DUÂ VE İSTİĞFÂR
Din dilinde afv, “günahları bağışlamak, silmek, işlenilen bir günahtan dolayı günahkârı hemen cezalandırmamak” mânâsına gelir. Allah’ın en güzel isimleri arasında yer alan ‘el-afuvv’, “çok affeden, çok bağışlayan” anlamınadır.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Hiç şüphesiz ki Allah, çok affedendir, çok bağışlayandır.”1 buyrulur. Bu âyette Yüce Allah’ın hem “el-Afüvvu” ve hem de “el-Gafûr” isimlerinin birlikte geçmesi çok anlamlıdır. El-Gâfur’da hatâları ve ayıpları “örtmek”, “gizlemek” anlamı varken; el-Afüvv’de ise, günahları, “kökten yok etmek, silip atmak” anlamı vardır.
Âyetlerde, Allah’ın affediciliğiyle ilgili her iki ismin (el-Afuvv el-Gafûr) arka arkaya gelmesi, Allah’ın kullarını, işledikleri isyan dolu fiillerden nedâmet duygularıyla vazgeçtikleri takdirde, bağışlayacağı sonucunu çıkarabiliriz. Ancak Cenâb-ı Hak, kâfir, müşrik ve münafık olarak ölen kimseleri bağışlamayacaktır. İslam nokta-i nazarında her üç grup da nihâyetinde kâfir olan kimselerdir. Nitekim Tevbe Suresi’nin 80. âyetinde Hz. Peygamber (s.a.v.), münâfıkların bağışlanması için yetmiş defa yalvarsa da onların bağışlanmayacağı bildirilmiştir: “Onların bağışlanması için Allah’a ister duâ et ister etme; onların affedilmesi için yetmiş kere de duâ etsen Allah onları bağışlamayacaktır. Çünkü onlar Allah ve rasûlünü inkâr etmişlerdir. Allah günaha batmış kimseleri doğru yola iletmez.”2
Bu âyetin münâfıkların reisi Abdullah b. Übeyy’in ölümü üzerine iyi bir mü’min olan oğlu Abdullah’ın Hz. Peygamber (s.a.v.)’den babasının cenâze namazını kıldırma ve ona istiğfârda bulunma isteği üzerine indiği rivâyet edilir.3 Yine Tevbe Suresi’nin 84. âyetinde imânî açıdan münâfık olan kimselerin cenâze namazlarının kılınamayacağına değinilir: “Çünkü onlar Allah ve Rasûl’ünü inkâr etmişlerdir. Allah (böylesine) kötülüğe saplanmış kimseleri doğru yola iletmez.”4
Nifâk Nedir ve Münâfık Kime Denir?
Münâfıkların fiili olan nifâk, “bir yönden İslâm’a girip, bir başka yönden çıkmak” demektir. Bir başka ifade ile dıştan Müslüman görünmek, içten ise, Allah’ı, Rasûlü’nü ve onun getirdiklerini yalanlamaktır. İşte kalbinde nifâk hastalığı taşıyan, diliyle iman açığa vurup, buna karşılık kalbinde küfrü sâbit olan kimseye münâfık denir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de,
“İnsanlardan, inanmadıkları halde, ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık.’ diyenler de vardır.”5 hükmü, nifâkın dil ile ikrâr edilip, kalb ile tasdîk edilmediğini anlatması bakımından dikkat çekicidir. Bu bir küfür çeşididir. Dolayısıyla, nifâk ehlinin kalplerinde tasdîk bulunmadığı için îtikâdî açıdan kâfir hükmündedirler ve cehennemde ebedî olarak kalacaklardır.
6 Onları cehennemde ebedî kılacak olan; Allah’ı, Rasûl’ünü, O’nun getirdiklerini ve âhireti yalanlama tarzındaki küfürleridir. Dinî bir terim olan nifâk, ikiye ayrılır. Bunlardan ilki, itikadî nifâktır. İtikadî nifâk insanı, dinden çıkarır, insan vicdânında derin sarsıntılar meydana getirir. Diğeri ise amelî/ahlakî nifâktır. Bundan maksat, kalbinde küfür olmaksızın, münâfıkların hasletlerinden birisini işlemektir. Amelî nifâkın, bazı rivâyetlerde
7 dinî emirlerin yapılmasında gevşeklik yapan mü’minler için kullanılması, her nifâkın küfür anlamı taşımadığını gösterir.
Böyle bir nifâk, kişiyi dinden çıkarmaz, ancak kişiyi iman konusunda büyük bir tehlike ile karşı karşıya getirebilir. Kalbinde küfrü bulunan kimsenin, kâfir veya münâfık olması, âhirette değişik bir durum ortaya çıkarmayacaktır. Farklılık ancak dünyadaki hükümlerde olacaktır. Çünkü İslâm’a göre, dünya hayatında dilin ikrârına itibar edilir; kalbi okumak mümkün değildir. Dolayısıyla diliyle Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Allah’tan getirdiklerini ifade eden kimse zâhiren mü’min sayılır. Bu sebeple de hüküm, zâhire göre verilir. Böyle bir kimsenin mü’min mi yoksa kâfir mi olduğu âhirette açığa çıkacaktır. Bizler, işin iç yüzünü bilme imkânına sahip değiliz. Bu duruma göre kalbiyle tasdîk etmeyip diliyle ikrâr eden, hareket ve tavırlarıyla da Müslüman görünüşü yansıtan münâfık, bir Müslüman gibi miras alır, mirasçı olur, Müslüman bir kadınla evlenebilir ve öldüğünde Müslümanların kabristanına defnedilir. Fakat böyle bir kişi âhirette kâfirler gibi muâmele görecektir. Görüleceği gibi, imanın ve nifâkın aslı, kalple ilgilidir. Söz ve davranışlar, kalpteki aslın delilidir. Kalpte gizli olan şey, insanlarca bilinemediğinden, dünyada söz ve davranışlara göre hüküm vermek gerekecektir.
Duâ ve İstiğfâr Kimler İçin Yapılır?
Duâ, esasen davet gibi “çağırmak” mânâsına masdardır. Sonra “küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya vâkâ olan talep ve niyâz” anlamına örf olmuş ve isim olarak da kullanılmıştır. Duânın hakikati, insanın Rabb’inden inâyet ve yardım istemesidir.
8 Bir nevi duâ, Allah’ı olay ve olgulara müdâhale etmeye çağrıdır. Gerçekte duâ, ister kişisel olsun, isterse toplumsal olsun, kâinâtın dehşet verici sessizliği içinde insanoğlunun kendisine cevap bulmak için hissettiği derin hasret ve iştiyâkın bir ifadesidir.
9 Diğer bir açıdan duâ, insanı, Allah’a ulaştıran bir vâsıta olup kalbin Allah ile iletişim kurmasıdır.
Kur’an, Allah’ın, kendisine duâ edenin duâsına karşılık vereceğinden bahsediyor:
“Kullarım sana, beni sorduğu vakit de ki, ben herhalde yakınım. Duâ edenin duâsını, bana duâ ettiği anda işitir, ona karşılık veririm.”
10 Ancak Kur’an’a göre Allah’ın duâları kabul etme vaadi, O’nun her istenileni yapması anlamına gelmez. Nasıl ki, içinde yaşadığımız şu çağda bile, herhangi bir makamdan veya merciden belirlediği ve hazırladığı ilkelere, mevzuata ve yönetmeliğe ters düşecek bir isteğe cevap vermesi beklenemezse, aynen bunun gibi, mü’minlerin de sünnetullaha aykırı olarak Yüce Allah’tan duâ ve istekte bulunmaları doğru değildir. Eğer duâ, istek ve istiğfâr talepleri Allah’ın yasasına aykırı bir durum arz ediyorsa, Allah onun hilâfına iş yapar, arzu edenin kimliği hiç önemli değildir.
Meselâ Hz. Nuh (a.s)’ın oğlu babasına iman etmemiş, tufan olayı karşısında dağa çıkıp korunabileceğini söylemesine rağmen boğulanlardan olmuştu. Hz. Nuh Peygamber, oğlunun kurtuluşu için duâ etmişti de, kendisine, din birliği anlamına gelebilecek olan,
“O senin ailenden değildir.” buyrularak talebi geri çevrilmişti.
11 Bir başka örnek de, cinsel sapıklık içerisine düşen Lût kavmini helâk etmeme talebinde bulunan Hz. İbrahim’in talebinin reddedilmesi olayıdır.
12 Yine Hz. İbrahim (a.s.) başka bir âyette geçtiğine göre, müşrik olan babasının günahının affedilmesi için Cenâb-ı Hakk’a istiğfârda bulunmuştu.
13 Babasının bir Allah düşmanı olduğunu fark edince, verdiği sözden vazgeçmişti.
14
Bundan sonra yapılması gereken onun hidâyete erip İslâm’la şereflenmesi için duâ etmektir. O da bunu yapmıştır.
15 İşte bu örneklerde olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ölmüş olan münâfıkların günahlarının bağışlanması için yetmiş defa yalvarsa da -değil mi ki îtikâdî münâfık bunlar- onların günahlarının bağışlamayacağı açıkça ifade edilmiştir.
Sonuç
Dünya hayatında Yüce Allah’a inanmayanlar hakkında hidâyet talebi için duâ edilebilir. Ancak kâfir kategorisi içerisinde bulunan ve hayatta olmayan; müşrik, münâfık ve kâfir gibilerinin uhrevî hayatta kurtuluşları için duâ etmek ve istiğfârda bulunmak câiz değildir. İnananlar hakkında duâ ve istiğfârda bulunmak, onların günahlardan arınması ve âhiretteki derecelerinin yükselmesine bir vesîle olması beklenir. Çünkü istiğfâr, hatâ ve günahların Allah tarafından af ve mağfiret edilmesini istemek demektir. İstiğfâr ile günahtan vazgeçme anlamına gelen tevbe arasında farklar vardır. Kişi ancak kendi günahından dolayı tevbe edebilirken, başkalarının günahlarından dolayı da istiğfâr edebilir. Hz. İbrahim (a.s.)’ın duâsında olduğu gibi, başkasının affı Allah’tan dilenebilir.
16
Bir defasında Hz. Peygamber (s.a.v.) cenâzeyi defnetme işi bitince ashabına,
“Kardeşiniz için istiğfâr ediniz (Allah’tan affını dileyiniz) ve ona sorulan sorulara kolayca cevap vermesini isteyiniz. Çünkü o şu anda sorguya çekilmektedir.”17 şeklinde tavsiyelerde bulunmuştur. Dolayısıyla bizler namazlarımızın son oturuşunda,
“Rabbenâ” duâsının bu bölümünü okurken;
“Ey Rabb’imiz! Beni bağışla.” derken, aynı zamanda hem affedilmeyi ve hem de bağışlanmayı birlikte istiyoruz. Çünkü sadece affedilmek yetmiyor. Hesap gününde günahların bağışlanmasıyla birlikte günahların kulların yüzüne çarpılması ve kulun mahcup edilmesi de vardır. İşte
“İ
ğfirlî/Beni bağışla!” demek suretiyle, hem “Beni affet ve hem de mahşer günü beni insanların önünde rezil ve rüsvay etme Allah’ım!” demiş oluyoruz. Burada esas olan, hem dilimizle el-Gafûr ve el-Gaffâr olan Yüce Allah’tan bağışlanma dilemek ve hem de bunu amellerimizle göstermektir.
Dipnot
* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ
1. 22/Hac, 60.
2. 9/Tevbe, 80.
3. Bkz. Mâtürîdî, Ebû Mansur Muhammed, Te’vîlâtü’l-Kur’an, tahk. E. Boynukalın, İstanbul, 2006, VI, 420.
4. 9/Tevbe, 84.
5. 2/Bakara, 8.
6. 4/Nisâ, 140, 145.
7. Bkz. Müslim, Îmân, 25.
8. Yazır, M. Hamdi Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1979, I, 662.
9. İkbal, Muhammed, İslâm’da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu, (çev. N. Ahmed Asrar), İstanbul, 1984, s.129).
10. 2/Bakara, 186.
11. Bkz. 11/Hûd, 42-46.
12. Bkz. 11/Hûd, 74-76.
13. 19/Meryem, 48; 26/Şuarâ, 86; 60/Mümtehine, 4.
14. 9/Tevbe, 114.
15. 20/Tâhâ, 47.
16. 14/İbrâhîm, 41.
17. Ebû Dâvûd, Cenâiz, 73.