadar geçeceğim yola aralıklarla bir bir bozuk ve kâğıt para koyardı. Sonra da seslenerek beni çağırırdı. "Tarık, ge...
Yazar: Erdal KARASU