DERVİŞLERİN TEBERRÜK ÂDETİ
Teberrük; bereketlenmek demektir. Mübârek yer, kişi veya eşyâdan mânevî bir etki elde etmeye, bereket ve uğur bulmaya çalışmaktır.1 Sûfî gelenekte insân-ı kâmil saygı ve ihtirama layık bir şahsiyettir. Tasavvuf velâyet sahibi şahsiyetlerin Hak katında makbul isimler olduklarını öngörür. Ahlâk ve edep bakımından örnek şahsiyetler, çevresinde ilgi ve hayranlık bırakırlar. Yaratılmışlara Hak nazarıyla bakanlar, şu fânî dünyada gönül yapmayı şiâr edinenler, sefih veya sıradan bir hayat yaşayan kimselere ulvî ve kudsî âlemlerin temâşâsına imkân sağlayanlar, erdemleri kuşanıp hakikat dersini talim eden büyükler, sevdiklerinin nazarında büyük bir itibâra sahip olurlar. Tasavvufta esas olan muhabbettir. İnsan sevdiğinin ve değer verdiğinin yoluna baş koyar. Güvenilecek, imrenilecek ve örnek alınacak mürşid-i kâmil olmadan mürîdânın yol alması mümkün değildir. Dervişlik hakikat kervanına katılma azmi ve irâdesidir. Hakikat kervanına katılanlar sadece öğretileri öğrenmek, telkinlere kulak vermek ve birtakım usulleri benimsemekle maksatlarına ulaşamazlar. Dervişlik benzeşme sanatıdır. Ahlâk, ilim ve irfân öncülerinin tabiatlarına bürünmek, mâneviyat önderlerinin sîretlerine benzemek çabasını güden derviş, tasavvuf yolunun büyüklerine olan hayranlıklarını gizleyemez. Tasavvuf sevgi sanatı olduğuna göre, sevenler sevdiklerinin dünyasında kaybolmak isterler. Mürit şeyhini severken onun sûretine değil siretine, maddesine değil mânâsına, tenine değil rûhuna, dergâhının taşına ve toprağına değil atmosferine vurulur. Mürşid-i kâmilin sarsılmaz imanı, ibadet hayatındaki hassâsiyeti, ahlâkî kemâlâtındaki incelikleri, bakışlarındaki canlılığı, yaklaşımlarındaki sıcaklığı, tehlikelerden müritlerini korumadaki yorulmak bilmeyen çabası, ümmet-i Muhammed’in kurtuluşu uğruna verdiği mücâdelesi müritleri hayranlık içerisinde bırakan temel hasletleridir. Tasavvufî gelenekte sadâkat, hayırla yâd, hâtıraları yaşatmak, vuslat ve vefâ esastır. Tasavvuf erbâbı kendilerine hakikat dersini veren, kendilerini cehâlet girdâbından kurtarıp bilgelik yoluna sevk eden, atâletten uzaklaştırıp gayret kemerini kuşatan, benlik kavgasından soyutlayıp hakikat savaşının içine çeken, kaba ve hırçın kimlikten ince ve zarif ruhlu bir şahsiyete büründüren şeyhlerinin, büyüklerinin, öncülerinin ve rehberlerinin ne adını unuturlar ne de hâtırasını yok sayarlar. Büyüklerini hatırlatan her emâre onların gözünü ve gönlünü bürür. Mâneviyat yolunun büyükleriyle neşelenen ve canlanan dergâh atmosferini başka bir şeye değişemezler. Bir nazarla dirilten o bakışları kelimelerle tarif edemezler. Merhamet ve şefkatle elinden tutan o müşfik ellerin sıcaklığını, yüreklerini ısıtan o tatlı seslerin letâfetini, kulaklarında küpe kalan o tatlı sadâları, alınları secdeye varmaya sevk eden ısrarlı hatırlatmaları aslâ ama aslâ unutamazlar. Beraber yürüdükleri, birlikte hissettikleri, ortak duyguyla yandıkları, ikiz rûha dönüştükleri, birlikte baş koydukları onurlu ve huzurlu günlerin yâdı, hasreti ve özlemiyle yanar kavrulurlar. Tasavvuf nev-zuhûr bir hareket değil, geleneği olan bir tecrübedir. Tarîkat mensupları tarîkat pîrlerinin, tarîkat meşâyıhının ve dergâh şeyhlerinin katkılarını, yol ve yordamlarını aslâ unutmazlar. Tarîkat yolunun büyükleri emânetleri, sözleri, mücâdeleleri, rûhâniyetleri ve mânevî kişilikleriyle takipçilerinin gönüllerinde taht kurmuşlardır. Tarîkat büyüklerine ait her kalıntı müntesiplerin nezdinde bir uyanışın ifadesidir. Şeyhin hırkası, tesbihi, seccadesi, asâsı, dergâhı, evi, eşyâsı ve kitapları dervişlerde bir duyarlılık meydana getirmektedir. Dervişin gâyesi bu eşyâlara olduğundan fazla bir anlam yüklemek değil, o eşyânın hâtırasına sahip çıkmaktır. Şeyhin hırkası mürîde o şeyhin kalb dünyasını ve ruh atmosferini hatırlatır. Şeyhin hırkası mürîde kalbi korumanın, kalpteki ilâhî aşkı alevlendirmenin gereğini yansıtır. Şeyhin tesbihi zikrini, asâsı hakikat yolculuğunu, kullandığı eşyâsı onun kokusunu, dünyasını ve hülyâsını hatırlatır. Sevene sevdiğinin geride bıraktığı her şey sevdiğini hatırlatır. Tasavvufta eşyânın putlaştırılması değil, taşıdığı hâtıraların hatırlatılması esastır. Büyüklerin yaşadığı tecrübeye duyulan ilgi, büyüklerin bıraktığı hâtıraları canlandırmak, sayıp hürmet ettiğimiz bu büyüklerin kullandıkları eşyâdaki güzellikleri temâşâ, sadece sûfîlere özgü bir durum da değildir. Sûfîlerin öncüsü, sûfîlerin rol modelleri, sûfîlerin hayranlıkla takip ettikleri sahâbe neslinin de Peygamber Efendimiz’in eşyâsına teberrükte bulunduklarını görmekteyiz. M. Yaşar Kandemir’in ‘İki Cihan Güneşi’ isimli eserinde sıraladığı bazı rivâyetlerden kesitler sunarak bu durumun sahâbe dünyasındaki yansımasını dikkatlerinize sunmak istiyorum. Peygamber Efendimiz’e on yıl hizmet eden ve on yıl boyunca her an Peygamber Efendimiz’in yanında bulunan Enes b. Malik (r.a.), Peygamber Efendimiz’in irtihalinden sonra ona hasret duyar. Ona duyduğu bu hasret her geçen gün katmerleşmiş, artıkça artmıştır. Onun bu hasretini kısmen de olsa dindiren, yanında Peygamber Efendimiz’den nişâne kalan Peygamber Efendimiz’in kullandığı bardağıdır. Bu bardağın kendisi ağaçtan, kulpu demirdendi. Bu ağaç bardağı zaman zaman çıkarıp yanındakilere gösterirdi. Allah’ın Elçisi’ne bu bardakla hem su, hem süt, hem de bal ikrâm ettiğini duygu yüklü ifadelerle anlatırdı.2 Tâbiîn nesli o bardaktan su içtikçe aşkla salât u selâm getirir, bardaktaki sudan ellerine ve yüzlerine sürerlerdi.3 Enes b. Malik yıpranan demir kulpunu altın veya gümüşle değiştirmek istediğinde üvey babası, meşhur sahâbe Ebû Talha (r.a.), “Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yaptığı bir şeyi sakın değiştirmeye kalkma.” diye uyarmış, Enes b. Malik de bu niyetinden vazgeçmişti.4 Hz. Enes b. Malik gibi annesi Ümmü Süleym de, Peygamber Efendimiz’e ait her şeye büyük değer verirdi. Bir gün evlerine geldiğinde, Peygamber Efendimiz duvarda asılı duran su kırbasına ağzını dayayarak su içmiştir. Bunu gören Ümmü Süleym çok sevinmiş, Peygamber Efendimiz’in su içtiği bu su kırbasını saklamış, mübârek dudaklarının değdiği bu kırbanın ağzını kesip saklamıştır.5 Benzer bir şekilde Peygamber Efendimiz, Kebşetü’l-Ensâriye’nin evindeki duvara asılı su kırbasından aynı şekilde su içmiş ve Kebşe de bu kırbanın ağzını eşi bulunmaz bir servet gibi saklamıştır.6 Bir diğer örnek Esmâ Binti Yezîd’in hâtırasıdır. Hz. Esmâ akıllı, dindar ve yiğit bir sahâbe kadını olarak tanınmaktadır. Peygamber Efendimiz’in huzurunda kadınları temsîlen yaptığı konuşması dillere destan olmuştur. Peygamber Efendimiz, onun güzel konuşmasını çok takdîr ettiği için, kendisine kadınların hatibi anlamında “Hatîbetü’n-Nisâ” denmiştir. Onun bir diğer özelliği ise yiğit bir ana olmasıdır. Çünkü o Yermük Savaşı’nda çadır direğiyle dokuz Bizans askerini tepelemiş bir kahramandır. Peygamber Efendimiz bir gün Hz. Esmâ’nın mahallesindeki mescidde akşam namazını kılar. Peygamber Efendimiz’e ikrâmda bulunmak isteyen Hz. Esmâ, bir koşu evine giderek birkaç pideyle bir et yemeği getirip Peygamber Efendimiz’e sunar. Hiçbir ikrâmı reddetmeyen Efendimiz de sahâbelerine, “Buyurun!” diyerek yemeye başlar, orada bulunan herkes bu yemekten nasiplenir. Hz. Esmâ o akşam Peygamber Efendimiz’in su içtiği kırbayı gözü gibi korumaya başlamıştır. Kuruyup çatlamaması için onu yağlayıp kaldırmıştır. Zaman zaman kırbayı çıkarmış, bereketini umarak onunla su içmiş ve şifâ bulmaları ümidiyle hastalara o kırbayla su içirmiştir.7 Esmâ Binti Yezîd’in Peygamber Efendimiz’in kullandığı eşyâya gösterdiği hürmetin bir diğer örneği Peygamber Efendimiz’in Hz. Âişe Annemizle evleneceği güne aittir. Hz. Esmâ, Hz. Âişe Annemizi süsleyip zifâfa hazırlayınca, Peygamber Efendimiz’e gelerek eşini gelinlik kıyâfeti içinde görmeye çağırır. Peygamber Efendimiz gelinin yanına oturur. O sırada Peygamber Efendimiz’e süt ikrâm edilir. Peygamber Efendimiz sütü içtikten sonra süt kabını Hz. Âişe’ye uzatır. Hz. Âişe belki de bütün gözlerin kendisine dikilmiş olmasından dolayı pek utanıp başını önüne eğer. Hz. Esmâ, Âişe Annemizin koluna dürterek uyarır. “Peygamber Efendimiz’in elinden kabı alsana!” der. Hz. Esmâ’ya göre, Peygamber Efendimiz’in mübârek elinden bir şeyi almak, onun dudağıyla şereflenen yerden içmek saâdetlerin en büyüğüdür. Hz. Âişe süt kabını utana utana alıp birkaç yudum içer. Peygamber Efendimiz; “Sütü arkadaşına ver.”, deyince, kabı Esmâ’ya uzatır. Hz. Esmâ gerçekten uyanık bir sahâbe kadındır. Eline geçen bu fırsatı gönlünce değerlendirmiştir. Peygamber Efendimiz’e, “Hayır, ya Rasûlallah! Kabı sen al, ondan tekrar iç ve bana kendi ellerinle ver.” der. Kâinâtın Efendisi, Hz. Esmâ’nın dediğini yapar. Esmâ yere oturup süt kabını dizlerinin üstüne koyar. Peygamber Efendimiz’in mübârek dudaklarının temas ettiği yerden içebilmek arzusuyla kabı elinde evirip çevirmeye başlar. Sonra Peygamber Efendimiz oradaki hanımları göstererek, “Süt kabını onlara ver.” der. Hanımlar; “İştahımız yok, içmeyeceğiz.” derler. Allah’ın Elçisi onlara, “Karnınız açken, iştahımız yok diye sakın yalan söylemeyin.” buyurur. Sütü alıp içmeyen o hanımların tutumlarına çok hayret eden Esmâ, yıllar sonra bu olayın bir hadis râvîsi olan kölesi Şehr İbni Havşeb’e anlatırken ona, “Orada sen olsaydın, iştahım yok der miydin?” diye sorar. Peygamber Efendimiz’i görme bahtiyarlığını tadamamış olan Havşeb, “Aslâ anneciğim, aslâ öyle bir şey söylemezdim.” der.8 Bir diğer örnek sahâbe Abdullah İbn Abbas’ın durumudur. Abdullah İbn Abbas Peygamber Efendimiz’in vefatında daha on üç yaşında bir çocuk idi. Bir gün Peygamber Efendimiz’in sağında Abdullah İbni Abbas, solunda yaşlı bir adam oturuyordu. Peygamber Efendimiz’e süt ikrâm edildi. Peygamber Efendimiz Abdullah İbn Abbas’a dönerek, “Sağda oturduğun için sütü içmek senin hakkın. Ama istersen sütü solumda oturan şu yaşlı amcaya vereyim.” dedi. Abdullah İbn Abbas, Peygamber Efendimiz’in ağzının değdiği yerden içmenin önemini ve insana kazandıracağı hayır ve bereketi pekiyi biliyordu. Peygamber Efendimiz’in bu teklifini kabul etmedi, “Senden kazanacağım hayır ve bereketi kimselere bağışlayamam.” dedi.9 Peygamber Efendimiz’in su içtiği kabı saklayarak teberrükte bulunan bir diğer sahâbe Sehl İbn Sa’d’dır. Sehl İbn Sa’d, Medineli Hazrec Müslümanlarındandı. Bir gün Peygamber Efendimiz Sakîfe-i Benî Saîde’ye gelmişti. Burası Hazrecîlerin toplanıp sohbet ettiği bir sofaydı. Peygamber Efendimiz, hicretten önce Müslüman olan ve İslâmiyet’e pek değerli hizmetler îfâ eden bu değerli insanların sofasına zaman zaman gelip oturur ve böylece onları bahtiyar ederdi. Bu gelişlerinden birinde Peygamber Efendimiz, Sehl İbni Sa’d’den su istemişti. Peygamber âşıklarından biri olan Sehl, Efendimiz’e su ikrâm ettiği ağaç bardağı sakladı. Cihan güneşi dünyaya vedâ ettikten sonra evine gelenlere o ağaç bardağı gösterir, misafirlerine onunla su ikrâm ederken, hiç unutamadığı o güzel günün hâtırasını yâd ederdi. Peygamber Efendimiz’in büyük âşıklarından olup Hulefâ-yi Râşidîn’in beşincisi diye anılan ve ana tarafından Hz. Ömer’in torunu olan Ömer İbni Abdülaziz hazretleri, Medine vâlisiyken Sehl’in evine gelir, o bardakla su içmekten derin haz duyardı. Bir gün Sehl’den bu bardağı kendisine hediye etmesini istedi. Sehl, bu büyük âşığı kırmayıp Peygamber dudağıyla şereflenen bardağı ona hediye etti.10 Özetle teberrük anlayışı sevginin tezâhürüdür. Müslümanın hayat çizgisi itidal ve istikâmet üzere olmalıdır. Peygamberlere, ashâb-ı kirâma, ulemâ-yı ızâma, meşâyıha, evliyâullaha ait eşyâya sirâyet ettiği düşünülen hâlet-i rûhiyyelerinden istifa de gâyet doğaldır. Ancak Müslümanın nazarında eşyânın yaratılış gayesi dışına çıkarılması söz konusu edilemez. Eşyâya hürmet eşyânın putlaştırılmasına cevaz vermez. Müslüman ifrat ve tefrit çizgisine sapmadan tarihî ve mânevî mîrâsına sahip çıkmalıdır. Geleneği okumalı, geleneği ihyâ etmeli, gelenekten beslenmelidir. “Şerefü’l-mekân bi’l-mekîn” ifadesi gereğince mekânlara şeref katan orada bulunanlardır. Eşyâya anlam katan o eşyâyı erdem yolunda kullananlardır. Peygamber Efendimiz’in sakal-ı şerîfine gösterilen bu ümmetin hürmeti de bundan kaynaklanmaktadır. Ashâb-ı kirâmın gözünü ve gönlünü bürüyen yegâne iksir Peygamber Efendimiz’le yaşadıkları o güzel hâtıralardı. Peygamberimiz güzeldi, her nesneye de güzellik katardı. Peygamber Efendimiz sâdeliği severdi, kullandığı her nesne de sâdelik kokardı. Efendimiz cemâli, kokusu, gönlü ve sadâsıyla insanlığın dirilişini sağladı. Onun emânet ettiği Kur’ân-ı Kerim, sünnet-i seniyye, hadîs-i şerifler, mübârek hayatları, hâne-i saâdetleri, ashâbı ve kullandığı eşyâsı, ondan geride kalan sakal-ı şerîfi, hırka-ı şerîfi bize hep onu hatırlatmaktadır. Ulemânın dilleri, âriflerin gönülleri, mescidlerin atmosferi, dünyanın gidişâtı onun güzellikleriyle canlılık kazanmaktadır. Gerek Peygamberimiz’in gerekse diğer mânevî şahsiyetlerin eşyâlarını madde gözüyle değil, gönül gözüyle görünce onlarda saklı bulunan mânâlar gözlerimizin önünde canlanmaktadır. Çünkü seven sevdiğini aslâ unutmaz. Yıllar geçse de, arada fersah fersah mesafeler olsa da Yûsuf’un gömleği Hz. Yakub’a Yûsuf (a.s.)’ın kokusunu muştulamaktadır.
Kadir ÖZKÖSE
YazarTasavvuf büyükleri müntesiplerini samîmî olmaya çağırır. Toplumsal ve ailevî ilişkilerimizde bizleri samîmiyetten alıkoyan faktörlere dikkat çekerler. Kişiyi samîmiyetten uzaklaştıran temel faktörleri...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Yıldırım Bâyezîd, 1360 yılında Edirne’de doğmuştur. Babası Murâd-ı Hüdâvendigâr, annesi Gülçiçek Hatun’dur. Çocukluğunu Bursa Sarayı’nda kardeşleriyle birlikte geçirmiş, iyi bir eğitim görmüş, seçkin ...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
1839-1861 tarihleri arasında saltanat süren Sultan Abdülmecid’in iktidarının ilk dönemlerine Sadrazam Mustafa Reşid Paşa’nın yönetim anlayışı damgasını vurmuştur. Tahta geçişinin dördüncü ayında, yani...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Tasavvuf tarihi boyunca hat sanatına rağbet eden mutasavvıflar, Kur’ân-ı Kerim, Sahîh-i Buhârî, Mesnevî, Şifâ-i Şerîf ve Delâilü’l-Hayrât gibi eserleri yazmayı cana minnet bilmişler, yazı esnâsında ge...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE