DİN VE GELENEK
Tarih boyunca inançsız insana rastlanmıştır ama inançsız bir topluma rastlanamamıştır. Din, Allah’ın insanlar için öngördüğü ve insanların dünya ve ahiret mutluluğunu hedefleyen bir hayat tarzıdır. Gelenek ise toplumların asırlar boyu yapageldikleri ve bir sonraki nesle aktardığı yerleşik alışkanlıklarıdır.
Din, inanç, ibadet ve ahlak olmak üzere üç ana bölümden oluşur.
İnanç, kulun Allah inancını düzenler.
İbadet, inancı kuvvetlendirir, Allah-kul ilişkisini sağlamlaştırarak bu ilişkinin devamını sağlar.
Ahlak ise, fert ve toplumların davranışlarını ve yaşantılarını insanî, hukukî, vicdanî ve edebî prensiplere uygun hale getirir.
Müslüman bir toplumun geleneği de İslâmî prensiplerle bir şekilde ilintilidir ama gelenek dinden farklıdır. Eğer gelenek;
a- Dine tamamen uygunsa dinî değeri haizdir. Temizlik alışkanlığı ve misafire ikram gibi.
b- Dine aykırı değilse uyulmasında bir mahzur yoktur. Kadınların ticarî ve sosyal faaliyetlere katılması, düğünlerde ve çeşitli faaliyetlerde içinde haram olmayan etkinlikler vs.
c- Dine aykırı gelenek mutlaka terk edilmelidir. İçkili ve israfa varan eğlenceler vs.
Birinci ve ikinci maddede işaret ettiğimiz gelenek, örf adı altında İslâm fıkhının tali delil kaynakları arasında da yer alır. Dine uygun olan, en azından aykırı olmayan geleneğe uyulması tavsiye edilir, uymayanlar toplum tarafından kınanır ve dışlanırlar.
Dinî ve örfî hükümlerin değerini ve gereğini de ayrı ayrı belirtmek gerekirse;
- Din, Allah’ın kanunudur, uymayan günahkâr olur, örf, toplumun kanunudur, uymayan kınanır.
- Dinî hükümler, inanç ve yüksek bir bilinçle ifa edilir. Örf, bir alışkanlık olarak daha ziyade bilinçsizce yapılır.
- Dinî hükümleri ifa edenler sevap kazanırlar, örfî davrananlar da toplumda hüsnü kabul görürler.
Her inanç grubu tarihî süreçte inanç merkezli geleneğini de oluşturur ama yine de ibadetin âdetleşmemesine ve gelenek gibi işlenmemesine dikkat etmek gerekir. Bir ibadet, âdet halini alırsa ibadet olmaktan çıkar. Bir âdet de ibadete dönüşürse bid’at kapsamına girer.
Mesela, Mevlâna, Allah’ı zikretme düşüncesiyle kendi tarikat disiplini içerisinde “sema zikri”ni geliştirmiş. Mevlevî semasını günümüzde bazı meraklı ve bu işe yetenekli kimselerin çeşitli etkinliklerde gösteri amaçlı yaptıklarına şahit oluyoruz. Bu gösteri, bir ibadet değil gelenektir.
Gelenek, milleti bir arada tutan, kaynaştıran ve diğer toplumlardan ayıran faaliyetlerdir.
Gelenek, toplumun kültürel birikimidir, yaşanmış tecrübeleridir ve tarihin hafızasıdır. Gelenek, atanın nesillere devrettiği paha biçilmez bir mirastır ancak gelenek ne kadar değerli olursa olsun eğer dinî bir referansı yoksa ona dinî bir anlam ve değer yüklenmemelidir.
Kur’an ve Sünnet, dinin aslı ve iki temel kaynağıdır, dinin anlaşılması, yorumlanması ve yüzyıllarca uygulanmış şekli ise dinî mahiyetli gelenektir, uygulanış şekli ve maksadı dayandığı kaynağa aykırı değilse değerlidir, bununla birlikte dinin aslı gibi takdim edilemez. Öte yandan dini, dinî gelenekten büsbütün soyutlayamayız. Bu durumda din kolayca anlaşılamaz, soyut ve soğuk bir öğreti gibi durur. Âlimlerin, ariflerin ve abidlerin dinî tecrübeleri, yaklaşımları ve yorumları da bu günün ve geleceğin birçok sorununa çözüm üretebilir. Bu hususta hassas denge şöyle olmalıdır:
- İbadetler, rutin işler ve bilinçsizce tekrarlanan ve uygulanan davranış haline gelmemelidir.
- Dinî dayanağı olmayan bir gelenek de sırf atalarımız yaptı diye dinden sayılmamalıdır.
Niçin namaz kılıyorsun sorusuna, “Ben babamdan, atamdan böyle gördüm, biz Türkler Müslümanız, dinin ve caminin bizim kültürümüzde önemli bir yeri vardır.” diyen birine göre din, gelenek haline gelmiştir ve ibadet olmaktan çıkmıştır. Niçin namaz kılıyorsun sorusuna, “Çünkü ben Müslümanım Yüce Rabb’im namaz kılmamı emrediyor, Allah’a şükreden bir kul olmak için namaz kılıyorum.” diyen birisine göre ise din, ibadet olarak yerine getirilen bir yaşam tarzıdır.
Din, gelenek halini alınca, toplum hayatından çekiliyor ve insanı olgunlaştırma, toplumun ahlâkî seviyesini yükseltme işlevini kaybediyor.
Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an adlı tefsirinde şöyle bir hikâye anlatır:
“Saray erkânı, içinde muhafızlar, şairler, dalkavuklar, medyumlar, müneccimler, kâhinler, din adamları vs. hepsinin bulunduğu geniş bir halka oluşturmuş halde krallarını ayakta dinliyorlarmış. Günün birinde Kral susamış ve su istemiş. Kralın su isteğine hazirunun cevabı şöyle olmuş:
Şair: ‘Yüce Efendimiz ve haşmetli kralımızın emrindeki şu zarafete bakın. Böyle bir şiir dünya tarihinde daha söylenmedi: Su getirin, su getirin, su getirin.’
Dalkavuk: ‘Efendim sizin sözünüzün üstüne söz söylenmedi şu âlemde: Su getirin, su getirin, su getirin.’
Din adamı: ‘Her kim bunu günde 100 kez söylerse, cennet köşkleri onu bekliyor, aşk ile bir daha: Su getirin, su getirin, su getirin.’
Medyum: ‘Kralımız bu sözüyle gelecek yılın bolluk ve bereket ile geçeceğini haber veriyor, şevk ile bir daha: Su getirin, su getirin, su getirin.’
Kâhin: ‘Bana bir su getirin.’ cümlesinin ebced hesabı ile değeri 2015’tir. Kralımız bu yılda kıyametin kopacağını haber veriyor. O yıla dikkat edin ve bu cümleyi sakın unutmayın: Su getirin, su getirin, su getirin.’
Velhasıl, bir bardak suyu getiren olmamış ama sarayın her yanı, su getirin sesleriyle inlemiş. Bir su edebiyatıdır almış başını yürümüş. Dilden dile dolaşmış, hafızlar ezberlemiş, en güzel hatlarla yazılıp duvarlara asılmış. Ama kral bir türlü suyunu içememiş.”
Biz burada, “Şu hususlar Allah’ın emridir.” diyoruz. Sizler, “Amenna Allah’ın emrinin başımızın üzerinde yeri var.” diyorsunuz. Camiye gelmeyenler dahi, “Evet din kutsal ve gerekli bir müessesedir ve biz dine saygı duyarız.” derler. Birçok kimse Kur’an-ı Kerim’i alıyor, süslü kılıflar içerisinde evinin en müstesna yerine koyuyor, okumasa da eve bereket getirir diye duvarda asılı tutuyor. Dinin, adına, emirlerine, kitabına, mabedine her yerde saygı var, ancak yaşayan ve yaşanan bir din görmek oldukça zor. Bu durum, dinin gelenekselleşmesi ve toplum hayatından çekilmesi tehlikesini doğuruyor.
Bir televizyon belgeselinde, yüzyıllarca önce Danimarka ve Norveç’e taşınmış bir Türk topluluğu tanıtılıyordu. Bu Türk topluluğu, pikniğe çıkmışlar, çocuklar eski folklorik kıyafetler giymişler, namaz için saf tutmuşlar, önlerinde biri de imam olmuş, namaza benzeyen hareketler yapıyorlar, selam verince de onları izleyen topluluk alkışlıyorlar. İçlerinden biri, zor anlaşılan bir Türkçe ile yaptığı konuşmada, bu şekilde Hristiyan bir toplumda kimliklerini koruduklarını söylüyor. Fakat bu yapılan ibadet değil, folklorik bir etkinlikten ibaret. İşte dinin geleneğe dönüşmesi böyle bir şeydir.
Mehmet Akif Ersoy da Orta Asya gezisi izlenimlerini şöyle anlatıyor bir şiirinde:
O Buhara, o mübarek, o muazzam toprak
Horlamanın koynunda uyuyor kendinden geçmiş olarak
İbn
Sinalar doğurmuş o topraklar asırlardır
Şimdi tek çocuk vermiyor kucağına ilmin, ne kısır
Dünyanın rasathanesi o Semerkand bile
Öyle dalmış ki hurafelere o geçmişiyle
Ay tutulmuş, kovalım şeytanı kalkın, diyerek
Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek
Çekecek memleketin hali ne olmaz düşünün
Sayısız medrese var gerçi Buhara’da bugün
Okunandan ne haber? On para etmez fenler
Ne bu dünyada soran var ne ahirette geçer
Çin’de,
Mançurya’da din bir görenek başka değil
Müslüman unsuru gayet geri, gayet cahil1
İslâm gelmeden önce Mekke’de kız çocuklar öldürülüyordu hem de iyi niyetle. Büyüdüğünde kötü kadın olabilir korkusuyla öldürüyorlardı. İslâm,
“Bu çocukları, hangi suçundan dolayı öldürüyorsunuz?”2 sorusunu sorunca şok oldular. Bu soru, onların insafa gelmesine yetti, arttı bile.
Gelenek, kör taassup ve bilinçsiz taklitle uygulanınca akıl ve mantık dışı tezahürlere yol açabiliyor. Allah geleneğe körü körüne bağlı olanlara mealen şöyle sesleniyor:
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun.’ denildiğinde, ‘Hayır, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız.’ dediler. Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş ve doğruyu seçememiş idiyseler?”3
Güzel dinimiz İslâm’ı, Allah’ın ferdi ve sosyal hayata ilişkin nizamı, geleneği ise ecdadın mirası olarak görmek, dini gelenekle, geleneği de din ile karıştırmamak, içinde batıl inanç ve hurafe bulunmayan geleneğe de millî bir değer olarak sahip çıkmak gerekir. Yeni neslin, yabancı geleneklere ve kültürlere özenerek ve millî benliğinden uzaklaşarak yabancılaşmasına fırsat vermemek için sorumluluk sahibi herkesin gerekli tedbir alması gerekir.
Dipnot
1- Safahat; Süleymaniye Kürsüsünde.
2- 81/Tekvir, 8-9.
3- 2/Bakara, 170.
Mukadder Ârif YÜKSEL
Yazar