EBÛ HANÎFE: İNSAN ŞAHSİYETİNE, ONURUNA VE ÖZGÜRLÜĞÜNE ÖNEM VEREN BİR İSLÂM HUKUKÇUSU
Yüce dinimiz İslâm’ın insanlığa getirdiği en temel değer insanı muhâtap alması, onu merkeze koyması ve insan şahsiyetini korumasıdır. Tîn Sûresi’nde insanın en güzel surette yaratıldığını ifade eden Yüce Rabb’imiz, hükümlerini de bu güzel surete uygun olarak vaz etmiştir. İnsanın insanca onurlu ve şahsiyetli olarak yaşaması İslâm’ın en temel hedeflerinden biridir. Bunun için de Allah (c.c.) insanı kendisine kul yapıp başkalarına kul olmaktan kurtarmıştır. Zira başkasına kul ve köle olanın Allah’a gerçek anlamda kul olması mümkün olmaz. Şahsiyeti olmayan insan İslâm’ın yüce hakikatlerini temsil edemez. Eski ve çağdaş bütün sistemler bir şekilde insanı köleleştirme ve şahsiyetsizleştirme esasına dayanır. Bunu yapmak için de insanların zaaflarını kullanırlar. Paraya, mala ve makama düşkünlük insanın en önemli zaaflarındandır. Bu zaaflarını putlaştıran insan daima şahsiyet ve onurundan taviz verir. İslâm ise getirdiği esaslarla insanları bunlara karşı uyarır. Dört büyük mezhebin meşhur imamlarından biri olan İâam-ı Âzam Ebû Hanîfe de ictihadlarında insan onur ve şahsiyetine büyük önem vermekle dikkat çeker. Ebû Hanîfe’nin sisteminde kamu yararının ve kişi hak ve hürriyetlerinin gözetilmesinin önemli bir yeri vardır. Mesela ona göre; bülûğa ermiş kız velîsiz evlenebilir, babası tarafından evlendirilen bülûğ çağındaki kız nikâhı feshedebilir, malını saçıp savuran sefîhin ve borçlunun ehliyeti kısıtlanamaz, vakıf işlemi bağlayıcı olmayıp vakfı yapan bu kararından dönebilir, zimmîler birbirine şahitlik yapabilir, atıyla savaşa katılana ganîmetten iki pay verilir. Onun bu gibi fıkhî görüşleri insan onur ve şahsiyetini koruma anlayışının sonucu olarak değerlendirilmiştir. Zira belirtilen görüşleriyle o, kişilerin temel hak ve hürriyetlerini güvence altına almak istemiştir. Hatta o, fetvâlarında bir takım ilke ve amaçları göz önünde bulundurmuştur. Mesela kişilerin kural olarak borçsuz ve sorumsuz olması, yetişkin insanın hukûkî işlemlerini mümkün olduğu ölçüde geçerli sayması, ihtilaflı konularda fakir ve zayıf tarafı gözetmesi böyledir.1 Onun insan onur ve şahsiyetine verdiği değeri anlatmak için sefîh denilen ve malını tedbirsiz şekilde harcayan ya da saçıp savuran kimsenin hukûkî tasarruflarına ilişkin ictihadını örnek olarak verebiliriz. Ebû Hanîfe’nin hürriyetçiliğini ön plana çıkaran meselelerden birisi sefîhin hacri yani sözlü tasarruflarının kısıtlanması konusundaki ictihâdıdır. Zira o, İslâm hukukçularının çoğunluğunun aksine, sefîhin hacir edilmeyeceği ya da sefîhliğin hacir sebebi sayılamayacağı görüşünü benimsemiştir. O, bu konuda öne sürdüğü gerekçelerde insan hürriyetine ve onuruna ne kadar değer verdiğini ortaya koymaktadır. İslâm hukukçularının çoğunluğu, çeşitli gerekçelerle sefîhin hacir altına alınabileceğini kabul etmişlerdir. Sefîhin hacrini savunan İslâm hukukçularına göre sefîhe getirilen kısıtlamanın olumsuz bir yönü yoktur. Hacrin gerçek sebebi, sefîhin malının korunması ve kendisinin bir süre sonra başkalarına el avuç açacak duruma düşmemesi ve kamu yararının korunmasıdır. Sefîh, malında yerli yerince tasarruf yapamadığından kendisini kontrol edecek ve malını koruyacak birisine muhtaçtır. Bu da ancak onun hacir edilmesiyle gerçekleştirilebilir. Sefîhin hacir edilmesi kamunun zararını bertaraf eder. Zira hacir ile malı korunan sefîh başkasına el avuç açmaktan kurtulur, nafakasını temin hususunda devlet hazinesine de yük olmaz.2 Çoğunluğun bu yaklaşımına karşılık Ebû Hanîfe sefîhin hacr altına alınamayacağını savunmuştur. Onun gerekçeleri şöyledir: Prensip olarak bülûğa ermiş akıllı ve hür bir kişi hacir altına alınamaz. Ona göre malını amaçsız ve maslahata uygun olmayan tarzda, yani yersiz olarak sarf edecek derecede savurgan olsa da, sefîhin kendi malındaki tasarrufları geçerlidir. Hatta hâkim hacir altına aldıktan sonra borç ikrârında bulunan sefîhin ikrârı geçerlidir. Sefîh, dinî hükümlerle yükümlüdür. Zira kişinin dinî yükümlülüklerle muhâtap olması ehliyetle olur. Bunun şartı da akıllı olarak bülûğa ermektir. Sefîhlik akıl ve temyizde bir noksanlık meydana getirmez. O zaman hukûkî hükümlere de muhâtap olan sefîhin evlenme, boşama gibi sözlü tasarrufları geçerli sayılır. Aynı şekilde sefîh kul haklarına ait borçları karşılığında hapsedilir, suç işlediğini ikrar ederse bundan sorumlu tutulur ve suçlarından dolayı cezalandırılır. Bülûğdan sonra bir kimse sefîhliğinden dolayı hacredilecek olsaydı, öncelikle suç ikrârından dolayı hacredilmesi gerekirdi. Çünkü cana gelecek zarar mala gelecek olandan daha büyüktür. Üstelik sefîh malını ölçüsüz harcadığı için ona kısıtlama getirenler, nikâh akdi yapmasını câiz görmektedirler. Böyle bir kimsenin hanımına vereceği mehir konusunda da bir kısıtlama getirmemektedirler. O zaman sefîh isterse evlenme ve boşanma yoluyla da bütün malını harcayabilir. Ebû Hanîfe’ye göre bu görüşü savunanlar büyük bir çelişki içerisindedirler. İnsanları ıslahın yolu yasaklama değildir. İnsan akıllı olarak bülûğa erince ehliyeti tamamlanır ve şahsiyeti oluşur. Böyle bir durumda iken onu hacir altına almak, yani ehliyetini kısıtlamak insanlığının çiğnenmesi ve saygınlığının heder edilmesi anlamına gelir. Şayet ‘’Bu onun yararını korumak içindir.” denilirse, buna şöyle cevap verilir: “Kişinin insanlığının heder edilmesi ve onun hayvanların ve delilerin seviyesine düşürülmesi malının zarara uğratılmasından daha kötüdür. Zira yerleşik genel hukuk kuralına göre, ‘Daha büyük zararın bertaraf edilmesi için daha hafif olana katlanılır.’ Bu sebeple sefîhin hacr altına alınmaması onun yararı açısından daha uygundur.” Bu bilgilerden anlaşıldığına göre Ebû Hanîfe, sefîhin hukûkî tasarruflarının kısıtlanmasını kişi onur ve hürriyeti açısından uygun görmemektedir. Bu onun başıboşluğu onayladığı anlamına gelmez. Çünkü onun fıkhının temel özelliklerinden birisi de, hükümlerin hukûkî tarafını, âhirete ilişkin dinî yönünden zaman zaman ayrı değerlendirmesidir. Yani bir şeyin hukûken geçerli olması ayrı, dinen sorumluluk getirmesi ayrı bir şeydir. Şekil şartları açısından hukûken geçerli olan bir işlem dînen ve vicdânen câiz olmayabilir. Mesela taraflar içlerinde bir takım gizli niyetler taşıyıp, hatta gizlice anlaşarak şeklen uygun olan işlemleri yapabilirler. Şeklen uygun olduktan sonra bunların geçersiz olduğu söylenemez. Ancak bunu yapanlar dînen ve vicdânen sorumlu olurlar. Ebû Hanîfe ferdî hürriyete önem verdiği için, dinî ilkelere aykırı olmadıktan sonra devletin ferde müdâhalesini doğru bulmaz. O, insan şahsiyetinin yasaklarla değil, hürriyetlerle gelişeceğini savunur.3 Ebû Hanîfe insanın özgürlüğünü savunurken aslâ onun sınırsız bir başıboşluğa ve sorumsuzluğa düşmesine müsâade etmez. Bütün meselesi insana güvenmek ve hak ettiği değeri vermektir. Onun fıkıh sisteminde boşluk gibi gözüken bazı hususlar mutlaka başka ilkelerle kontrol altına alınmıştır. Mesela bülûğ çağına eren kızın evlilik kararını verebileceğini söyleyen Ebû Hanîfe, velîyi tamamen devreden çıkarmaz. Kızın yanlış karar verme ihtimaline karşı velîye denklik noktasında evliliğe itiraz etme hakkı tanır. Şayet velî kızının denk birisiyle evlenmediğini mahkemede isbat ederse nikâhı bozdurabilir.
Abdullah KAHRAMAN
YazarBugün Müslümanlar olarak en temel sıkıntımız Allah'ın bizim için belirlediği sınırları aşmamız ve kırmızıçizgileri hiçe saymamızdır. Halbuki Yüce Kitabımız bu konuda bizi defalarca uyarmaktadır. Ku...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN
Yüce kitabımız Kur’ân camileri müşriklerin değil, ancak mü’minlerin imar edeceğini ifade etmektedir. Camilerin fizikî imarı üzerinde durmayan Kur’ân’ın bahsettiği manevî imardır. İlgili âyetlerden bir...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN
İnsanı emir ve yasaklarının muhâtabı kılan Allah onu iyiye ve kötüye meyilli olarak yaratmıştır. Dünyanın imtihan yeri, insanın da imtihana giren varlık olması bunu gerektirir. Dünya, yer altı ve yer ...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN
İnsanlar yapıları gereği her zaman birbirleriyle iyi anlaşamaz ve yakın ilişki kuramazlar. Kendi aralarında meydana gelen çeşitli sebeplerle bazen de başkalarının arayı bozması sebebiyle birbirlerinde...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN