DUA İLE VUSLATA ERMEK
- Beyit:
Ey yârânlar kılın duâ düşdüm ben yârımdan cüdâ
Kavuşdursun bizi Hudâ vâhasretâ vâfirkatâ[1]
(Ey dostlarım, sevdiklerim. Eyvahlar olsun, ben yârimden ayrı düştüm, hasret içerisindeyim, dua edin de Allah bizi kavuştursun.)
İnsan, ruhlar âleminden çıkıp dünya âlemine gelmiştir. Burada her zaman gurbettedir ve her zaman, tekrar aslî vatanına, ruhlar âlemine kavuşabilmek için ağlayıp feryat eder. Hadis-i şerifte de belirtildiği gibi;
“İnsanın asıl vatanı ruhlar âlemidir. İnsanın o âleme kavuşma arzusu içerisinde olması onun iman üzere olduğunun ve ezel meclisindeki sözünün arkasında olduğunun emaresidir.” Dervişin nazarında, bu özlemi giderecek olan da şüphesiz Allah’tan başkası olamaz. Bu sebepten dolayı, aslî vatanını özleyen insan, bu derdinin giderilmesi için dua kapısına yönelmiştir. Nitekim dua kulun Allah’a en yakın olduğu zamandır. Çünkü kul duada Allah ile doğrudan iletişime geçer.
[2] Derviş aşağıdaki ayetlere de dayanarak bu dua kapısına sımsıkı sarılmaktadır:
“Bana dua edin size icabet edeyim.”[3] “Kullarım beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm.”[4] İnsanın, ıstırabının giderilmesi için dostlarından dua istemesi, duanın da günahsız bir ağızla yapılması bu duanın kabulüne en güzel işarettir. Bu dualarının makbuliyeti de fazladır. Bu suretle dervişin, kendisi gibi gurbet ıstırabını yaşayanlardan dua istemesi duanın daha çabuk kabul edileceğine olan inancından kaynaklanmaktadır.
Göğsünde Ak Tüyler Bitsin
Osman Hulûsi Efendi (k.s.) hastanede yatarken buyurdu ki: “Oğul, rahmetli babam hasta yatarken bir gün buyurdu ki: ‘Ceridoğlu Pınarı’nın suyundan olsa da içsek.’ Ben bunu duyar duymaz ata atladım, yıldırım gibi Ceridoğlu Pınarı’ndan su doldurdum geldim. Bir maşrapa doldurarak, ‘Baba su içer misin?’ dedim. Babam aldı içti; ‘Oğlum bu su Ceridoğlu’nun suyuna benziyor.’ dedi. Ben de: ‘Baba şimdi oradan doldurdum getirdim.’ dedim. Babam: ‘Aferin oğlum göğsünde ak tüyler bitsin.’ diye dua etti. Oğul bak göğsümüzde ak tüyler bitti. Babamızın duası kabul oldu oğul.”
Hadis-i şerifte insanların birbirlerine dua etmesinin fazileti farklı kaynaklarda şu şekilde belirtilmektedir:
“En çabuk kabul olunan dua, kişinin din kardeşi gıyabında ettiği duadır.”[5], “Bir kimsenin, birinin gıyabında yaptığı dua müstecab olur. Yapılan duaya bir melek, ‘Âmin, aynı şeyler sana da olsun.’ der.”[6], “Bir kimsenin, arkadaşının gıyabında yaptığı dua reddedilmez.”[7]
Bir de beddua vardır ki mazlumun bedduasını almamak gerekir. Cenab-ı Hak mazlumun koruyucusudur. Gerçek mazlum ise haklı iken sükut edendir. Haklı iken ses çıkartmayan, rıza gösteren, sabredendir.
Gerçek Mazlum
Uveys kızı Erva, arazisinin bir kısmını Said ibni Zeyd'in gasp edip kendi arazisine kattığını iddia etti. Bunu Müslümanlar arasında yaymaya ve anlatmaya başladı. Daha sonra da Medine valisi Mervan ibni Hakem'e şikâyet etti. Mervan, Said'le konuşmaları için bazılarını ona gönderdi. Böyle bir şey Rasûlullah'ın sahabesinin ağırına gitti ve şöyle dedi: “Benim ona haksızlık yaptığımı mı zannediyorlar? Ben ona nasıl haksızlık ederim? Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu duymuştum:
‘Her kim (başkasına ait) araziden haksız olarak bir karış yer alırsa, kıyamet gününde yedi kat yere kadar o arazi boynuna halka yapılır.’ Ya Rabbi! O kadın benim kendisine zulmettiğimi iddia etti. Eğer bu kadın yalan söylüyorsa, onun gözünü kör et, onu benimle kavgasını yaptığı yerdeki kuyusuna at ve benim ona zulmetmediğimi, Müslümanlara açıklayan bir ışığı benim hakkım olarak ortaya çıkar.” Bu olayın üzerinden çok geçmeden Medine'deki Akik Deresi’nden benzeri görülmemiş bir şekilde sel aktı. Anlaşmazlığa düştükleri sınır ortaya çıktı. Müslümanlar tarafından Said'in haklı olduğu görüldü. Bundan bir ay sonra da kadın kör oldu ve aynı arazide dolaşırken, oradaki bir kuyuya düştü.
“Mazlumun duasından sakının. Çünkü o dua ile Allah arasında hiçbir engel yoktur.” Hele mazlum Said ibn Zeyd gibi cennetle müjdelenen on kişiden birisi olursa…
Beyitte geçen
“Düşdüm ben yârımdan cüdâ” ifadesini Hulûsi Efendi’nin tevriyeli olarak kullandığını görmekteyiz. İlk olarak, âşığın sevdiği kişiden ayrılıp onun sevgi ve muhabbetine uzak düşmesi şeklinde yorumlanabileceği gibi; “yârımdan” kasıt “bir bütünün yarısı” şeklinde de değerlendirilebilir. Derviş, dünya gurbetine gelirken bir parçası olan ruhunu kendi vatanı olan ruhlar âleminde bırakmış ve her daim diğer yarısının, yani ruhunun özlemini çekmektedir.
- Beyit:
Çıkdım vatandan gurbete düşdüm belâ-yı mihnete
Dayanılmaz bu hasrete vâhasretâ vâfirkatâ
(Eyvahlar olsun, bu hasrete dayanılmaz şimdi… Ne yazık ki vatanımdan gurbete çıkıp dert ve sıkıntı belasının içine düştüm.)
Kişinin vatanı olan ruhlar âlemi her türlü sıkıntı ve elemden uzaktır. Çünkü orada “huzur” vardır. Nitekim kulun, Allah’ın huzurunda, huzur bulmaması düşünülemez. Ancak tasavvufta “alçaklık, kötülük” anlamına gelen “denâet” sözcüğünden türemiş olan dünya, türlü ıstırap, sıkıntı ve manevî tuzaklarla doludur. Dünya gurbetindeki sıkıntılar insanın Allah’a kavuşmasında büyük bir engel ve beladır. Dünya üzerindeki bir toz zerresinden, bir dağa, bir su damlasından bir okyanusa kadar her şey Allah’ı unutturmanın bir vesilesi olabilir. Mevlâna’nın şu sözünde belirttiği gibi dünya, üzerindeki hiçbir nesne Allah’ı anımsatmaz ya da Allah’ın adını düşündürmez: “Dünya Allah’ı bilmemek, Allah’tan gafil olmaktır.”
[8]
Masiva
Osman Hulûsi Efendi (k.s.) bir sohbette buyurdu ki: “Oğul Cenab-ı Allah (c.c.) ile kullarının arasında irtibat devamlı vardır. Fakat araya masiva girdiği zaman bu irtibat kesilir. İşte kul ne işlerse o zaman işler. Oğul güneş tutulmasını bilirsiniz. Güneşle dünyanın arasına ay girdiği zaman, güneş tutulması meydana gelir. O zaman dünya karanlıkta kalır. İşte Cenab-ı Allah ile kul arasına da masiva girdiği zaman, güneş tutulması gibi olur. İrtibat kesilir, işte kul ne işlerse o zaman işler. Oğul, bir de elektriğe elini vursan insan kavrulur. O iki telin arasına bir sigara kâğıdı koysan, cereyan geçmez, irtibat kesilir. İşte masiva da böyledir. Yine bir sohbetlerinde de “Oğul, Allah (c.c.) dostlarının dünyaya itibarları yoktur.” diye buyurdular.
- Beyit:
Vasl ile gülmedi yüzüm hasretle kan ağlar gözüm
Derd ile mahvoldu özüm vâhasretâ vâfirkatâ
(Eyvahlar olsun, kavuşma sevinciyle yüzüm bir türlü gülmedi, her dem gözlerimden yaş akıtarak dertle özüm mahvoldu.)
Tasavvufta gam, kişinin başta Allah’a ve sevdiklerine ulaşmaya çalışılırken önüne çıkan engellerdir. O, bu engellere seve seve katlanır. Ancak, şunu belirtmek gerekir ki kişinin başta Allah’a olmak üzere sevdiklerine kavuşmaya çalışırken çektiği sıkıntılar dünya emaresidir. Gam ve dert dünya hayatına ve dünya hayatına yönelen, dünyayı vatan edinmiş olan kişilere özgüdür. Ancak, mutasavvıf şahsiyetlerin vatanı ruhlar âlemidir ve bu âlemde de dert ve gama yer yoktur.
[9] Dervişin gamlanıp dertlenmesi onun özüne aykırıdır ve kendisine zarar verir. Aslında Allah var, gam yoktur.
- Beyit:
Düşdüm sivânın dâmına eremedim encâmına
Dostun visâl-i kâmına vâhasretâ vâfirkatâ
(Eyvahlar olsun, başkasının tuzağına düşüp de dost ile kavuşmanın zevkini tadamadım, o zirveye erişemedim.)
İnsan ruhlar âleminde sevgiliyle ve sevgilinin sevgisiyle yaşardı. Beyitte geçen “siva” sözcüğünden Allah dışındaki her şeydir. İnsan dünya gurbetine geldikten sonra da ardı arkası kesilmeyen isteklerinin peşine düşmüştür. İnsanın istek ve arzuları her zaman sürmüş, bir arzusu yerine gelince başka arzuların peşine düşmüştür. Bundan dolayı insan Allah’tan sürekli ayrı kalmıştır.
[10] Oysa insan gönlüne dünya sevgisini yerleştirmemelidir. Dünyalık ise yalnızca yapılacak hizmetler için kullanılan bir araç olmalıdır.
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştu:
“Benden sonra size ancak sabırlı olanlar merhamet eder.”
Dua ve Cömertlik
Hz. Peygamber (s.a.v.) hayattayken Allah'ın, malına bereket vermesi için Abdurrahman İbn Avf'a yaptığı dua gerçekleşmiştir. Sahabenin en zenginlerinden olmuştu. Kazancı artmaya, kervanı Medine'den başka yerlere de gidip gelmeye başlamıştı. Gittiği yerlerden dönerken Medinelilere buğday, un, yağ, elbise ve ihtiyaç duyulan her şeyi getiriyordu. Bir gün Abdurrahman İbn Avf’ın kervanı Medine’ye geldi. Kervanda yedi yüz deve vardı. Sırtlarında yiyecek, eşya ve halkın ihtiyaç duyduğu her şeyi taşıyorlardı. Medine’ye girer girmez yer yerinden oynadı. Onların gürültüsü duyuldu. Hz. Aişe: “Bu ne gürültü?” diye sordu. Bu, Abdurrahman İbn Avf’ın kervanıdır, denildi. Hz. Aişe sözüne şöyle devam etti: “Allah onun verdiklerini dünyada bereketlendirdi. Ahiretteki sevabı ise daha büyüktür.” Rasûlullah’ın şöyle dediğini duydum:
“Abdurrahman İbn Avf emekleyerek cennete girecektir.” Daha develer çökmeden, müjdeci Abdurrahman İbn Avf'a mü'minlerin annesinin sözünü götürüyor ve ona cenneti müjdeliyordu. Bu müjdeyi duyar duymaz hemen Hz. Aişe'nin yanına gitti ve şöyle dedi: “Anne! Bunu Rasûlullah'tan sen mi duydun?!” “Evet…” cevabıyla sevincinden adeta uçuyor ve şöyle diyordu: “Eğer hayattayken oraya girebiliyorsam şahit ol anne! Bu kervan devesiyle ve yüküyle, her şeyiyle Allah yolunda fedadır.”
Cennete girmekle müjdelendiği o günden sonra Abdurrahman İbn Avf'ın para dağıtma arzusu artmıştı. Parayı sağ ve sol eliyle, gizlice ve açıkça dağıtmaya başlamıştı. Öyle ki önce kırk bin dirhem gümüş, arkasından kırk bin dinar altın bağışladı. Daha sonra da iki bin dört yüz dirhem altın bağışladı. Allah yolunda savaşanlara beş yüz kısrak, diğerlerine de bin beş yüz deve verdi. Vefatı yaklaştığında da kölelerinden birçoğunu azat etti. Bedir harbine katılanlardan geride kalanların her birine dört yüz dinar altın vasiyet etti. Mü’minlerin annelerinden her birine bol para vasiyet etti. Hatta mü’minlerin annesi Hz. Aişe çoğu defa onun için şöyle dua ederdi: “Allah ona Selsebil suyundan içirsin.”
[11]
Bunlardan başka varislerine sayısını hesap edemeyecekleri kadar bırakmıştır. Bin deve, yüz kısrak, üç bin koyun. Onun dört hanımı vardı. Her birine ayırdığı 1/32 lik hisse seksen bine ulaşmıştı. Varisleri arasında baltalarla taksim edilen altın ve gümüş bırakmıştı ki parçalamaktan adamların elleri yoruldu. Bütün bunlar Rasûlullah’ın onun malına bereket verilmesi için yaptığı duanın hürmetine olmuştur.
- Beyit:
Özle Hulûsi yârını terk eyleyip ağyârını
Bulmaz isen dil-dârını vâhasretâ vâfırkatâ
(Hulûsi yârinin özlemiyle ağyarı, avamı terk ettikten sonra hasretlik çektiği, ayrı kaldığı sevdiğine kavuşur.)
Sevgiliyle vuslata ermek için, yâri hariç her şeyden vazgeçmelidir. Her şeye hayır demeli, yalnızca sevdiği kalmalı, arada hiçbir şey bırakmamalıdır. Ne evlat, ne eş, ne mal, ne mülk, ne makam; dünyaya ait her şeyden vazgeçmelidir. Tıpkı İbrahim Ethem’in yaptığı gibi tacı, tahtı, makamı bırakmalıdır. Yok olmalıdır ki sevdiğine kavuşabilsin, yani sevdiğinde fani olmalıdır. Sevdiği ile bütünleşmelidir. O sevdiği, sevdiği o olmalıdır.
[1] Ateş, Es-Seyyid Osman Hulûsi, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz. Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasihat Yay., İstanbul, 2006, s. 4
[2] Nurullah Alkol, Ey Yâranlar Kılın Duâ, Dîvân-ı Hulûsi-i Dârendevî’den Şerhler, s. 341, Nasihat Yayınları, İst, 2012.
[3] 40/Mü’min, 60
[4] 2/Bakara, 186
[5] Buharî
[6] İbni Ebe Şeybe
[7] Harâiti
[8] Nurullah Alkol, Ey Yâranlar Kılın Duâ, Dîvân-ı Hulûsi-i Dârendevî’den Şerhler, s. 343.
[9] Nurullah Alkol, Ey Yâranlar Kılın Duâ, Dîvân-ı Hulûsi-i Dârendevî’den Şerhler, s. 344.
[10] Nurullah Alkol, Ey Yâranlar Kılın Duâ, Dîvân-ı Hulûsi-i Dârendevî’den Şerhler, s. 345.
[11] Hılyetu'l-evliya, 1/98.Tarîhu'l-hamis, 11/257,
EI-Bed'u ve't-tarih, V/86