DÜNYALIKTAN FERÂGAT
Tasavvufî anlayışı benimseyerek dervişâne bir hayatı tercih eden ilk dönem zâhidleri dünyayı, dünya malını kalbe sokmayı kötülemek suretiyle fakrı; zenginliğe tercih etmişlerdir. Bu yolda ilerlerken, fakir sahâbîleri ve özellikle Ashâb-ı Suffe’yi kendilerine örnek almışlardır. Peygamberimiz (s.a.v.)’in fakirlerin zenginlerden önce cennete gireceğini ve cennet ehlinin çoğunu fakirlerin teşkil edeceğini ifade eden hadisleri de ilk zâhidlerin yoksulluğu zenginliğe tercih etmelerinde, dünyalıktan ferâgat göstermelerinde etkili olmuştur. İlk dönem âbid ve zâhidleri fakirliği dinî kurtuluş için daha ihtiyatlı bir yol kabul etmekle birlikte zenginliği de tamamen kötülememişlerdir. Dünyayı, âhireti kazanmak için sarf edilebilecek, harcanacak bir sermaye olarak görmüşlerdir. Ancak dünya malını kalbe sokmadan ferâgat edilmesi gerektiğine işaret buyurmuşlardır. Sûfiler, “yoksulluk” anlamına gelen fakrı “Allah’a muhtaç olma” olarak anlamışlardır. Onlara göre fakr (dervişlik) Allah’a giden yol, fakir de (derviş) bu yolun yolcusudur. [1] Onlar yokluk ile Hak yolunda ilerlemiş, hakîkî varlığa kavuşmuşlardır. Dünyalıktan ve dünyaya meyletmekten ferâgat ederek gerçek mutluluğa ermişlerdir. Onun için de dünyanın en zengini melik Peygamber Hz. Süleyman’ın mülkünü değil, yokluk makâmını tercih etmişlerdir. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri bir beytinde şöyle buyurur: O fakr u fenâ devletini ehl-i ferâgat Bin mülk-i Süleymân’a değişmez değişir mi?[2] (Allah için her şeyden vazgeçebilen kimseler, fakirlik ve fenâ, yani mânevî yokluk devletini, bin Süleyman mülküne değişmezler, değişirler mi?) Hatta bir gönül yapmayı, bir gönül inşâ etmeyi; Hz. Süleyman’ın bütün mülkünden, saltanatından dünyanın en büyük yapılarını inşâ etmekten daha üstün görerek şu beyti dillendirir: Bir gönül yapmayı kılsan teemmül Mülk-i Süleymân’a değerdi mutlak[3] Dünyalıktan ferâgat edip, kalbî bir dinginliğe erişebilmek Fakr, kişinin bütün varlığın Allah’a ait olduğunu idrâk etmek suretiyle nefsine, fırsat vermemesidir. Bu sebeple fakr, bütün nefsânî arzuları kırmak, hırs ve tamahı kalpten atmak suretiyle, gönülde sadece Allah düşüncesine yer vermektir. Başka hiçbir şey bırakmamaktır. Bu sırra erenlerin rûhunu Allah sevgisi kaplar, Allah’tan başka hiçbir şeye meyil ve muhabbeti kalmaz. İşte o zaman gerçek fakra ulaşmış sayılır. Böyle bir fakirlik ise, aslında mal-mülk sahibi olmaya mânî olmadığı gibi, elindeki maldan mülkten geçebilecek seviyede cömertlik demektir. Tasavvuf, mal sahibi olmayan fakir dervişlerin ‘fakr” anlayışı arkasına sığınıp, başkasından bir şey istemesini bir kusur olarak görür. Büyük sûfîlerden Ebû Hafs Haddâd, fakr sırrına ermiş dervişlerin veren el sahibi olmaları gerektiğine işaret eder: “Bir kimse almaktan çok vermeyi arzu etmedikçe sıhhatli bir fakr anlayışına ulaşamaz.” demektedir. Tasavvufun en temel öğretilerinden olan “başkalarını kendine tercih” anlamındaki “îsâr” işte bu duygu ve olgunlukla tezâhür eder. Böylece kalbî bir dinginliğe erişen kimse, sâkin denizler gibi olur. Yine akan uslar gibi başkalarına ikrâmı gâyet fazladır. Fakr düşüncesinin temelinde istikbâl, yani gelecekle ilgili endişelerden kurtulmak vardır. Allah’a hakkıyla güvenen insan tevekkül ehli olur. Cömert bir şekilde paylaşmayı bilir. Malın yükünden kurutulur. Bünân-ı Mısrî anlatıyor: Mekke’de oturduğum yıllarda bir gün bir gencin önüne dağıtılmak üzere bir kese altın bırakıldı. Bu genç de o keseyi alıp fukarâya dağıttı. Ertesi sabah aynı genci sahrâda ot toplarken gördüm. “Ne yapacaksın bunları?” diye sordum; “Yiyeceğim.” Dedi; “Peki dünkü altınlardan biraz da kendine ayırsan olmaz mıydı?” diye sorunca dedi ki: “Bu vakte kadar yaşayacağımı nereden bilebilirdim?”[4] Fakrın şerefli bir makâm olduğunu belirten İbrahim bin Ahmed: “Fakr, şeref cübbesidir. Peygamberlerin, sâlihlerin, müttakîlerin ve mü’minlerin süsüdür, âriflerin ganîmetidir, müridlerin uyarıcısıdır, müttakîlerin kalesidir, günahkârların hapishânesidir; hasenelerin en kıymetlisi, derecelerin en üstünüdür, velayet makâmının mîrâsıdır.” buyuruyor. “Fakr dünyayı terk etmek ve teslimiyettir.” Ebu’l-Hasan el-Harakânî Hazretleri’ne göre fakr, kıymetli ve değerli bir mücevherdir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.), “Fakr, övüncümdür. Fakir bendendir.” ve “Fakirlik benim özümdür. Onunla iftihar ederim.”[5]; yine, “Fakr dünyayı terk etmek ve teslimiyettir.” buyurmuştur. “Rasûl fakrı seçmişti. Biz de fakrı tercih ettik.” diyen Harakânî Hazretleri, dünya malına değer vermez, kendisini Allah’tan uzaklaştırdığına inanırdı. Bir gün sahip olduğu bağı bellediğinde önce gümüş, sonra tekrar belleyince altın, üçüncü defa ise inci ve mücevher çıktı. Bunun üzerine dedi ki: “Ya Rab! Beni bununla avutma. Ben dünyayla senden yüz çevirmem!” Yine, “Kalbin Allah’la beraber olduktan sonra bütün dünya senin olsa da, atlas elbise giysen de zararı yoktur. Kalbin Allah’la olmayınca çul da giysen faydası yoktur.” buyurmuştur. Harakânî Hazretleri, mürid olmak için gelen kişiye öncelikle dünya malına değer verip-vermemesi konusunda test etmek için; malını üçe bölmesini isterdi. Üçte birini ailesine, üçte birini akrabasına, üçte birini de dergâha vermesi gerekirdi. Harakânî Hazretleri fakrın üç alâmeti olduğunu beyân eder: Birincisi ölmüş bir nefis, ikincisi diri bir gönül, üçüncüsü ise Allah’ı anmakla genişlemiş zamandır. Harakânî Hazretleri’ne göre fakrın üç nişanı vardır: İlki güneş gibi şefkatli olmak, ikincisi deniz gibi cömert olmak, üçüncüsü yeryüzü gibi tevâzu sahibi olmaktır.[6] Harakânî Hazretleri’ni bu veciz ifadesini aynı yolun takipçilerinden Hulûsi Efendi Hazretleri’nin şu beytinde buluyoruz: Güneş gibi şefkatli yer gibi tevâzu‘lu Su gibi sehâvetli merhametle dolu ol[7] (Güneş gibi şefkatli, toprak gibi tevâzulu, su gibi cömert, merhametle dolu ol.) Fakr kavramı, kendilerini “zümre-i fakr u fenâ” olarak niteleyen derviş-meşrep şairler tarafından çok sıkça kullanılmıştır. Beyitlerden görebildiğimiz kadarıyla fakra, genel mânâda Hz. Rasûl söylediği için çok itibar görmüş, hatta bir varlığın şerefi olarak kabul edilmiştir. Diğer taraftan kalb zenginliği olarak takdim edilen fakr, dünyada tercih edilmesi gereken bir şeydir. Fakr, dünya nimetlerine değişilmeyecek kadar kıymetli bir mekândır. Dünyadaki i’tibârı fakra değişmek veya fakr u fenâya gönül verip itibarı terk etmek, küfrü imana değişmek demektir. Dünyada rahat etmek isteyen kimseler fakr talep etmelidir. Aksi takdirde boş yere kavga etmekten ileri gidemezler. Fakrı tercih eden kimseler dergâh, dîvân herhangi bir şey istemedikleri gibi, gam ekmeğinden başka bir azık da istemezler. Fakrı kazanmak ancak dünyanın cevrine tahammülle mümkündür.[8] İbrahim b. Edhem’in Dünyadaki Mülkünü Tâcını Tahtını Bırakması Tasavvufî olarak fakir; Allah’tan başka hiçbir şeyi olmayan, nesi var nesi yoksa her şeyini Allah’ın bilen, hakîkî mânâda kendisini hiçbir şeyin sahibi görmeyendir. Fakr’ın sembol isimlerinden biri İbrahim b. Ethem’dir. İbrahim b. Edhem’in dünyadaki mülkünü, tâcını tahtını mânevî zenginlik için fakr makâmında bıraktığı şöyle nakledilir: İbrahim b. Edhem’in tahtından vazgeçmesine sebep olan olay şöyledir: Belh’te hükümdar iken avlamak için bir ceylanı takip eden İbrahim b. Edhem, vâdiye indiğinde eli ayağı bağlı bir kişiyi bir karganın beslediğini görür. Adamın eşkıyâlar tarafından bu hâle getirildiğini, karganın da Allah tarafından gönderildiğini öğrenince tahtından vazgeçer. Bundan sonra bir derviş gibi ibadet ve riyâzetle vakit geçiren, kendi el emeği ve alın teriyle geçinen İbrahim b. Edhem memleketini terk edip Mekke’ye gider. Çölde tanımadığı biriyle arkadaşlık kurar, ondan ism-i a‘zam duâsını öğrenir ve bu duâyı okuyarak Hızır’la buluşur. Bu arada çocuk yaşta Belh’te bıraktığı, kendisinin ardından oraya hükümdar olan oğlu, babasının Mekke’de olduğu haberini alınca buraya gelir ve onu alıp memleketine götürerek tekrar tahta çıkarmak niyetinde olduğunu söyler. Fakat Allah sevgisi içinde bütün varlığını yok eden İbrahim b. Edhem, Allah’a duâ ederek ya kendi canını ya da oğlunun canını almasını ister ve o anda oğlu ölür. Yine İbrahim b. Edhem şöyle demiştir: “Fakirlik istedik karşımıza zenginlik çıktı. Halk zenginlik istedi, karşılarına fakirlik çıktı.” Buradaki zenginliği mânevî zenginlik olarak anlamak gerekir. “Bizim gibilerinin neyi eksik ki fakirlikten şikâyetçi olsun?” diye düşünen İbrahim b. Edhem, yanında dört dinar bile olsa fırlatıp atmış, şeytanın paralı insanların etrafında dolaştığını düşünmüştür. Yine kendisine para vermek isteyen birisine, “Ben fakirden bir şey almam.” demiş, adam ben fakir değilim deyince, “Sahip olduğun maldan daha fazlasını istiyor musun?” diye sormuş, adam “Evet.” cevabını verince “Fakirlerin başı sensin, çünkü şu hâl fakirlik değil de nedir?” demiştir. Bir keresinde de İbrahim b. Edhem gâipten bir vârid geldiği zaman, “Şu dünya hükümdarları nerede? Gelsinler de bunun ne kadar zevkli ve hazlı bir şey olduğunu görsünler, tâ ki mülklerinden âr etsinler.” demiştir. İbrahim b. Edhem, hayatı boyunca maddî nimetler verilerek Allah tarafından sınanmış, o her seferinde dünyayı reddetmiştir. Bir gün İbrahim b. Edhem’e, Belh’ten babasının öldüğünü ve mîrâsını alması gerektiğini bildiren bir mesaj gelmiştir. O bununla hiç ilgilenmez. Daha sonra Belh’ten gelen bir elçi mîrâs olarak otuz bin dirhem getirir. İbrahim b. Edhem mîrâsı kabul etmemiş ve on binini elçiye diğer kısmını da ihtiyaç sahiplerine dağıtmıştır.[9] Şehzâde Takıyyüddîn’in Darende’yi Dünya Makâmlarına Tercihi Benzer bir maldan mülkten taçtan, tahttan geçme menkıbesini de Hulûsi Efendi Hazretleri sohbetlerinde nakleder. Hülâsası şöyledir: Özbek Türklerinden olup, İran yönetimini bir müddet ellerinde tutan (1794-1925) Kaçar Hânedânı’ndan Takıyyüddîn (Mirza Takî Han), kendi memleketinde gönül huzûrunu yakalayamaz. Daha huzurlu ve mânevî bir ortam aramak maksadıyla seyyah olarak, diyar diyar dolaşır. En sonunda Darende’ye gelir. Buranın suyunu, havasını, mânevî ortamını çok huzurlu bulur ve yerleşir. Hayatının en tatlı ve sakin yıllarını Darende’de geçirir. Ne var ki, günün birinde şah olan babası vefat eder. İran’dan elçiler gelir; Şehzâde’nin İran’ı teşrif edip ülkeyi yönetmesini, babasının bıraktığı yerden devam etmesini söylerler. Takiyyüddîn’in bu durum karşısında verdiği cevap çok mânidârdır; “Ben buradaki sükûnet içerisindeki mânevî ve huzurlu hayatımı, dünya makâmlarından olan İran Şah’lığına tercih ederim. Ben hakkımdan vazgeçtim varın gidin memleketi kim yönetirse, yönetsin, başınıza kim şah olursa olsun.” der. Elçiler memleketlerine dönerler, Şehzâde, hayatının geriye kalan kısmını da sade bir derviş olarak Darende’de devam ettirir. Bir gün çok sevdiği bu diyardan sâdece her şeyden çok sevdiği Allah’ına kavuşmak için ayrılır. Yani rahmet-i Rahmân’a vâsıl olur. Tatlı rüzgârların estiği, Hasan Gazi Tepesi’ne defnedilir. Yıllar sonra Şehzâde Takıyyüddîn’in Darende’ye olan muhabbetine bir vefâ timsali olsa gerek, Hulûsi Efendi Hazretleri de onun bu menkıbesini zaman zaman anlatır ve kabir kitâbesini yaşantısıyla mütenâsip nazmeder: Şehzâde-i Îrânî Takiyyüddîn Meyletmedi bu fânî dünyâya Oldu kâmil mükemmil bir ehl-i yakîn Kavuştu Hazret-i Mevlâ’ya Zâir rûh-ı azîzine bir Fâtiha ihdâ kıl Çün bu bî-kes u bî-vâye Bak vedîa-i hâk-i gufrân oldu Azm-i sefer eyledi ukbâya[10] 1325 Hz. Süleyman’ın Mülkünü Değil, Dervişliğin Yokluğunu Tercih Edebilmek Yazımızın başında konunun merkezindeki beytin ikinci mısraında hazret, dünyalıktan ve dünyaya meyletmekten ferâgat ederek gerçek mutluluğa erenlerin Hz. Süleyman’ın mülkünü değil, yokluk makâmını tercih ettiklerini beyan etmişti. “O fakr u fenâ devletini ehl-i ferâgat Bin mülk-i Süleymân’a değişmez değişir mi?” buyuruyor. Bu beyit Hz. Süleyman’ın mülkünü değil, dervişliğin yokluğunu tercihin ifadesidir. Şimdi de Hz. Süleyman’ın mülkü ve hükmü hakkında kısa bir bilgi arz ederek yazımızı tamamlım: Hz. Süleyman, İslâm’da hükümdar-peygamber kabul edilir. Allah, Hz. Dâvûd’a on üç soru göndermiş ve bu soruları oğlu Süleyman’a sormasını istemiş, şâyet bunları bilirse kendisinin yerine geçeceğini Dâvûd’a bildirmiş, Süleyman da soruların hepsini doğru şekilde cevaplamıştır. İslâm kaynaklarında Hz. Süleyman’ın on iki veya on üç yaşlarında tahta geçtiği, Suriye’den İran’a kadar uzanan bölgeye, hatta bütün dünyaya hâkim olduğu, dünyanın ikisi mü’min, ikisi kâfir dört kişinin egemenliğinde bulunduğu, mü’minlerin Süleyman ve Zülkarneyn, kâfirlerin Nemrud ve Buhtunnasr olduğu rivâyet edilmektedir. Allah, Hz. Dâvûd gibi Hz. Süleyman’ı da peygamberlik, hükümdarlık, hikmet ve ilimle donatmış, saltanatı ve nübüvveti onların şahsında toplamıştır.[11] Belkıs, Âsaf, Dâvûd gibi kişiler; hüdhüd, çekirge ve karınca gibi hayvanlar; cin, dev, ifrit gibi yaratıklar; saltanat, zenginlik, haşmet gibi sıfatlar; kuşdilini bilme, rüzgâra ve cinlere hükmetme gibi meziyetler; mühür, hatem ve asâ gibi eşyâlarla çok geniş bir kadroya sahip olmuştur. Hz. Süleyman dünyevî gücün ve saltanatın sembolü kabul edildiğinden kasîdelerde padişahlar “Süleymân-ı zaman, Süleymân-ı devrân” diye anılmıştır.[12] Bu kadar dünya nimetinin ölümlü dünyada Hz. Süleyman’a bile kalmadığını beyan eden Hazret’in şu beytiyle yazımızı taçlandıralım: Başdan başa teşhîr ediversen de cihânı Ellere kalır mülk-i Süleymân’a bakınca[13] (Cihanı baştanbaşa sahiplendiğini herkese göstersen de, Süleyman mülkünün ellere kaldığı gibi o da ellere kalır.) [1] Süleyman Uludağ, TDV İA, “Fakr” Maddesi, C. 12, İstanbul, 1995, s. 132. [2] Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz. Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz) Nasihat Yay., İstanbul, 2013, s.284. [3] Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s. 349. [4]Hasan Kamil Yılmaz, Fakr, Altınoluk Dergisi, S: 99, Yıl: Mayıs 1994, s.33 [5] Acluni, Keşfü’l-hafa, II/87, no. 1835. [6] Hamza Üzüm, Ebu’l-Hasan Harakânî’de Fakr Kavramı, 21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum Dergisi, Cilt: 2, S: 5, Yaz 2013, s. 100-101. [7] Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s.179. [8] Süleyman Solmaz, “Tasavvufta Ulaşılması Gereken Bir Mertebe: Elfakru Fahri ve Eski Edebiyatımıza Yansımaları”, Uluslararası Hacı Bacı Bayram-I Velî Sempozyumu Bildiriler Kitabı, Cilt: 2, Kalem Yayınları, Ankara, 2016, s. 132. [9] Halime Gül, İbrahim bin Edhem ve Tasavvuf Tarihindeki Yeri, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2008, s. 34. [10] İsmail Palakoğlu, Gönüller Sultanı, Somuncu Baba Araştırma ve Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, 2006, s. 461. [11] Ömer Faruk Harman, TDV İA, “Süleyman” Maddesi, C.38, İstanbul, 2010, s.56. [12] Hüseyin Akkaya, TDV İA, “Süleyman” Maddesi, C.38, İstanbul, 2010, s.60. [13] Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s. 281.
Musa TEKTAŞ
YazarHulûsî her bâr yâdın olup yâr Kur gizli pâzâr yârın unutma (Hul...
Yazar: Vedat Ali TOK
Kalp ama daha yaygın kullanılışı ile gönül, bir mutasavvıf şairin dünyasında çok özge, çok özel bir yer tutar. Bilir ve görür ki insan et, kemik ve kandan değil gönülden ibarettir. Yahut kısaca söylem...
Yazar: Mustafa ÖZÇELİK
Yaratılıştaki Yüz Güzelliğini Koruyarak Mahşerde Mahcup Olmamak İçinde yaşamış olduğumuz şu âlemde, yaratılmış olan bütün güzellikler Cenab-ı Hakk’ın ilâhî güzelliğinin bir yansımasıdır. Çünkü gü...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Tasavvuf ehli zikri; ruhlar yaratılırken “elest bezmi”nde Allah’a söz verenlerin bu dünyada hatırlanması olarak tarif ederler. Çünkü Cenâb-ı Allah, âyetlerde insanı hatırlamaya davet etmektedir. İnsan...
Yazar: Musa TEKTAŞ