DERD-İ HAK İLE YAN EY GÖNÜL
"Yüce yaratıcıya îmân eden herkes¸ Hâkimler
hâkiminin hiç kimseye zulmetmeyeceğini bilir.
Ve yine bilir ki "Allah mü'minlerin dostudur."
Dosttan gelenin ise baş göz üstünde yeri vardır."
Dünya insanoğlunun imtihan edilmek üzere gönderildiği oyun ve eğlenceden ibâret geçici bir durak; âhiret ise dünyada iken yaptıklarımıza karşılık ebedî olarak kalacağımız cennet veya cehennem yurdudur. Akl-ı selîm sahibi her insanın bu noktada yapması gereken¸ madde ile mân⸠rûh ile beden¸ dünya ile âhiret arasındaki dengeyi kurmak ve seçimini iyiden¸ güzelden yana kullanmaktır. Kutsal kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'deki pek çok âyette bu husus vurgulanmış; tercihini dünyadan veya âhiretten yana yapanların durumları karşılaştırılarak Müslümanlar bu konuda uyarılmıştır. es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi (k.s.) de¸ yedi beyitten oluşan "olagör" redifli gazelinde¸ dünyada yaşanılan acı ve mutlulukların geçiciliğini dile getirmiş; ebedî ve asl olanın ise âhiret olduğunu belirtmiştir.
Ey gönül hâk idi aslın sen yine hâk olagör
Derd-i Hak ile yanuban cümleden pâk olagör
"Ey gönül senin aslın topraktır; o hâlde yine toprak (gibi) ol. Cenâb-ı Hakk'a duyduğun aşk ile yanarak bütün kötülüklerden temizlen."
Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi bu ilk beyitte kendi şahsında bütün insanlığa seslenir. Burada insanoğlunun aslının topraktan yaratılmış olduğuna dikkat çekilmekte¸ aslı ve menşei toprak olan insanın bu özelliğini kaybetmemesi gerektiği vurgulanmaktadır. Toprağın en önemli özelliği şüphesiz tevâzûudur. İnsan¸ fıtratında bulunan bu sıfatı kaybetmemeli¸ özüne sâhip çıkarak yerini bilmeli ve mütevâzi olmalıdır. Eşref-i mahlûkât olmanın yolu buradan geçmektedir: "Mütevâzi olanı rahmet-i Rahmân büyütür."
Toprağın bir başka özelliği de gökten yağan her şeyi; yağmur¸ kar¸ dolu demeden itirazsız kabul etmesidir. Bu münâsebetle Âdemoğlu da¸ yaratıcısından gelen emirleri tam bir teslimiyet içerisinde kabul etmelidir. Beytin ikinci mısraında ise Yüce Allah'ın rızası dışındaki her şeyi bir kenara bırakarak O'nun aşkı ile yanıp tutuşmak gerektiği; temizlenmenin¸ arınmanın tek yolunun bu olduğu belirtilir.
Beytin hatırlattığı başka bir husus da "Ölmeden önce ölünüz."[1] hadîsidir. Her insan için mukadder olan ölüm isteyelim ya da istemeyelim¸ bizi bulacaktır. O hâlde öldükten sonra toprak olması kaçınılmaz olan insan¸ ölmeden/toprak olmadan önce toprağın; yani özünün vasıflarına bürünmelidir.
Bu beyitte anlam bakımından aralarında ilgi bulunan kelimeleri bir arada kullanma sanatı olan "tenâsüb"e yer verildiğini görüyoruz. Böylece "hâk" ve "pâk" kelimeleri birlikte kullanılarak toprağın başka bir özelliği olan temizleyicilik vasfına da atıf yapılmaktadır.
Sana cân u dil verüben ismini Âdem kodu
Nefsini katl eyleyüben kurb-ı "levlâk" olagör
"Yüce Allah sana beden ve gönül vererek adını Âdem koydu. Nefsini öldürerek levlâk' hitâbına mazhar olana yaklaş."
Topraktan yaratılan insan yapı itibariyle beden ve rûhtan meydana gelen bir canlıdır.[2] Yüce Allah'ın ilâhî hitabına mazhar olan insanın kendisine yüklenen sorumluluğun gereklerini hakkıyla yerine getirebilmesi ise rûh-beden dengesini kurabilmesine bağlıdır. Hakîkate¸ ahlâka¸ güzele aykırı şeylere dur diyebilen¸ nefsinin dizginlerini ele alabilen insan bu zorlu yolculuğu başarıyla tamamlamış¸ görevini hakkıyla yerine getirmiş demektir. Bu meşakkatli yolda Müslüman'ın yolunu aydınlatacak¸ ona iyiyi ve güzeli bizzat yaşayarak gösterecek olan ise beyitte zikri geçen ve "levlâk"[3] hitabına mazhar olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'dir. Allah'ı sevmek ve sonuçta O'nun sevgisini kazanmak¸ Hz. Peygamber'e yakın olmakla¸ ona uymakla mümkün olmaktadır: "(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin
"[4]
Şugl-ı dünyâdan arıt içini hîç çekme elem
Nâr-ı aşk ile tutuşup sînesi çâk olagör
"Dünyaya ait işleri gönlünden çıkar at ve bunlar için üzülme artık. Aşk ateşiyle yanıp tutuşan yaralı bir gönle sâhip ol."
Sonsuzluk âleminden dünyaya gelen insanoğlu geldiği yere karşı büyük bir hasret¸ karşı konulamaz bir özlem içerisindedir. Mükemmelden gelen¸ rûhunun derinliklerinde buna dâir nüveleri barındıran insanın¸ fânî dünyada tam bir mutluluk ve huzur bulamayışı da şüphesiz bu sebepledir. Tam olmayan¸ eksik ve kusurlu olan¸ sonlu olan şeyler¸ sonsuzluk diyârından bu dünyaya gelmiş Âdemoğlunu tatmin edememekte; dahası ona elem ve ızdıraplar vermektedir. O hâlde yapılması gereken bu dünyaya ait olanla meşgul olmamak¸ onlarla oyalanmayı bırakmaktır. Mutlak sükûn ve huzura kavuşmak ancak aşk ateşiyle yanmış yaralı bir gönülle olacaktır.
Sabr edip Hak'dan gelen cümle belâya râzı ol
Dostdan ihsândır deyüben ehl-i idrâk olagör
"Cenâb-ı Hak'tan gelen her türlü belâya sabr ederek rızâ göster ve bütün bunların "Dost"tan gelen lütuflar olduğunu söyleyerek bunu anlayanlardan ol."
Bu dünya; imtihân dünyasıdır. İmtihân ise belâyı¸ meşakkati¸ sıkıntıyı beraberinde getiriyor şüphesiz. Kimin iyiyi ve güzeli; kimin kötüyü ve çirkin olanı seçeceğinin belirleneceği bu süreç sıkıntılı bir süreçtir. Müslüman'a düşen ise başına gelecek olanlara sabretmek; bunlara rızâ göstererek imtihânı başarıyla tamamlamaya çalışmak olmalıdır. Şuur sâhibi her insanın bu noktada en büyük tesellîsi ise¸ kendisine şah damarından daha yakın olan Allah'ın onu her an görüp gözettiği ve hiçbir zaman tek başına bırakmayacağına olan inancıdır. Yüce yaratıcıya îmân eden herkes¸ Hâkimler hâkiminin hiç kimseye zulmetmeyeceğini bilir. Ve yine bilir ki "Allah mü'minlerin dostudur."[5] Dosttan gelenin ise baş göz üstünde yeri vardır. Sultanların sultanına kavuşmak isteyen kişi için bunlar birer ihsândır; bu uğurda nelere katlanılsa azdır:
Miskîn Yûnus sabr eylegil bu dünyânun zahmetine
Dürlü cefâya katlanur sen sultâna iren kişi[6]
Kendini mir'ât kıl tâ kim tecellî ede Hak
Kendin idrâk eyleyenler ile derd-nâk olagör
"Kendini öyle bir ayna haline getir ki onda Hak tecellî etsin. Varlığının şuuruna ermiş insanların dertleriyle dertlen."
Tasavvufta¸ cansız maddelerden bitkiler¸ hayvanlar ve insanlara değin bütün varlıklar Yüce Allah'ın isim ve sıfatlarını yansıtan aynalardır. Ancak Cenâb-ı Hakk'ın esm⸠sıfât ve zâtıyla varlıklarda tecellî etmesi (ortaya çıkması¸ zâhir olması)¸ yaratılmışların kabiliyet ve imkânları ölçüsünde gerçekleşmektedir. Bu nedenledir ki yere göğe sığmayan ancak mü'min kulunun kalbine sığan Yüce Allah için saf bir gönül¸ temiz bir kalbe sâhip olmak gerekmektedir. Paslanmış bir aynadan güzellikleri yansıtması beklenemeyeceği gibi¸ günahlarla kararmış bir gönle de¸ Yüce Mevlâ'nın kemâl ve cemâliyle tecellî etmesi beklenemeyecektir. Nitekim bu gerçeği meşhur mutasavvıflardan Şemseddîn Sivâsî Hazretleri de şöyle dile getirmiştir:
Sür çıkar agyârı dilden tâ tecellî ide Hak
Pâdişâh konmaz saraya hâne ma'mûr olmadan
Âyînesini sâf tutabilenler¸ sadece nefsini bilenler ve varlığının bilincine erenlerdir. Kendini bilen Rabbini bilecek[7]¸ bu vasıftaki insanlarla oturup kalkan¸ dertleriyle dertlenenler de¸ sonunda onların hâlleriyle hâllenecektir.
Ölmeden ön ölmek olsun dâim arzun ey gönül
Nefs ü şeytânın elinden çeşm-i nem-nâk olagör
"Ey gönül ölmeden önce ölmeyi arzula dâimâ. Nefis ve şeytanın yaptıkları ve sana yaptırdıkları yüzünden gözlerin hep yaşla dolsun."
Her insanın mutlaka tadacağı ölüm¸ bizi de yakalayıp canımızı almadan önce¸ henüz hayattayken ve henüz iş işten geçmemişken ömür muhâsebemizi yapmamız gerekir. Dünyanın geçici¸ âhiretin ise ebedî olduğunu bilen her insan¸ ölmeden önce nefsinin yularını eline alabilmeli; kötü arzu ve isteklerini öldürebilmelidir. Burada bahsedilen ölüm elbette bedene ait bir ölüm değildir. Benliğin/nefsin¸ insan onur ve şerefiyle örtüşmeyen¸ ters düşen arzularına karşı¸ bilinç boyutunda öldürülmesidir söz konusu olan. Böylece gerçek ve sonsuz bir uyanıklık¸ bir şuur hâli yakalanmış olacaktır. Hevâ ve hevesin emrettiklerine bu dünyada iken hayır diyebilen insan ölmeden önce ölmüş olan insandır. Ölmeden önce ölen de zaten sonsuzluğa erişmiş¸ gerçek ve ebedî huzur ve mutluluğa kavuşmuş demektir.
Misâfirhâne hükmündeki bu dünyada bize gerçek amacımızı ve görevimizi unutturan¸ hayata gelişimizdeki hikmetlerin önüne kalın perdeler çekerek hakîkati görmemizi engelleyen nefis ve şeytana karşı da çok dikkatli olmamız gerekir. Bir an gaflete düşerek hevâ ve hevesine yenik düşen mü'min¸ vakit kaybetmeden nedâmet gözyaşları dökmeli¸ yaptıklarından dolayı pişman olarak bir daha yapmayacağına dâir Gaffâru'z-zünûb/günahları bağışlayıcı olan Allah'a tevbe etmelidir.
Ey Hatîboğlu Hulûsî bezl-i cân et dostuna
Gülme fânîde anın derdiyle gam-nâk olagör
"Ey Hatîboğlu Hulûsî (gerçek) dost (olan Allah) uğruna cânını fedâ et. Bu fânî dünyada gülmeyi bırak da (O) sevgilinin derdiyle hüzünlen."
Dost yoluna¸ sevgili uğruna kişinin varını yoğunu¸ her şeyin ötesinde cânını fedâ etmesi¸ harcamasıdır "bezl-i cân" etmek. Aslında kendisine emânet olarak verilmiş olanın sâhibine iâdesinden başka bir şey de değildir bu. Mutasavvıflar biri vefât ettiğinde "Ölen kişi dostuna/Rabbine erdi." veya "Âşık ma'şûkuna kavuştu." demişlerdir. Hakîkî âşık için ölüm firâk değil bilakis vuslat olmuştur. "Bezl-i cân" etmek nefsî arzuların sökülüp atılması¸ hevâ ve hevesin isteklerine set çekilmesi anlamına da gelmektedir. Bir ömrün rızâ-yı Bârî için geçirilmesi¸ harcanmasıdır "bezl-i cân" etmek. Ancak insanoğlu¸ bu yolda önünü kesecek¸ çıktığı kutlu yolculuktan onu alıkoymaya çalışacak pek çok engelle karşılaşacağının farkında olmalıdır. Bu nedenledir ki dünyanın aldatıcı güzelliklerine kapılarak¸ sözde eğlenceler içerisinde saâdeti yakaladığı vehmine bir an olsun kapılınmamalıdır. Kul¸ bu yolda ayağının kaydığı yerlerde toparlanmasını bilmeli¸ yaptığı hatalar ve kusurlar için gözyaşlarıyla Rabbine yönelmelidir.
Sınırlı bir süre için geldiğimiz bu dünyanın sahte güzellikleriyle mutlu olmak yerine¸ Cenâb-ı Hakk'ın¸ "O gün bir takım yüzler vardır ki pırıl pırıl parlarlar. Gülerler¸ sevinirler."[8] buyurduğu mü'minlerden olmak ümit ve duâsıyla
[1] Bkz.: el-Aclûnî¸ Keşfü'l-Hafâ ve Muzîlü'l-İlbâs amme'ştehera mine'l-Ehâdîsi alâ-Elsineti'n-Nâs¸ (I-II)¸ Mektebetü'l-Kudsî¸ Kâhire¸ 1351¸ II/291 (Hadîs nr.: 2669).
[2] "O ki¸ yarattığı her şeyi güzel yaptı. İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı. Sonra onu şekillendirip ona rûhundan üfledi." 32/Secde¸ 7 ve 9.
[3] Levlâk¸ "Sen olmasaydın bu kâinâtı yaratmazdım." anlamındaki ibârenin başında bulunan ilk kelimedir. Bkz.: Aclûnî¸ Keşfü'l-Haf⸠II/164 (Hadîs nr.: 2123).
[4] 3/Âl-i İmrân¸ 31.
[5] 3/Âl-i İmrân¸ 68.
[6] Mustafa Tatcı¸ Yûnus Emre Dîvânı-Tenkitli Metin¸ M.E.B. Yay.¸ İstanbul¸ 2005¸ s. 360.
[7] Aclûnî¸ Keşfü'l-Haf⸠II/262 (Hadîs nr.: 2532).
[8] 80/Abese¸ 38-39.
Abdülmecit İSLAMOĞLU
Yazar“Sâde” yazmak, “basit” yazmak değildir. Çoğu kimse sâde kelimesini basit kelimesiyle aynı anlamda kullanır. Oysa sâde, içinde derinlik barındıran bir kavram… Fakat basit, sathîdir; yüzeysel, üstünkörü...
Yazar: Bilal KEMİKLİ
“Yaratılanı yaratandan ötürü sevmek” mefhumu, insanlara genel manada güzellikleri telkin eder. Yaratılmışların en şereflisi olan insan elbette ki, “ahsen-i takvim” olduğu için fıtrî olarak da, cismî o...
Yazar: Musa TEKTAŞ
"Gönül vuslata ersin; cân¸ cânâna kavuşsun. Her istediğin olsun. Dikenler bile gül bahçesinin gülleri olsun."Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)'nin Dîvân'ında vurgulanan önemli konulardan b...
Yazar: Abdülmecit İSLAMOĞLU
"İyi de gül kime âşıktır¸ ya mum? Mecnun Leylâ'ya âşık¸ ya Leylâ?... Bu sefer üzerinde duracağımız gazel bütün bu soruları sormakta ve bunlar üzerinde yeniden düşünülmesini is...
Yazar: Abdülmecit İSLAMOĞLU