EBU’L-HASAN EL-HARAKÂNÎ (K.S.)
Yazarlar: Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. H. İbrahim Şimşek
Onuncu yüzyılın son çeyreği ile on birinci yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Harakânî’nin tam ismi, Ali b. Ahmed b. Cafer, künyesi Ebu’l-Hasan Harakânî’dir. 352/963 yılında, Horasan’ın Bistâm şehrine bağlı Harakân köyünde fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Çocukluğunda Harakân’da anne babasının geçimini sağlamak maksadıyla çobanlık yapmıştır. Çiftçilikle de uğraşarak ailesinin geçimini sağlamıştır.
Kaynaklar onun ümmi olduğunu, Bâyezîd-i Bistâmî’nin mânevî işareti üzerine Kur’ân okumaya başladığını belirtmektedirler. Devrinin değişik âlim ve şeyhlerini tanıyan ve onlardan istifade eden Harakânî, en sonunda hemşerisi Bâyezîd-i Bistâmî’nin dergâhında karar kılmış, kendisinden senelerce önce vefat etmiş olan Bistâmî’nin yolunu devam ettiren müridleriyle görüşmüş, Bistâmî’nin kabrine on iki yıl türbedarlık etmiştir. Harakânî on iki yıl süreyle yatsı namazını cemaatle kıldıktan sonra Bistâm’daki Bâyezîd-i Bistâmî’nin kabrine teveccüh eder; “Allah’ım! Bâyezîd’e ihsan ettiğin hil’atten bize de bir koku ihsan et!” demiştir. Sevgi ve aşkla bağlandığı bu kapı onun gönül dergâhı olmuştur. Yılları aşıp gelen Bistâmî’nin sevgisi, onu yoğurmuş ve vuslata götürmüştür. Dolayısıyla Harakânî’nin tasavvufî intisabı, âriflerin sultanı Bâyezîd-i Bistâmî’dir. Seyr u sülûk eğitimini Bistâmî’nin ruhaniyetlerinden almıştır. Tasavvuf geleneğinde, vefat etmiş bir büyüğün ruhaniyetinden faydalanan, yardım ve terbiye gören zâta üveysî, bu yolla kemâle erip olgunlaşmaya da üveysîlik denir.
Mâneviyat önderlerinin ruhaniyetlerinden istifade, tasavvuf tarihinde üveysî, üveysîlik ve üveysiyyu’l-meşreb gibi tâbirlerle anılmaktadır. Tarih içinde değişik mânâlara gelmekle birlikte Üveysîliğin ortak özelliklerini şu dört ana gurupta toplamak mümkündür:
- Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ruhaniyetinden doğrudan nasip alanlar,
- Veysel Karânî’nin ruhaniyetinden feyiz alanlar,
- Kendilerinden önce vefat etmiş herhangi bir şeyhin veya kutbun ruhaniyetinden istifade edenler,
- Bizzat Hızır (a.s.) aracılığı ile irşad edilenler.
Bu dört gurupta ortak olan nokta, daha önce yaşamış birinin ruhaniyetinden feyiz almaktır. Çünkü sûfîler nezdinde cismânî sohbet olduğu gibi, rûhânî sohbet de vardır. Sâlihlerle manen beraberlikle de kemâl elde edilebilir. Ancak bu, şuuraltı hayatının kuvvetliliği ve şiddetli bir cazibeye kapılmakla sağlanabilir.
Kaynakların ifadesine göre Harakânî, Bâyezîd-i Bistâmî’nin meşrebindendir. Onun gibi coşkulu, cezbesi ve sekri, sahvına galiptir. Fenâ ve bekâ, sekr ve sahv ile tevhid ve vahdet konularında çok sözler söylemiş, Hallâc-ı Mansûr gibi “Ene’l-Hak” anlayışına uygun terennümlerde bulunmuştur. Sekr ve cezbe ehli olduğu için, kişinin sahv ve uyanıklılığını bile vecde yakın bir üslupla anlatmıştır. Aynı zamanda Harakânî, cezbeli ve coşkulu meşrebi ile Sıddîkî üslûbu geliştirmiştir. Bu tür yaklaşımları ile Bistâmî’nin tasavvuf tarzını benimseyen Harakânî’nin Hakk’a ermek için zor riyazetlere, çetin mücahede ve çilelere katlandığı bilinmektedir.
Harakânî’nin vaaz ve nasihatlerini, bazı sözlerini, münacat ve menkıbelerini ihtiva eden Nûru’l-ulûm, Risale der Tarîk-ı Edhemiyye ve Külâh-ı Çâr- Terk isimli kendi eserleri ile Attâr’ın Tezkiratü’l-evliyâadlı eserinde onun birçok şathiyesi nakledilir. Ruzbihan Baklî, şathiyeleri bakımından daha çok Bistâmî’ye benzeyen Harakânî’nin bir şathiyesini yorumlamıştır. Herevî de “Sûfî mahlûk değildir.” şeklindeki bir şathiyesini aktarır ve bunun yorumunu yapar.
Harakânî’yi, sûfî meşâyıhın büyüklerinden biri, Bâyezîd-i Bistâmî’nin irşadıyla iç dünyası aydınlanan, şiire meyyal bir tabiata sahip şahsiyet olarak tanıtan Şemseddin Sâmî, eserinde onun şu rubâîsine yer vermektedir:
Esrari ezel râ ne tüdânivü ne men,
Veyn harfi muâmma ne tühânivü ne men,
Hesti ez pesi perde guftuyi men ve tû,
Ger büderberüfted ne tû mani vü ne men.
Yani,
Gönül sırrını ne sen bilirsin ne de ben,
O harf gizli bir muammadır ne sen okursun ne de ben,
Perde arkasında konuşmamız vardır
Eğer açıklanırsa ne sen kalırsın ne de ben.
Farsça bir divanının olduğu da bilinen Harakânî’nin Pehlevî lisanıyla yazılmış birçok şiiri de yazma eserlerde yer almaktadır. Örneğin;
Tâküberneş’e-yibâtû pet yâr nebû
Der küber şe ez beheritârnebû.
Yani;
Âteş-perest
olmayınca Mahbûb’a yâr olamazsın,
Mahbûb’un hatırı için âteş-perest
olmak ar değildir.
Tasavvufî remizlerle dolu mânâları içeren bu beyitte, “Mahbûb” ile Hüsn-i Mutlak/Mutlak Güzel’e işarette bulunulmaktadır. “Âteş-perest olmak” ise ilâhî aşkla tutuşmak ve onda yok olmaktır. Hüsn-i Mutlak’ın evveli yoktur, ezelîdir, sonu da yoktur; ebedîdir. Noksanlıklardan münezzeh ve berîdir. Böyle bir mahbuba karşı âşık olup O’nun aşk ateşiyle yanıp yok olmak ar değildir.
Altın silsilenin önemli bir halkasını teşkil eden ve üveysiliği ile dikkat çeken Harakânî, Aynü’l-kudat el-Hemedânî, Necmeddin-i Dâye, Feridüddin-i Attâr, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî gibi büyük mutasavvıfları derinden etkilemiş, 10 Muharrem 425/5 Aralık 1033 tarihinde vuku bulan ölümünden sonra da etkisi uzun süre devam etmiştir.
Evliya Çelebi de Kars Kalesi’nin III. Murad devrinde Lala Mustafa Paşa tarafından tamir edildiğini anlatırken bir askerin paşaya aktardığı rüyasını nakleder. Asker, rüyasında gördüğü yaşlı bir zâtın kendisinin Ebu’l-Hasan el-Harakânî olduğunu ve kendisine makamının burada bulunduğunu söylediğini, kendisinden ayağını bastığı yeri kazmasını istediğini anlatmıştır. Bunun üzerine yüz işçi yeri kazmaya başlamış ve üzerinde “Menem şehîd ü saîd Harakânî” ibaresi yazılı dört köşe bir somaki mermer bulunmuştur. Gaziler mermeri tekbir ve tevhidle kaldırınca kabir ortaya çıkmıştır. Yaralı pazusuna sarılı makrame ile sırtındaki hırkasının bile henüz çürümediği görülmüş; vücudunun sağ tarafındaki yarası hâlâ kanamaktaymış. Gaziler yine tekbirle kabri kapamışlar. Kalenin içine ilk olarak Lala Mustafa Paşa tarafından Ebu’l-Hasan Harakânî adına bir tekke ile cami inşa ettirilmiştir. Evliya Çelebi’nin anlattığı bu olay, daha sonra yaygınlık kazanarak Kars ve çevresinde Harakânî’nin Kars’ın fethine katıldığı ve burada şehit olduğu şeklinde bir inancın doğmasına yol açmıştır.
Harakânî, uzunca boylu, kumral tenli, genişçe alınlı, gökçek yüzlü, irice gözlü, açık ve tok sözlü birisiydi. Şekil bakımından Hz. Ömer (r.a.)’e benzerdi. İlim ve irfanı sebebiyle zamanın kutbu ve gavsı unvanlarıyla anılan bir gönül sultanıdır. Hucvirî kendisini gözde imam, o dönemde halkın şeref âbidesi, meşâyıhın büyüklerinden, o dönemin evliyası tarafından övgüye lâyık görülen isim olarak tanıtmaktadır. Sözlerinin devamında Hucvirî çağdaşı Kuşeyrî’nin Harakânî hakkındaki şu değerlendirmesini aktarmaktadır: “Harakânî’nin bulunduğu şehre vardığım zaman, o şeyhin haşmetinden fesahatim sona ermiş, ifadem yok olmuş ve dilim tutulmuştu. Hatta velayetimden azledildiğimi zannetmiştim.”
Kendisine gerçek anlamda sûfînin kim olduğu sorulduğunda Harakânî şu şekilde cevap vermiştir: “Kişi, yamalı elbise ve seccade ile sûfî olmaz. Sûfî belli kurallar ve âdetlerle de sûfî olmaz. Sûfî ‘yok olan’ kimsedir.” Bu sözü ile Harekânî, müntesiplerini fenâ bilincine ermeye, kendi nefsinden fânî, Hakk’ın varlığı ile bâkî olmaya davet etmektedir. Bir başka tespitlerinde de bu yaklaşımını perçinlemektedir. Sûfînin gündüz güneşe, gece de ay ve yıldızlara ihtiyacının olmayacağını, varlık kisvesine ihtiyaç duymayan bir kimlik olduğunu beyan etmektedir. Dervişliği takva, cömertlik ve insanlara karşı müstağni davranmak olarak tarif eden, Harakânî, dervişin özelliklerini şu şekilde sıralamaktadır:
- İçinde endişesi olmayan,
- Konuştuğu halde konuşulmayan,
- Gördüğü halde görülmeyen,
- Duyduğu halde duyulmayan,
- Yediği halde yediğinden lezzet almayan,
- Hareket ve sakinliği bulunmayan,
- Sıkıntısı ve mutluluğu olmayan kişidir.
Tasavvufun kişiyi vesveseden kurtarmayı hedeflediğinden bahseden Harakânî, vesvesenin de şu üç kaynağı bulunduğundan bahseder: Göz, kulak ve lokma. Kişi gözle kalbi meşgul etmemesi gereken şeyi görür, kulakla kalbi meşgul etmemesi gereken şeyi duyar ve haram lokma ile de kalbi kirletir. İşte bu üç etkenle vesvese ortaya çıkar.
Harakânî, tevbe, teslimiyet, rıza, sabır, şükür ve ihlâsı tarikatın binası; ilmi, hilmi, zühdü, takvayı, kanaati ve yakini tarikatın altı hükmü; ihsanı, zikri, istek ve arzuları terk etmeyi, dünyayı terki, havf ve şevki tarikatın altı gereği; gayreti, ayıpları örtmeyi, özür dilemeyi ve sükûtu dervişlerin dört derecesi; güneş gibi şefkatli olmayı, deniz gibi cömert olmayı, yeryüzü gibi tevazu sahibi olmayı fakrın üç nişanesi; iyilik istemeyi, Allah (c.c.)’ın rızasını, ayıpları örtmeyi, hırka giyinmeyi, sabrı, şükrü ve kanaati dervişliğin yedi mertebesi olarak dile getirmiştir.
İlim, irfan, din ve diyanet yolcularının kulağına küpe olacak tavsiyelere sahip olan Harakânî’nin yanına gelen sevenlerinden birisi dini tebliğ hususunda kendisinden müsaade ister. O da: “Halkı kendine davet etmeyeceksen, olur!” cevabını verir. Müridi de: “Halkı kendime davetten maksadınız nedir?” diye sorar. Harakânî: “Halkı başka birisi davet eder ve bu davet senin hoşuna gitmezse, bu, başkalarını kendine davet etmiş olmanın nişanı olur.” diyerek hakikati kimlerden duyduğumuz değil, kimlerin hakikati söylediğinin önemli olduğunu, hakikat ehli ile birlikte olmak gerektiğini ve dini kendi menfaatlerimiz için kullanmamanın önemini dile getirir.
Seyr u Sülûk risalesinde tavsiye ve telkinleri ile müntesiplerine kemâle ermenin yollarını öğreten Harakânî, şu öğütleri ile eserine son vermektedir:
“Hak yolunda yürümek isteyen kimsenin şu dört gurubun sözlerini dinlemesi gerekir: Âlimler, muttakîler, evliya, yol gösteren mürşidler. Geçen ömür geri gelmez. Ey dost, doğru yola ermek istersen, yol gösterici mürşidden dile. Çükü bu hususta yol yordam bilmek fayda verir.”
Dipnot
* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - ** Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK
Bu makale Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. H. İbrahim Şimşek’in Nasihat Yayınları’ndan neşredilen Altın Silsileden Altın Halkalar kitabının 111-125. sayfalarından özetlenmiştir.
Halil İbrahim ŞİMŞEK
Yazar