DİNÎ VE MİLLÎ KİMLİĞİN OLUŞUMUNDA CEMÂATLER
15 Temmuz 2016 tarihinde milletimizin birliğine ve dirliğine yönelik menfur başarısız bir darbe girişiminde bulunulmuştur. İslâm Dünyası bu acı deneyimi ilk defa Türkiye özelinde yaşadı. Asıl darbe, güven ortamına olmuştur. Milletimizi bir arada tutan yardımlaşma, paylaşma, dayanışma, cemâat, kardeşlik, hoşgörü, özgürlük, adalet, hakkâniyet, doğruluk, helal kazanç, emânet, ehliyet, liyâkat, mahremiyet gibi bizi bir arada tutan değerler derin yara almıştır. Çünkü dinî ve ahlâkî değerlerin ortadan kalktığı toplumsal vasat, her türlü kötülüğün yeşerdiği bir ortam haline gelebilir. Bundan da en çok sosyal barış ve toplumsal güven zarar görür. İslâmî değerlere yeniden hayâtiyet kazandırmadıkça kişi ve kurumlara “güven duygusu”nun dönüşü zorlaşacaktır. Dolayısıyla, dini istismar eden dinî görünümlü yapılara karşı milletimizin uyanık olması gerekmektedir. Bu konuda sivil ulemâya, sivil dinî cemâatlere, Diyanet İşleri Başkanlığı’mıza ve İlâhiyat Fakültelerimiz gibi resmî dinî kurumlara büyük görevler düşmektedir.
15 Temmuz 2016 tarihinde milletimizin birliğine ve dirliğine karşı yapılan bu menfur saldırı, en çok da yüzyıllardır varlığını koruyan; dinî, millî, irfânî ve kültürel hayatımızda önemli bir yere sahip olan cemâatlere güvensizliği beraberinde getirmiştir. Kur’an ve nebevî sünnetten gıdalanan, milletimizin ruh ve medeniyet kodlarına bağlı kalan her birisi iyi bir insan yetiştirme ocağı olan sivil dinî oluşumlar topyekûn zan altında bırakılmıştır. Bunun sonucu olarak bu kurumlara şüphe ile bakma, maddî ve mânevî anlamda kol-kanat germede isteksizlik, geri çekilme ve güvensizlik gibi olumsuz tavırlar beraberinde gelmiştir. Ülkemizde cemâatler konusunda oluşturulan bu olumsuz bakışın olumlu yönde yeniden telâfîsi uzun zaman alacağa benzemektedir. Milletimizin derin ferâseti ve basîretli bakışıyla bu fetret dönemi eninde sonunda atlatılacaktır. Biz inanıyoruz ki, toplumların kalbi, Yüce Allah’ın kudret parmakları arasındadır. O, dilerse toplumun kalbini ilâhî kudretiyle iyiye ve güzele dönüştürebilir. Elbette burada gönlün, ilâhî frekansa çevrilmesi gerekir. İşte, rahmetin müjdecisi olan rüzgârlar, böyle bir değişim atmosferinde devreye girer.
Dinî ve Millî Kimliğin Oluşumunda Cemâatlerin Rolü
İslâm kardeşliği ile yoğrulmuş kişilerin oluşturduğu topluluğa “cemâat” adı verilir. Cemâat; belli bir hedef, belli bir düşünce ve amaç doğrultusunda bir araya gelen topluluğa verilen bir isimlendirmedir. Cemâat hayatında, bireyler arasında âidiyet/mensûbiyet duygusu öne çıkar. Bu âidiyet kaynağını dinden, tarihten, kültürden ve ortak medeniyet bilincinden alır. İşte bu ortak değerler etrafında toplanan cemâat üyeleri, kendilerini bir vücûdun organları gibi görürler. Organlardan birisi ağrıdığı zaman hepsi o ağrıyı duyar. Bunun giderilmesi için ortak dayanışma içerisine girerler. Böyle bir toplulukta ‘ümmet’ bilinci öne çıkar.
Cemâatler, hem dünyanın ve hem de ülkemizin bir gerçeğidir. Dinî hayatı ve bu yaşam tarzıyla örülmüş dinî kimliği kavramada cemâatlerin varlığı yön tayin edicidir. Özellikle Osmanlı’dan devraldığımız “tarîkat” temelli cemâatler, Cumhuriyet Dönemi’nde Tekke ve Zaviyeler Kapatılmasına Dair Kanun ile yasal olmaktan çıkarılmışlarsa da varlıklarını devam ettirmişlerdir; hâlâ da ettirmektedirler. 15 Temmuz 2016 tarihinde yapılan hain darbe girişimiyle birlikte bütün cemâat yapılarının tartışmaya açılması millî ve dinî bütünlüğümüz açısından yaralayıcı bir tutum olmuştur. Bu konuda konuşurken ve yazarken dikkatli bir dil kullanmak gerekmektedir. Bir sepet yumurtada birkaç yumurta kırık çıktı diye bütün yumurtaların kırık olduğunu iddia etmek ne kadar insafsızlıksa, dinî görünümlü bir oluşumun ihâneti sebebiyle bütün dinî oluşumları aynı sepete doldurmak da bir insafsızlıktır. Müslümanlar adalet sahibidir; iyi ile kötüyü birbirinden ayırt etme konusunda hassasiyet gösterirler.
İslâm cemâat dinidir. İslâm’da ibadetlerin en büyük yararlarından birisi, bütün bir yeryüzünde ümmet birliğini sağlamaktır. Cemâat halinde kılınan namazlar, tutulan oruçlar, kutlanan bayramlar, verilen zekâtlar, sadakalar, kesilen kurbanlar, her sene tekrarlanan hac ve umre ibadetleri, ümmet bilincini sağlamaya ve Müslümanlar arasında birliği ve beraberliği pekiştirmeye hizmet eder. Özellikle yaşadığımız yüzyılda modern devlet örgütlenmelerinde cemâatleşme, zümreleşme vb. gibi bütün ara mekanizmalar yok edildiği için, fert yalnızlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu durum beraberinde büyük bir güven sorununu getirmiştir. Güvensizliğin aşılmasında kolektif bir dayanışma mekanizmasına ihtiyaç vardır. Bu dayanışma salt insanın özgür bir şekilde dinî inancını yaşama, düşüncesini ifade etme alanlarında değil, aynı şekilde sosyo-ekonomik sorunlarını çözüme kavuşturma alanlarında da aranır. Çünkü fert, gündelik hayatında ölüm, evlenme ve iş kurma gibi konularda sosyal destek görme imkânı bulamadığı zaman bir çıkmaza ve derin bunalıma girer. Büyük oranda ortaya çıkan bu boşluğu milletinin değerlerine bağlı, iyi insan yetiştirmeyi temel felsefe edinmiş dinî cemâatler doldurmaktadır. Bir nevi cemâatler “ara mekanizma” rolü oynamaktadır. Bu ara mekanizmalar, cemâatin ferdinin fikir, inanç, teşebbüs hürriyetini, şahıs olma bilincini ve kişiliğini yok edecek bir gettoya dönüşmediği sürece büyük faydalar sağlar. Eğer, aksi durum söz konusu olursa bu cemâat modeli ister dinî, ister meslekî, ister iktisadî alanda olsun, her zaman ferdin aleyhine işler. Çünkü cemâat liderliği ferdin irâdesine ipotek koymuş ve tek tipçi bir kanaldan onu yönetmeye başlamıştır. Gitgide fert etken ve özne olmaktan çıkar, omurgasız bir nesne ve edilgen hale dönüştürülerek sürüleştirilir. İrâdesi kırıma uğrayan böyle bir fertler topluluğundan oluşan cemâat, üzerinde otoriter ve totaliter liderliğin otoriter hale geldiği bir kurum halini alır. Artık cemâat kişinin mânevî gelişimini sağlamada yardımcı olan bir kurum olmaktan çıkar, devleti ele geçirmede payandalık yapan bir menfaat şebekesi haline dönüşür. Takiyye kültürünü ilke edinen ve kendini kamufle eden FETÖ olayı bunun en açık örneğidir. Bu örnek olayda da görüldüğü gibi, bu tür oluşumlardan tefrika çıkmış, en büyük ihânet dinî kavramlara yapılmıştır. Başta cemâat olmak üzere, tevhîd, tefrika, kardeşlik, tekfir kavramlarının anlamlar dünyası değiştirilmiştir; tevhîd, kendi cemâatinin birliği; tefrika, cemâat içi eleştiriler; tekfîr, cemâatin dışındakileri dışlama; kardeşlik salt cemâat üyeleriyle sınırlandırılma gibi yeni anlamlar kazanmıştır.
Sonuç
Bugün çoğu insanın dinî kimliği, dinî cemâatler tarafından inşâ edilmektedir. Biz istesek de istemesek de cemâatler varlıklarını devam ettireceklerdir. FETÖ olayında olduğu gibi yaşanan bu olumsuzluklara bakıp, milletinin değerlerine bağlı, Müslümanlar arasında kardeşliği öne çıkaran ve iyilik yolunda çalışan dinî oluşumları karalamak Müslümanca bir tavır değildir. Esasında eleştirel akıl anlayışını işleten, şeffaf, hesap verebilirlikten kaçınmayan, rasyonel davranan, ferdin yeteneklerini geliştirmede önünü açan, meşvereti meşrû sayan ve gereklerini yerine getirmede objektif hareket eden, bütün inananları kardeş gören, mütevâzılığı elden bırakmayan, iyilik yolunda çalışan ve liyâkate önem veren cemâatlerden korkmamak gerekir. Çağımızın bir âliminin dediği gibi, “Bir Müslüman, ‘Benim cemâatim haktır.’ Diyebilir, ama ‘Hak olan sadece benim cemaatimdir.’ diyemez.” Asıl tehlike, “ehaktır” demek suretiyle diğerlerine yolu kapatmaktır. Kimsenin böyle bir hakkı yoktur. “Ben Müslümanım.” diyen herkesin cadde-i Kur’an olan İslâm yolunda yürüme hakkı vardır. Bu yolda tek bir Rabbanî yöntemden de söz edilemez. Nasıl ki peygamberlerin mucizeleri farklı ise, nasıl ki, Kur’an’da “yolumuzda mücâhede edenler.” şeklinde çoğul kalıbıyla ifadeler kullanılıyorsa, her Müslüman da birlik ve dayanışmasını, çerçevesini Kur’an ve sahih sünnetin çizdiği oluşumlar içerisinde gerçekleştirme hakkına sahiptir. Unutmayalım; cemâatte birlik, ayrılıkta azap vardır.
Dipnot
* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ