DÜNYA HAYATININ DEĞERİ
İçinde yaşadığımız gezegene yerküre, yerküredeki canlı varlıkların, özellikle de beşer hayatının devam ettiği ortama ise dünya diyoruz. Dünya ile ilgili olan her şey “dünyevî” ahiretle ilgili olanlar da “uhrevî” kelimeleriyle ifade edilmektedir. Dünya hayatı, beşerin Hz. Âdem (a.s.)’dan kıyamete kadar faaliyetlerini sürdürmesi, birbiri ile ve diğer varlıklarla ilişkisini ifade eder. Kur’an-ı Kerim’de dünya hayatıyla ilgili olarak, “el- hayatü’d-dünya/yakın hayat, acile, ûlâ/önce gelen hayat” kelimeleri kullanılır.[1] Dünya hayatında bütün zıtlıklar bir arada bulunur. İyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, kolay-zor, iniş-yokuş, acı-tatlı, mutluluk-keder, özlem-vuslat, soğuk-sıcak, aydınlık-karanlık, umut-yeis, bolluk-darlık, hayat-ölüm, sağlık-hastalık vd. Şair Necip Fazıl, “Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir.” derken hayattaki bu tezada dikkat çekmiştir. Bunlar, bir madalyonun iki yüzü gibidir. Biri varken diğeri yoktur ama birbirlerinin yerine geçmek için adeta yarış halindedirler. Bir insan, dünyanın en zengini veya en muktedir kralı da olsa olumsuzluklardan bütünü ile kendini koruyamaz. Birinden kaçarken diğerine yakalanır. Ahiret hayatı dünyada kazanıldığı için, dünya hayatı ihmale gelmez. Kur’an-ı Kerim’de bu dünya hayatı ile ahiret hayatı arasında şöyle bir kıyaslama yapılmaktadır: “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttakî olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?” [2] Ahirete kıyasla dünya geçici bir süre oyalanma, oyun ve eğlence gibidir, ya da insanlar öyle algılarlar. Allah katında dünya hayatının misali şöyledir: “Onlara şunu da misal göster: Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu su sayesinde yeryüzünün bitkisi (önce gelişip) birbirine karışmış; arkasından rüzgârın savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah, her şey üzerinde iktidar sahibidir.”[3] Kendini tamamen zühde veren bazı mutasavvıflar, dünyanın lanetlendiğini, bütün kötülüklerin başı olduğunu, dünyayı terk etmenin ve dünyadan nefret etmenin farz olduğunu söylemişlerdir. Oysa Hz. Peygamber (s.a.v.), kendini tamamen ibadete adadığı için eşini ihmal eden Osman bin Maz’un’u ikaz ederek, dinimizde ruhbanlığın olmadığını bildirmiştir.[4] Bu konuda mutedil görüşler serdeden İmam Gazalî ise, insanın dünya ile ilişkisi, beslenme, barınma ve giyim gibi temel ihtiyaçları karşılama arzusuyla başladığını söyler. İmam Gazali şöyle der: “Kişinin belli ölçülerde dünyaya sevgi göstermesi yadırganmamalıdır. Zira selim tabiatlı bir insan, kendine haz vereni sever, elem verenden nefret eder. Dünya ve ahiret birbirini takip eden iki gerçek hal olduğuna göre, insanın yarının hazlarına ilgi duyarken, bu günün hazlarına ilgisiz kalması beklenemez. Yeter ki hazlar, insanı uhrevi saadetten mahrum bırakacak mahiyette olmasın. Buna göre uhrevi gayelerle dünyevi gayeleri birleştirmek mümkündür.” İbnü’l-Arabî’ye göre ise dünya, ilahi güzelliği yansıtan bir ayna olması bakımından fevkalade güzeldir.[5] Dünya, insanların bozgunculuk yaptığı, kan döktüğü, Allah’a isyan ettiği ve birçok kötülüğün işlendiği yer olması bakımında kötü, Allah’a kulluğun yapıldığı ve ahiret hayatının kazanıldığı, Allah’ın lütuf ve ikramının bol bol ihsan edildiği bir yer olması bakımında iyi bir yerdir. Hz. Peygamber (s.a.v.), “Kaygısı en büyük insan, dünya ve ahiret işlerine önem veren insandır.”[6] hadis-i şerifi ile ümmetinde her iki taraf için bir bilinç oluşturmak istemiştir. Müslüman, dünya nimetine şükreder, musibetine sabreder, dünyayı ebedi âlemi mamur etme aracı olarak görür. Elmalılı Müfessir M. Hamdi Yazır der ki: “Ne Allah’ın nimetlerini beğenmeyerek ve ondan kaçarak nankörlük ediniz, ne de dünya nimetlerini son gaye zannedip Allah’tan, ahretten gaflet ederek hırsın ve şehvetin esiri olunuz.”[7] Bütün işlerini ve kararlarını bir dengede götüren makul düşünceli bir insan, dünya ile ahiret arasında tercih yapmak zorunda olduğunda ahreti tercih eder ve her birine gerektiği kadar önem verir. [1] (Heyet) Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB yay. Ankara-2006, s. 129. [2] 6/En’am, 32, Ayrıca bkz. 29/Ankebut, 64. [3] 18/Kehf, 45. [4] İbn Hanbel, VI/226. [5] Süleyman Uludağ, DİA, Dünya Maddesi, s. X/24-25. [6] İbn Mace, Ticaret, 2. [7] Yazır, M. Hamdi Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, Eser Neşriyat, İstanbul, 1971, III/330.
Mukadder Ârif YÜKSEL
Yazar22 Ramazan 1084/31 Aralık 1673 tarihinde dünyaya gelen III. Ahmed’in babası IV. Mehmed, annesi ise Râbia Emetullah Gülnûş Sultan’dır. Şeyh-i Sultânî Mehmed Efendi ve Seyyid Feyzullah Efendi’nin yanınd...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
İnançta tevhid üzere olmaya, söz ve davranışta ise yalnızca Allah’ın rızasını gözetmeye ihlas denir. Din ıstılahında ihlas; iman, ibadet, ahlak, amel ve dua gibi her türlü dinî görevleri halkın övme ...
Yazar: Mukadder Ârif YÜKSEL
İletişimin temeli dildir. Kullandığımız cümleler, konuşma şeklimiz ve vücut dilinin çok iyi bir şekilde kullanılmasıyla en etkili iletişimi sağlayabiliriz. Atalarımız "İnsanlar konuşa konuşa, hayvanla...
Yazar: Ali ÖZKANLI
Şuursuz bir parmağın tetiğinden fırlayan, Serseri bir mermidir bedenin, dokunan. Satılmış bu güruhun her yaptığı rezalet Haine vurmak düşer, vurulana şehadet. Alçağın mermisidir, yiğidi şehit eden...
Yazar: Mukadder Ârif YÜKSEL