ÇOCUĞU OLMADIĞI HALDE ÜMMETE ANNE OLAN KADIN: HZ. ÂİŞE (R. ANHÂ)
Peygamberimiz (s.a.v.)’in sevgili eşi, Hz. Ebu Bekir’in kızı, mü’minlerin annesi, Yüce Allah’ın âyetleriyle tezkiye ettiği iffet âbidesi, en çok hadis (2210 hadis) rivâyet eden anne, hayatında ve vefâtından sonra evinde Hz. Peygamber (s.a.v.)’i ebedî misafir eden kadın. Yüce Allah, ona Peygamberimiz (s.a.v.)’den bir çocuk vermedi, ama onu ümmetin annesi eyledi. O, Ümmü’l-Mü’minîn/Mü’minlerin Annesi oldu. Onun Peygamberimiz’le evliliğine Havle bnt. Hâkim vesile oldu. O, genç yaşında Peygamberimiz’in en yakını oldu, ondaki pek çok güzelliklere tanık oldu. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yanında onun ayrı ve özel bir yeri vardı. Onun hakkında Peygamberimiz’in, “Ey Âişe, senin gönlümdeki sevgin kör düğüm gibidir.” buyurduğu, zaman zaman Annemizin “Düğümden ne haber?” diye sorduğunda, “İlk günkü gibi aynen duruyor.” diye cevapladığı rivâyet edilir. Yine Peygamberimiz’in, “İnsanların bana en sevimli geleni kadınlardan Âişe, erkeklerden de babası Ebû Bekir’dir.”[1] buyurmuştur. O, vahyin gelişine şâhitlik etti. Peygamberimiz’den pek çok hadis ezberledi ve kendisini iyi bir şekilde yetiştirdi. Kur’ân-ı Kerim’i ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünnetini en iyi bilen, anlayan ve muhâfaza eden sahâbîlerin başında yer aldı. İslâm’ın doğuşu ve gelişimine başından itibaren hep şâhit oldu. Son derece takvâlıydı, cömertti, iyilik severdi. Her bakımdan güzel örnekti. Sahâbenin büyükleri bile içerisinden çıkamadıkları meseleleri ona sorarlar ve ondan fetvâ alırlardı. O insanların dini en iyi anlayanı, en doğru görüşleri olanıydı. O hem fıkıh ilminde hem tıp ilminde hem de hitâbet, şiir ve dilde mâhirdi. Zorlu Sınavın Baş Kahramanı İfk hâdisesi, İslâm Tarihi’nde pek çok mesajı bağrından barındıran önemli bir olaydır. İfk, “iftirâ, kötü ve çirkin yalan” demektir. Peygamberimiz’in sevgili eşi, ümmetin annesi Hz. Âişe Annemize iftirâ atılma olayına bu isim verilmiştir. Münâfıkların başlattığı bu iftirâ kampanyasına bazı Müslümanlar da katılıyorlar. Peygamberimiz ve ailesi bir aydan fazla bir süre ağlıyor ve sıkıntılar çekiyorlar. Tâ ki vahiy geliyor, Nûr Suresi’nde iki sayfaya yakın âyetlerde bu iftirâ olayı ve bu olay karşısındaki Müslümanların takındıkları tavırlar üzerinde duruluyor. Olay Kur’ân’da şöyle anlatılır: “(Peygamber'in eşi hakkında) o yalanı uyduranlar içinizden bir güruhtur. Bunu kendiniz için kötü sanmayın, o sizin için hayırlı olmuştur. O kimselerden her birine kazandığı günah karşılığı cezâ vardır; içlerinden elebaşılık yapana ise büyük azap vardır. Onu işittiğiniz zaman, erkek kadın mü’minlerin, kendiliklerinden hüsn-i zanda bulunup da, ‘Bu apaçık bir iftirâdır.’ demeleri gerekmez miydi? Dört şâhit getirmeleri gerekmez miydi? İşte bunlar, şâhit getirmedikçe Allah katında yalancı olanlardır. Allah'ın dünya ve âhirette size lütuf ve merhameti olmasaydı, o kötü sözü yaymanızdan ötürü büyük bir azaba uğrardınız. Onu dilinize dolamıştınız. Bilmediğiniz şeyleri ağzınıza alıyordunuz. Onu önemsiz bir şey sanıyordunuz, oysa Allah katında önemi büyüktü. Onu işittiğinizde, ‘Bu konuda konuşmamız yakışık almaz; hâşâ, bu büyük bir iftirâdır.’ demeniz gerekmez miydi? Eğer mü’min kişilerdenseniz, Allah buna benzer bir şeye bir daha dönmemenizi tavsiye eder. Allah size âyetleri açıkça bildirir. Allah bilendir, Hakîm'dir. Mü’minler arasından hayâsızlığın yayılmasını arzu edenlere, işte onlara, dünya ve âhirette can yakıcı azap vardır. Allah bilir, siz ise bilmezsiniz. Allah'ın size lütuf ve merhameti bulunmasaydı, Allah şefkatli ve merhametli olmasaydı hemen cezânızı verirdi.”[2] Peygamberimiz bir sefere çıkacağında kur’a ile eşlerinden birini yanına alırdı. Benî Mustalik Gazvesi’ne çıkacağında da kur’a Hz. Âişe Annemize çıkmıştı. Dönüş yolunda ordu bir yerde konakladı. Harekete geçtiklerinde görevliler, kilosu az olan Âişe Annemizi hevdecin içerisinde zannederek devesine yerleştirdiler, halbuki annemiz ihtiyaç görmek için tenhâ bir yere çekilmiş, sonra gerdanlığını düşürmüş ve onu aramaya koyulmuştu. Ordu yokluğunu fark etmeden hareket etti. Âişe Annemiz dönüp geldiğinde, ordunun gittiğini gördü ve nasıl olsa yokluğumu anlayınca dönüp gelirler diye bir taşın üzerine oturup beklemeye başladı. Ordunun geride kalan eşyalarını toplamakla görevli olan Safvan b. Muattal, onu orada gördüğünde devesini yanaştırıp binmesini sağlayıp kuşluk vakti Medine’ye getirdi. Bunu gören münâfıklardan bazıları, “Peygamberiniz’in eşi bir adamla geceleyip yoldan dönüyor.” diyerek dedikodu yapmaya başladılar. Bir ay kadar sonra Peygamberimiz’e vahiy gelir ve annemizin suçsuz olduğu âyetlerle tescillenir. Âişe Annemiz bunun üzerine babasına, “Babacığım sen bari beni anlayıp mazur görseydin ya.” dediğinde Ebû Bekir’in cevabı şöyle olur: “Bilmediğim bir konuda konuşursam, hangi semâ beni altında gölgelendirir ve hangi yer beni üzerinde taşır!” Gözyaşları içerisinde kızının âyetlerle temize çıktığını gören anne Ümmü Rûman kızına, “Kızım kalksan da Allah Rasûlü’ne teşekkür etsen.” dediğinde annemiz şöyle cevap verir: “Hayır vallâhi ben, beni aklayan Rabb’ime şükredeceğim.” Bu hâdise, bir süre Âişe Annemizi ve ailesini üzmüşse de daha sonra annemiz için bir şeref madalyası olmuştur.[3] İbn Abbas şöyle der: “Yüce Allah, dört insanı dört şeyde berâat ettirmiştir: Yûsuf (a.s.)’ı, ehlinden getirilen şâhidin dili ile; Mûsâ (a.s.)’ı, Yahudilerin dedikodularından, elbisesini alıp götüren taşla; Hz. Meryem'i, kucağındaki yeni doğmuş oğlunu konuşturmak suretiyle; Hz. Âişe'yi ise, zaman boyunca tilâvet edilecek olan Kur'ân-ı Kerim'deki o azametli âyetlerle berâat ettirmiştir ki, bu tezkiyenin en üstün olanıdır.”[4] Yüce Allah isteseydi, olayın olduğu gün vahyini indirir ve Hz. Âişe’nin suçsuz olduğunu bildirirdi. Ama O öyle yapmadı, bir ay kadar bir zaman geçti. Bu süre içerisinde mü’minler denendiler. Ehl-i Beyt, sabırla sınandı, mü’minler de iftirâya karşı nasıl bir tavır alacakları konusunda sınandılar. Olayla birlikte mü’min-münâfık, iyiler-kötüler fark oldu. Olay Medine’de yaşanmış ve bitmiş bir olaydır. Ancak âyetlerde yer almasıyla evrensel mesajlarıyla günümüz insanlığını aydınlatmaya devam etmektedir. Biz burada, bu olay karşısında Müslümanların takındıkları tavırlara değineceğiz. Bu bilgiler, bizim benzer olaylarla karşılaştığımızda almamız gereken Müslümanca duruşu belirlememize yarayacaktır. Mü’minlerin Birbirlerine Kardeşane Duruşu Hz. Eyyûb el-Ensârî’nin duruşu: Hanımı ile arasında şu konuşma geçiyor: - Ebû Eyyûb, Hz. Âişe ile ilgili konuşulanları duydun mu? - Duydum. Onun yerinde sen olsan, bana ihanet eder misin? - Hayır vallâhi! - Vallâhi Âişe hiç yapmaz böyle bir şey. Zira o senden üstün, kocası da benden üstün! Olay üzerine Hz. Ömer, Peygamberimiz’e gelir ve geçmişte yaşanan şu olayı anlatır ona: “Ey Allah’ın Rasûlü, bir defasında sen bize namaz kıldırıyordun ve namazda Cebrâil geldi ayağındaki mestine bulaşmış bir pisliğin olduğunu sana haber verdi, sen de namazda onu çıkarmıştın. Vallâhi senin ayağındaki mestine bulaşmış küçücük bir pisliği sana haber veren Yüce Allah, senin ailene bulaştırılmak istenen bu pisliği elbette sana haber verir.” Hz. Âişe’nin hizmetinde bulunan Berire’ye sorduğunda o da şöyle cevap verdi: “Vallâhi ben, onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Sadece ben hamur yoğurur, onun yanımda beklemesini isterdim, o da uyuya kalır ve koyunlar gelir onu yerdi. Bunun dışında onu hiçbir konuda ayıplayamam.” Annesi, Hz. Âişe’yi şöyle tesellî ediyordu: “Ey kızcağızım! Rahat ol! Üzülme! Vallâhi, bir kadın senin gibi güzel ve zevcinin yanında sevgili olsun ve birçok ortakları bulunsun da onu kıskanmasınlar, onun aleyhinde birtakım laflar etmesinler, pek azdır!” Bu konuda Hz. Ali, Peygamberimiz’e şâibeden kurtulmak için Hz. Âişe’yi boşamasını ve başka bir kadınla evlenmesini tavsiye ediyordu. Hz. Âişe, daha sonra duyduğu zaman Hz. Ali’nin bu teklifine çok üzülmüştü. Hz. Üsâme ise, düşmanların sözüne aldırmamasını ve Âişe’yi nikahında tutmasını söylüyor ve ekliyordu: “O, senin ehlindir, biz onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz.” Ümmü Eymen Annemiz de şöyle diyordu: “Ben işitmediğim bir şeyi işittim demekten kulağımı; görmediğim şeyi gördüm demekten gözümü sakınırım! Ben, onun hakkında hayırdan başka bir şey olabileceğini bilmiyor ve sanmıyorum!” Zeyneb bnt. Cahş da, “Vallâhi, onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum.” diyordu. Hz. Ebû Bekir’in sürekli kendisine yardım ettiği yakını olan Mıstah b. Üsâse, Peygamberimiz’in şairi Hassân b. Sâbit ve Hamne bnt. Cahş ise, münâfıkların başlattıkları iftirâ furyasına katılanlar arasında idiler. Olay üzerine Peygamberimiz insanlara hutbe irat ederek şöyle buyurmuştu: “İnsanlar! Size ne oluyor da ailem konusunda beni incitiyorsunuz ve asılsız şeyler söylüyorsunuz. Vallâhi, ben ailem hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Yine birileri bir adam hakkında olur olmaz şeyler söylüyorlar, vallâhi ben onun hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum…” Daha sonra o, anne-babasının evinde bulunan de Hz. Âişe’nin yanına gelerek şunları söylüyordu: “Ey Âişe, senin hakkında birtakım söylentiler var bana ulaştı. Şâyet sen bu söylentilerden uzaksan elbette Allah senin suçsuz olduğunu açıklayacaktır. Ama sen bir günah işlemişsen, Allah’a dön ve O’ndan bağışlanma dile. Çünkü kul bir günah işler de onu itiraf ederek tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul eder.” Hz. Âişe de çevresindekilere ve anne babasına şöyle diyordu gözyaşları içerisinde: “Allah’a and olsun ki benim hakkımda bir şeyler duymuş ve ona iyice inanmışsınız! Şimdi ben size suçsuzum desem -ki Allah şâhid ki ben suçsuzum- bana inanmayacaksınız. Ben yapmadığım bir şeyi yaptım desem, siz beni doğrulayacaksınız. Oysa ben vallâhi suçsuzum! Ben size söyleyecek bir söz bulamıyor ve sade Yûsuf’un babası Yakûb gibi diyorum: “Bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin söyleyip durduğunuz şeylere karşı Allah bana yardım edecektir!”[5] Sonuçta Yüce Allah Nûr Sûresi âyetlerini indirerek Hz. Âişe’nin tertemiz olduğunu, söylenenlerin açık bir iftirâ olduğunu beyan buyurdu.[6] Görüldüğü üzere toplum içerisinde meydana gelen bir olay üzerine Müslümanlar farklı yaklaşımlar içerisinde olabiliyorlar. Bu olay Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ailesi için çok büyük bir sınav olmuştur. Müslümanlar da bu olayla sınanmışlar. Müslüman kardeşleri hakkında hüsn-i zanda bulunan, hakkında kesin bilgi sahibi olmadıkları şey konusunda konuşmayan mü’minler sınavı kazanmışlar. Aslı astarı olmayan söylentilere kulak asanlar ise, sınavı kaybedenlerden olmuştur. Demek ki Müslüman kardeşlerimiz bizden mü’mince tavırlar beklemektedirler. Unutmayalım ki Müslüman kardeşlerimize hüsn-i zanda bulunmak, bizim mü’minlik borcumuzdur. Biz kardeşlerimizi doğrudan onlardan tanımalı, münâfıkların ağzından onları tanımaya kalkmamalıyız. Kardeşlerimiz hakkında duyduklarımızı da iyice araştırmadan işlem yapmaya kalkmamalıyız. Bir dedikodu duyduğumuzda da duyarsız kalmadan mü’mince bir duruş sergileyerek yapılması gerekeni yapmalı, uyarılması gerekeni uyarmalıyız. Âişe Annemiz, küçük yaşta Peygamberimiz’le evlendi. Onun evlendiğinde on dört-on sekiz yaşlarında olduğu da söylenmiştir. Uhud Gazvesi’nde sırtında su taşıma, haber toplama ve yaralılara bakma gibi geri hizmetlerde bulunmuştur. Hendek Savaşı’nda ise Benî Hârise Kabîlesi’nin kalesinde Sa’d b. Muâz’ın annesiyle birlikte bulunmuştur. Hudeybiye Musâlahası’na da katılmış, Hayber’in fethinden sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) diğer hanımlarıyla birlikte ona da bir miktar hisse ayırmıştır. Hz. Âişe katıldığı bir başka seferde (Mekke fethi yahut Zâtürrikâ) kardeşi Esmâ’dan ödünç aldığı gerdanlığı yine kaybetti. Hz. Peygamber (s.a.v.) gerdanlığın aranması için bazı kimseleri gönderdi. Müslümanlar susuz bir yerde bulunuyorlardı. Sabah namazı vakti yaklaştığı ve su da olmadığı için gerek Hz. Ebû Bekir gerekse diğer bazı Müslümanlar Hz. Âişe’ye çok kızdılar. Bunun üzerine teyemmüm âyeti nâzil oldu. Babası ve diğer Müslümanlar hayırlı bir işe vesile olduğu için ona dua ettiler. Hicret’in 10. yılında yapılan Vedâ Haccı’na diğer ümmehâtü’l-mü’minîn ile birlikte katılmıştır. Beyaz tenli olduğu için kendisine “Âişe Humeyra” denmiş, Peygamberimiz de kendisine “Âiş yahut Uveyş/Ayşecik” diye hitap etmiştir. Kendisine büyük yakınlık ve sevgi gösteren Hz. Peygamber (s.a.v.) ile koşu yaptığı, onun omuzuna dayanarak Mescid-i Nebevî’de mızraklarıyla savaş oyunları oynayan Habeşlileri seyrettiği ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’e nazlanmaktan hoşlandığı bilinmektedir.[7] Peygamberimiz’den sonra uzun bir süre daha yaşadı ve Cemel Vak’ası gibi bazı siyâsî olaylarda etkin rol oynadı ve Hicrî 58 senesinin Ramazan ayında, vitir namazını kıldıktan sonra, altmış altı yaşında vefât etti. İslâm Tarihi’nde çok önemli bir yeri olan Cemel Vakası, onun deve üzerinde orduyu yönetmesi sebebiyle bu isimle anılmıştır. O, bu hâdiseye Müslümanlardan iki grup arasındaki anlaşmazlığa duyarsız kalmamak için, bir anne olarak katılmakla sulh olacaklarını düşünerek katılmıştı. Fakat olay istenmeyen bir savaşla sonuçlanmıştı. Annemiz de bu olaydan dolayı büyük hüzün duymuştu. Yüce Rabb’im, cennette bizleri ona komşu eylesin. [1] Buhârî, Müslim. [2] 24/Nûr, 11-20. [3] Bkz. Mustafa Faya, ‘İfk Hadisesi’, DİA, XXI, 507-509. [4] Zemahşerî, Keşşâf, III, 57. [5] 12/Yûsuf, 18. [6] Bkz. Asım Köksal, İslam Tarihi, IV, 398-410. [7] Bkz. Mustafa Faya, ‘Âişe’, DİA, II, 201-205.
Ali AKPINAR
YazarHAPİSHÂNELERDE ESERLER YAZAN BİR ÂLİM: Âlimlerin Güneşi İmam SerahsîOnun unvanı, Şemsüleimme yani Âlimlerin Güneşi’dir. Bugün Türkmenistan-İran sınırında bir kasaba olan Serahs’ta doğmuştur. Vefât tar...
Yazar: Ali AKPINAR
Fetih, “açma, başlama, başlatma” anlamlarına gelir. Bizim Hayat Kitabımızın bir bütün olarak ilk inen ve Mushaf’ın en başında olan sûresi Fâtiha Sûresi’dir. “Açan” anlamına gelir ve Kitabımız o kutlu ...
Yazar: Ali AKPINAR
“Cennet vatan” diye nitelediğimiz Anadolu toprakları, bin yıl kadar önce İslâm ile tanışmıştır. Bu topraklarda önce Selçuklu, ardından Osmanlı unutulmaz izler bırakmışlardır. Bu bölgelerde yaşayan ins...
Yazar: Ali AKPINAR
“Ebü’l-Ceyş el-Endülüsî” şeklinde tanınan “Ebû Muhammed Abdullah b. Muhammed el-Ensârî el-Endülüsî” 459/1065’te vefat etmiş bir müelliftir. Onun “el-Arûzu’l-Endülüsî” adlı eseri klasik dönem ilim adam...
Yazar: Fatih ÇINAR