DİNİN, DÜNYÂ MENFAATİNE VÂSITA KILINMASI
Din, insanın Allah’la, hemcinsleriyle ve varlıkla olan ilişkilerini düzenleyen değerler manzumesidir. Bu değerleri davranış tarzı haline getirmeye de dindarlık diyoruz. Dindarlık olgusunda önemli iki unsur vardır. Bunlardan birisi, mâneviyâtın en derin bir şekilde hissedilmesi, diğeri ise, dinin, gündelik hayatta tutum ve davranış haline dönüştürülmesidir. Bütün bu eylemler, “dünyâ” adı verilen bu âlemde gerçekleştirilmektedir.
“Âhiret hayatının önündeki hayat” anlamına gelen dünyâ, insanın yaşadığı varlık alanı olması hasebiyle hem Allah’ı hatırlatıcı[1] ve hem de sorumlulukların yaşandığı mekân olması bakımından pozitif bir anlam taşır. “Dünyâda iyilik yapanlara âhirette iyilik vardır.”[2] Bu bağlamda dünyâ âhiretin üretim mekânıdır. Bu sebeple bizden hem dünyâ ve hem de âhiret için iyilik istememiz istenmektedir.[3] Kur’an’da uyarı, sadece dünyâ hayatının, âhiret hayatı göz ardı edildiği takdirde Allah’la olan ilişkiyi saptırıcı mâhiyetine yöneliktir.[4] Kur’an’da dünyâ hayatı ve metâının yerilmesi, onun, amacı dışında kullanılmasından dolayıdır. Aksine, eğer dünyâ metâının hakkı veriliyorsa, bu övülmektedir.[5] Dünyâ hayatının ve metâının hakkını vermemek, dünyâ hayatını âhirete tercih etmek ve üstün tutmak demektir.
Kur’an’dan Dinî, Dünyevî Menfaatleri İçin Kullanan Kimselerden Bazı Örnekler
- Münâfıklar
Kur’an’da geçen şu âyetlerde dünyâ hayatını kişisel çıkarları için âhirete tercih eden münâfıklar kınanır:
“Dünyâ hayatını âhirete tercih edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve onun eğriliğini isteyenler var ya, işte onlar uzak bir sapıklık içindedir.”[6]
Birey ve toplumların hayatında âhireti göz ardı ederek dünyâyı tercih etmek; âhireti hiç hesâba katmadan dünyevî çıkarlar için âhireti fedâ etmek mânâlarına gelir. Bunun birey ve toplumların hayatında değişik tezâhürleri vardır. Bunların başında amellerde riyâ/gösteriş gelmektedir. Bu bağlamda riyâ, âhiret ameliyle dünyâ menfaati elde etmek demektir. Kur’an’da riyâ, ikiyüzlü olan münâfıkların davranışları olarak nitelendirilir.
[7] Bilindiği gibi, inanç bakımından münâfık olan kimselerin ameline “nifak” adı verilir. Nifak, köstebek adı verilen hayvanın deliği mânâsından alınmıştır. Köstebeğin bir giriş, bir de çıkış deliği vardır. Bir tehlike açık delikten yuvaya gelecek olursa, köstebek diğer delikten çıkar gider. Kalbinde nifak hastalığı taşıyan münâfık da sanki yeraltı faaliyeti sürdürmektedir. Açıktan İslâm’a girer, gizliden İslâm’dan çıkar. Kalbinde küfrünü gizler, diliyle imanını izhâr eder
[8],
“Onlar ağızlarıyla kalpte olmayanı söylerler.”[9] âyeti bu mânâyı yansıtır. Çünkü münâfıklar, Allah’ı ve mü’minleri kandırmak isterler. Bundan dolayı münâfıkların hayatı, iç ve dış dünyâları tam bir istikrarsızlık içindedir. Gündelik hayatlarında devamlı huzursuzluk, dikkat kesilme, açık vermeme korkusu ve iki tarafı memnun etme arzusu içinde yaşarlar. İnanmadıkları için mü’minlerle tam bir iş birliği içinde olmadıkları gibi gizli kâfirlikleri anlaşılmasın diye kâfirlerle de tam bir iş birliği ve dayanışma yapma imkânını bulamazlar.
[10]
Şahsiyet krizi yaşayan ve dinî hayatlarında gösterişçi dindarlığı temel gaye edinen kimselerin asıl amacı, Allah’ın hoşnutluğunu değil, dünyevî ikballere ulaşmak için, insanların beğeni ve hoşnutluğunu kazanmaktır. Kur’an-ı Kerim’de dinî değerleri istismar eden ve Allah’ın âyetlerini az bir değer karşılığında satanlar kınanır.
[11] “Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın.” meâlindeki ifade, Allah'ın yüce ve kutsal kitabını ve dinini kişisel ve maddî çıkarlar için kullanıp yanlış yorumlayanlara, haramları helâl, helâlleri haram göstermeye kalkışanlara karşı kesin bir uyarıdır.
[12] Her kim ki Yüce Allah’ın âyetlerini dünyevî ikballeri uğruna vâsıta ve aracı yapıyorsa, bu âyetlerin kapsam alanına girer. Ayrıca Kur’an’da geçen başka âyetlerde Yüce Allah’ın adıyla insanları aldatmak yasaklanmış ve mü’minlerin uyanık olmaları tavsiye edilmiştir.
[13]
Müslümanların tarihinde İslâm müesseselerini istismar etmeye kalkan ve bu müessese üzerinden İslâm’a ve Müslümanlara zarar vermeyi hedefleyen münâfıkların hilelerinden birisi de “Mescid-i dırâr” yapmalarıdır. Müslümanların Medine’ye hicret etmesinden sonra İslâm’ın önlenemez yükselişini bir şekilde durdurmak amacı ile münâfıklar her yola başvuruyor, İslâmî hareketin önünü kesmeye çalışıyorlardı. Bu uğurda başvurdukları yöntemlerden biri de Medine’de Kuba yakınlarındaki Sâlim b. Avf oğulları bölgesinde, İslâm aleyhtarı faaliyetlerini yürütecekleri mescit görünümlü bir nifak yuvası inşa etmek olmuştu. Bununla, Müslümanların Medine Mescidi’nde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in etrafında kenetlenmelerini önlemek, bir kısım mü’minleri yaptıkları mescide çekerek onların akıllarını çelmek ve böylece İslâm’a zarar vermek amacını güdüyorlardı. Hatta yaptıkları bu mescit görünümlü yapıya itibar kazandırmak için Rasûlullah’tan, orada namaz kılması ricâsında bile bulunmuşlar ve ondan söz de almışlardı. Fakat Allahu Teâlâ “Dırar adı verilen bu mescitte namaz kılma.” buyurarak Hz. Peygamber (s.a.v.)’i bundan men etmiş, Medine Mescidi’ni ise
“takvâ üzere kurulan mescit” diye niteleyerek mü’minlerin burayı üs edinmelerini işaret buyurmuştur.
[14] Hz. Peygamber (s.a.v.) de bu yapının yıkılmasını emrederek bir fitne merkezini ortadan kaldırmıştır. Böylece dinî, dünyevî amellerine alet etmek isteyen kimselerin oyununa son vermiştir.
- Gayr-i Müslim Din Adamları
Diğer taraftan Kur’an-ı Kerim’de münâfıklardan başka dinî, dünyâ menfaatine araç kılan bazı kimselerden örnekler verilmiştir. Dini dünyevî menfaatler için kullanan kimselerden birisi gayr-i müslim din adamlarıdır. Bunlar Yüce Allah’ın kendilerine gönderdiği ilâhî kitapta tahrîfât yapmak ve gerçekleri gizlemekle kalmıyorlar, dini istismar etmek suretiyle haksız yere insanların mallarını yiyorlardı.
[15] Hatta onlar, verdikleri hükümler için rüşvet alıyorlar, Allah katında duâların kabulüne aracı olacağı izlenimi vererek bağış topluyorlar, günah çıkarma iddiasıyla toplumu haraca bağlıyorlardı.
- Bel’am b. Bâûrâ ve Sâmirî Figürleri
Diğer taraftan, tarih boyunca zalimlerin zulümlerini meşrulaştırmak adına fetvâ veren, her daim onların bekâsı için duâ eden, bâtılı hak sûretinde gösteren ve Yüce Allah’ın âyetlerini tahrip ederek yorumlayan din kisveli figürler eksik olmamıştır. Bunlardan birisi de Hz. Mûsâ’ya karşı mücâdele eden, zâlimlere ilmiyle destek veren ve Müslümanların aleyhine çalışan Bel’am b. Bâûrâ isimli sahte din adamıdır.
[16] Kur’an-ı Kerim’de bu din istismarcısından şöyle bahsedilir:
“Kendisine âyetlerimizi verdiğimiz halde, onlardan sıyrılıp da şeytanın kendisini peşine taktığı, bu yüzden de azgınlardan olan kimsenin haberini onlara anlat. Dileseydik o âyetlerle onu elbette yüceltirdik. Fakat o, dünyâya saplanıp kaldı da kendi hevâ ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir. Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. Şimdi onlara bu olayları anlat ki düşünsünler.”[17]
Görüldüğü gibi bu âyetlerde İsrail oğullarından bir âlimin dünyevî güç devşirmek adına dini araç olarak kullanmak suretiyle yüce bir mertebeden aşağıya düşüşü anlatılıyor. Ayrıca onun, âyetlerden sıyrılıp, ebedîliği dünyâda arama sevdâsına işaret ediliyor.
[18] Kur’an’da Bel’am’ın durumu bitmek tükenmek bilmeyen tutku ve şehvet sahibi bir köpeğin durumuna da benzetiliyor:
“Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur.”[19] Bu tabir, onun doymak bilmeyen oburluğunu gösterir. Açıkça bu âyette, insan hayatını maddî dünyâ ile sınırlandıran ve ahlâkî değerleri hiçe sayarak dünyâyı doya doya yaşamak isteyen bir kimsenin psikolojisi anlatılmaktadır.
Kur’an’da, ilâhî bilgi sahibi olduğu halde, bu bilgiyi dünyevî ikballer elde etmek adına yanlış mecralarda kullanan Bel’âm b. Bâûrâ’dan başka, Peygamberin ismini kullanarak sanat yoluyla toplumu saptıran Sâmirî isimli bir figürden de bahsedilir. Hz. Mûsâ (a.s.) Rabb’ine münâcâtta bulunmak üzere Tur Dağı’na gittiği zaman Sâmirî, altından bir buzağı heykeli yapar, sonra da halka dönerek,
“Sizin de Mûsâ’nın da tanrısı budur, fakat Mûsâ tanrısını unuttu.” der.
[20] Sâmirî, sadece rüzgâr estikçe böğürtü sesi çıkaran altından buzağı heykelini yapmakla kalmamış, avamdan insanları saptırmak için sanatına fizik ötesi gizemli bir boyut da katmıştır. Kendisinin diğer insanların göremediklerini gördüğünü söylemiş, hatta peygamberi kullanarak elçinin ayak izinden de bir avuç toprak alıp buzağının üzerine atarak onun ses çıkarmasını buna bağlamıştır. “Samirî’nin,
"Ben onların görmediği şeyi gördüm.” demesi, kendisini yücelterek ve seçkinci kılarak toplum üzerinde güç devşirme oyunudur. Kur’an tüm bu hileleri, Sâmirî’nin bir tuzağı olarak sunmuştur.
[21]
Sonuç olarak, geçmişte ve günümüzde insanlar üzerinden güç devşirmek adına, dini araç olarak kullanan kimseler daima var olmuştur, bundan sonra da var olmaya devam edeceklerdir. Asıl bizim ne yaptığımız önemlidir. Hakîkî Müslüman yaptığı işi, Yüce Allah’ı râzı kılmak için yapar. Niyet ve amellerinde hesâbî değil, hasbîdir. Esas olan biz Müslümanların üzerine düşen İslâm’ı, dinî değer ve sembolleri çıkar ve aşağılık menfaatlerine âlet ederek nüfuz sağlayan kimselere karşı uyanık olmamız ve onların süflî tuzaklarına düşmememizdir.
Rabb’im bu ümmeti din istismarcılarının şerrinden korusun!..
[1] Bkz. Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed,
Kitâbu’t-Tevhîd, (tahk. Fethullah Huleyf), Beyrut, 1970,
- 27.
[2] 16/Nahl, 30.
[3] Bkz. 2/Bakara, 201. Ayrıca bk. 7/A’râf, 156; 16/Nahl, 122.
[4] Attas, Nakıp,
Modern Çağ ve İslâmi Düşünüşün Problemleri, (çev. M. Erol Kılıç), İstanbul, 1989, s. 69.
[5] 2/Bakara, 29; 7/A’râf, 31-32.
[6] 14/İbrâhîm, 3. Ayrıca bkz. 87/A’lâ, 16-17.
[7] Bkz. 4/Nisâ, 142; 63/Münâfikûn, 1-11;107/Mâûn, 6.
[8] İbn Manzur,
Lisânü’l-arab, Kahire, ts., XII, 237.
[9] 3/Âl-i İmrân, 167.
[10] Kur’an Yolu, II, 167
[11] 2/Bakara, 41, 79, 174, 264.
[12] Kur’an Yolu, I, 52-53.
[13] 3/Âl-i İmrân, 78; Hadîd, 14; Fussilet, 40; Lokmân, 33; Fâtır, 5.
[14] 9/Tevbe, 109.
[15] 9/Tevbe, 34.
[16] Bkz. Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr,
Câmiu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, Beyrut, 1972, IV, 83.
[17] 7/A’râf, 175-176. IV, 83.
[18] Ebussuud, Muhammed b. El-Amadî,
Tefsîru Ebi’s-Suûd, Kahire, Dâru’l-mushaf, ts., III, 292.
[19] 7/A’râf, 176.
[20] Bkz. 20/Tâhâ, 88; 7/A’râf, 148.
[21] 20/Tâhâ, 96.