DUÂ: KULLUĞUN ÖZÜ
Sahâbeden Nu’mân İbn Beşîr (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)’ın, “Duâ ibâdettir.” buyurduktan sonra, “Rabb’iniz şöyle buyurdu: ‘Bana duâ edin, duânızı kabul edeyim. Bana kulluk/duâ etmeyi kibirlerine yediremeyenler, aşağılanmış olarak cehenneme gireceklerdir!”[1] âyetini okuduğunu rivâyet etmişlerdir.[2] Bu âyette geçen duâ; “çağırmak, yardım istemek ve yalvarmak” mânâlarına gelir. Dinî ıstılahta ise, “küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya vâki olan talep ve niyazda bulunmak”tır. Bir Müslümanın bütün benliğiyle Yüce Allah’a yönelip maddî ve mânevî bütün istek ve sıkıntılarını O’na arz etmesi ve O’na sığınması şeklinde de tanımlanabilir. Bir başka açıdan duâ, Rabb’imizin yüceliği karşısında kulun âciz oluşunu ve zayıflığını itiraf etmesidir. Yine duâ, kulun Rabb’inin kendisine verdiği sayısız nimetlere hamd ve şükür ile karşılık vermesi, üstesinden gelemediği olay ve olguların çözüme kavuşturulması için O’ndan olaylara müdâhale etmesini istemesidir. Mü’minin hayatında duâ; sözlü ve fiilî olmak üzere ikiye ayrılır: Sözlü duâ; Müslüman bir kimsenin Rabb’ine şükür ya da talep bağlamında niyazda bulunmasıdır. Dile dayalı bu tür duâ, bir mü’minin oturup kalkmasından yemesine içmesine, giyiminden kuşamına, düğününden bayramına, yolculuğundan bir işe başlamasına varıncaya kadar hayatının bütün alanlarını kuşatır. Bu bağlamda duâ, zaman ve mekânla kayıtlı değildir. Her zaman kişi, Yüce Allah’la iletişim kurabilir. Şu âyette buna işaret edilir: “Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: ‘Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, seni tenzîh ve takdîs ederiz. Bizi cehennem azabından koru!”[3] Âyette geçen zikir; Kur’an okumak, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, yoksulların ihtiyaçlarını karşılamak gibi pek çok mânâsının yanında duâ etmek anlamına da gelir. İslâm itikâdına göre varlığın hakîkati sâbittir. Varlık üzerinde tefekkür yapan bir insan âlemden hareketle Yüce Allah’ın bilgisine gidebilir. Hiçbir şeyin bu varlık düzeninde anlamsız olmadığını kavrar. Her şeyin, O’nun şâhitleri olduğunu bilir. Gereği gibi Rabb’ini takdîr edememe gafletine düşeceği endişesinden dolayı “cehennem azabından” O’nun korumasına sığınma duâsında bulunur. Bir de fiilî duâ vardır. Bu çeşit duâ, sözlü duânın kabul edilmesine davranış olarak zemin hazırlamaktır. Allah, kâinatta meydana gelecek bütün olayları belli sebeplere bağlamıştır. Yaşadığımız evrendeki her şey Allah’ın koyduğu sebep-sonuç ilişkilerine göre şekillenir. Arzu ettiği bir şeyin olmasını isteyen kişi, onun sebeplerini/gereklerini de yerine getirmek zorundadır. Çocuk sahibi olmak isteyen kişinin evlenmesi, sınavda başarılı olmak isteyen öğrencinin derslerine çalışması, hastalığından dolayı şifâ bekleyen kimsenin ilaçla tedavi olması, tarlasından ürün almak isteyen kimsenin ektiği bitkinin bakım ve sulama işlemlerini tam yapması fiilî duâya örneklerdir. Elbette fiilî duâlarımız sözlü duâlarla desteklenmelidir; depremden koruması için Allah’a duâ etmeliyiz ama öncelikle sağlam binalar yapmalıyız. “İnsan için ancak çalışmasının karşılığı vardır.”[4] mealindeki âyette insanların çalışmaları ile alacakları sonuç arasındaki ilişkiye dikkat çekilmiş ve bu çalışmanın fiilî bir duâ mânâsına geldiğine işaret edilmiştir. İslâm tarihinde yaşanmış fiilî duâ örnekleri çoktur. Onlardan birisi şöyledir. Allah’ın yalın kılıcı Selâhaddîn-i Eyyubî, Kudüs’ü fethe giderken ahâli yolun sağında ve solunda toplanmış, “Allah seni muzaffer kılsın, Ey Allah’ın yalın kılıcı!” şeklinde duâ ediyorlarmış. Bunun üzerine Kudüs Fatihi Selâhaddîn-i Eyyubî, halka dönerek, “Ey Müslümanlar, bugün İslâm’ın sadece sizlerin sözlü duâlarınıza değil, kılıçlarınıza da ihtiyacı vardır.” demişler. Kılıçlara ihtiyaçtan kasıt, bu fetih olayına halkın maddî ve mânevî anlamda bilfiil yardımcı olmalarını istemektir. Yine bugün Çin’de ortaya çıkan, sonra ülkemiz de dâhil bütün dünyayı kasıp kavuran kovid-19 salgın hastalığı binlerce insanın ölmesine yol açıyor. Çare, bilim adamlarının bu hastalığı tedavi etmek için ilaç ve aşı geliştirmesindedir. Bu hastalığın aşısını bulmak fiilî duâdır. Bizlere düşen fiilî duâ ile birlikte eş-Şâfi olan Yüce Rabb’imizden hastalıklarımıza şifâ vermesi için de sözlü duâ ile yardım talebinde bulunmaktır. Bir işin gerçekleşmesi için duâ edip oturan insanın yapmış olduğu hareket ne kadar yanlış ise, bütün çalışmaları yapıp, gerekli tedbirleri aldıktan, yani fiilî duâsını tamamladıktan sonra, “Bu işi tamamladım.” diyerek sözlü duâyı terk edenin yapmış olduğu davranış da o derece yanlıştır. Duâlarımızın Makbûliyeti; Sağlam Bir İman, Helal ve Haram Ölçülerine Uygun Bir Yaşantıya Bağlıdır. Duâ ile iman arasında da çok yakın bir ilişki vardır. Kur’an-ı Kerim’de geçen âyetlerde duâ, iman anlamına da gelmektedir: “De ki: ‘(Ey insanlar!) Kulluğunuz ve niyâzınız (imanınız) olmasa Allah size ne diye değer versin! (Ey inkârcılar!) Siz O’nun dinini yalan saydığınız için bunun günahı artık yakanızı bırakmayacak!"[5] Bu âyet, özel olarak Yüce Allah’ı bırakıp elleriyle yaptıkları putlara tapanlara ve sahip oldukları dünyalıkları Yüce Allah’a kul olmanın üstünde tutanlara bir uyarı mâhiyetindedir. Dolayısıyla duâ, imanla birlikte ibâdet mânâsına da gelir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) bir rivâyette, “Duâ, ibâdetin özü/iliğidir.”[6] buyurmuşlardır. Duâ ve ibâdet sadece ve sadece Yüce Allah’a yapılır. O’nun dışındaki varlıklara Allah’a duâ eder gibi duâ etmek, onlara Yüce Allah’ın niteliklerini atfetmek, O’na ortak koşmak olarak isimlendirilmiştir: “O halde sakın Allah ile birlikte başka tanrıya kulluk edip yalvarma, sonra cezâya çarptırılanlardan olursun!”[7] Mekkeli bazı müşrikler risâlet görevinin ilk yıllarında Peygamber Efendimiz’in karanlık güçler ve kötü ruhlarla ilişkisi olan bir kâhin olduğunu iddia ediyor, Kur’an’ı ona bir şeytanın getirdiğini söylüyorlardı.[8] Zira onların inançlarına göre kâhinlerin söylediklerini onlara şeytanlar telkin ediyordu. Bu sebeple onlara göre Rasûlullah’ın getirdiği Kur’an da, olsa olsa, bir şeytan sözü olabilirdi. Söz konusu âyet, bu tür yersiz iddiaları reddetmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şahsında genel olarak insanlığa hitap eden özellikle 213. âyette, Kur’an’ın Allah kelâmı olduğu delilleriyle ispatlandıktan sonra artık insanın şeytanların vesvese ve telkinlerine aldanıp da Allah’a ortak koşmaması, O’nunla birlikte başka ilâhlara tapmaması gerektiğini, aksi takdirde şiddetli cezâya çarptırılacağını haber vermektedir.[9] Aslında uyarı onun üzerinden biz ümmetinedir. Unutmayalım ki, duâların kabul olması dini tamamen Yüce Allah’a has kılmakla da bağlantılıdır. Bir de duâların kabul edilmesinde helal ve haram ölçülerine uygun bir hayat yaşayıp yaşamamanın da etkisi vardır. Nitekim bir rivâyette bu gerçeği Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle beyan etmişlerdir: “Bir kimse (Hak yolunda) uzun sefere çıkar, saçları dağılmış, toza toprağa bulanmış bir halde ellerini semâya uzatarak; ‘Yâ Rabbî, yâ Rabbî!’ diye duâ eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram (hâsılı) kendisi haramla beslenmiş olursa, böyle bir kimsenin duâsı nasıl kabul edilir?”[10] Demek ki bir Müslümanın hem görüntüsünü ve hem de helal-haram noktasında mânevî hayatını Rabb’imizin istediği şekilde güzel davranışlarla bezemesi gerekir. Bu konuda kâinatın övüncü Fahr-i Âlem Efendimiz (s.a.v.)’in, “Allah’ım! Yaratılışımı güzel kıldığın gibi ahlâkımı da güzelleştir!”[11] duâsı bizim için yol gösterici olmalıdır. Sonuç olarak, duâlarımızın kabul edilmesinde; sağlam bir imana sahip olmanın, helal ve haram duyarlılığını gözetmenin, istiğfâr ve tevbe ile pişmanlıklarımızı dile getirmenin önemi büyüktür. Bunlar duâ ibâdetinin, rükün ve şartlarıdır. Bir kul olarak, duâ ve rahmet kapısının sonuna kadar açık olduğunu bilmeliyiz. Sadece bir sıkıntı dokunduğu zaman değil, nimet ve bolluk zamanlarında da O’na duâ etmeliyiz. Mü’min kimse sadece kendisi için değil, bütün mü’min kardeşleri için duâ etmelidir. Başta kendimiz olmak üzere, varlık sebebimiz olan anne ve babamız ve umumî mânâda bütün mü’minler için duâ etmeliyiz. Kur’an-ı Kerim’de bizden şöyle duâ etmemiz istenmektedir: “Ey Rabb’imiz! Bizi ve önceden iman ederek bizleri geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla. İman edenlere karşı gönlümüzde bir kin bırakma.”[12] İslâm kardeşliği, biyolojik anlamdaki kan/soy bağından daha kuvvetlidir. Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, evrensel planda bütün mü’minler birbirlerinin kardeşidir, birbirlerini sevmeleri ve birbirlerinin gıyâbında duâ etmeleri dini bir vecîbedir.[13] O halde makalemizi Hz. İbrahim (a.s.)’ın şu güzel duâsı ile bitirelim: “Ey Rabb’imiz! Bizi sana teslim olmuş kimseler kıl. Soyumuzdan da sana teslim olmuş bir ümmet çıkar.”[14] [1] 40/Mü’min, 60. [2] Bkz. Tirmizî “Deavât” 2, “Tefsir” 40; İbn Mâce “Duâ” 2; Ebu Davut “Salât”358. [3] 3/Âl-i İmrân, 191. [4] 53/Necm, 39. [5] 25/Furkân, 77. [6] Tirmizî, “Deavât” 1. [7] 26/Şuarâ, 213. [8] 52/Tûr, 29. [9] Kur’an yolu Tefsiri, IV, 179-181 [10] Müslim “Zekât” 19; Tirmizî “Tefsir” 3. [11] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 68. [12] 59/Haşr, 10. [13] 49/Hucurât, 9. [14] 2/Bakara, 128.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarGazze’de olup bitenler Gazze ile İsrail’in bir savaşı değil. Eğer öyle olsaydı, İsrail çoktan havlu atmış olacaktı. Bugün dünya Gazze ile savaşıyor. Siyonist İsrail’in arkasında ABD, İngiltere, Fransa...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Şefâat, sözlükte; günahlarının affedilmesi ve isteğinin yerine getirilmesi için kendisinden bir şey istenen kişiye yardımcı olmaktır. Yine birisine iyi bir işte aracılık etmek ve kötü işlerden s...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Arapça bir kelime olan “kalb”, sözlükte, insanın yolunu ve elbisesini değiştirmesi gibi, bir şeyi bulunduğu hâlden bir başka hâle çevirmesi mânâsına gelir.[1] İnsan aklının değiştiriciliği gibi ...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Gerçek dostluğun zayıfladığı, her şeyin yarar ve çıkar ilişkileri üzerine kurulduğu bir çağda yaşıyoruz. Öncelikle dostlukların samîmî ve sahih bir temel üzerine yeniden inşâ edilmesi gerekir. İ...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ