CİHAN SULTANLIĞINA HAZIRLIK: OSMANLI’DA ŞEHZÂDE EĞİTİMİ
Yüzyıllarca dünyayı yöneten ve tarihe yön veren Osmanlı padişahları, daha çocukluk döneminden başlayarak sıkı ve kaliteli bir talim-terbiye sürecinden geçirilmişlerdir. Çocukluk ve gençliklerinde Saray/Harem, Şehzâdegân Mektebi ve Endrerun’da başta valideleri, mürebbiler, devrin meşhur âlimleri eliyle tam bir dinî, ahlakî, ilmî ve kültürel tedrisata tabi tutulmuşlardır. Şahsiyet ve mizaçları dinî-ananevî gelenekler, ilim, irfan, hikmet ve adabı muaşeret kuralları ile yoğrularak örnek bir insan, her cihetten kabiliyetli, dirayetli ve vasıflı bir yönetici olarak yetişmeleri hedeflenmiştir. Böylece hükümdarlığa iyi bir hazırlık yaparak, tahta çıktıklarında bir acemilik ve zorlukla karşılaşmadan cihan devletinin dizginlerine maharetle hükmedebiliyor, çağ açıp kapayan tarihi başarılara imza atabiliyorlardı. Geleceğin Yıldırım’ı, Fatih’i, Yavuz’u, Kanuni’si, Abdülhamid’i olabiliyorlardı. Küçük Yaşta Başlayan Çok Yönlü Eğitim Şehzâdelere ilk eğitimleri, anneleri, saraydaki bakıcılar ve terbiyeciler tarafından daha 4-5 yaşlarından itibaren büyük bir dikkatle verilirdi. Öncelikle iyi bir dinî ve ailevî terbiye aşılanarak güzel huylu, ahlaklı ve dindar bir kişilik, karakter ve davranışa sahip olması sağlanırdı. Saray/Harem, Şehzâdegân Mektebi ve Endrerun’da din, fen, kültür, sanat ve askerlikle ilgili bütün ilimleri, devrinin otoritesi âlimler ve hocalardan öğrenmişler dinî, idarî, askerî, iktisadî ve içtimaî sahalarda ihtisaslaşmışlardır. Arapça, kıraat (güzel Kur’an okuma), fıkıh, hadis, tefsir, kelam gibi dini dersler yanında; edebiyat, hat (güzel yazı), tezhip (süsleme), musiki, matematik, astronomi, mimarlık, mühendislik, siyaset, tarih, coğrafya gibi kültür dersleri de görmüşlerdir. Osman Gazi’den başlayarak bütün padişahlar, Şeyh Edebali, Dursun Fakih, Molla Fenari, Emir Sultan, Molla Hüsrev, Akşemseddin, Aziz Mahmud Hüdai, Hoca Saadeddin gibi devrin manevî şahsiyetlerinden aldıkları dinî derslerle, daha çocuk denecek yaştan itibaren kalp, ruh ve kişilikleri manevi değerlerle dokunmuştur. Mesela Şehzâde (II.) Beyazıd gibi tüm şehzâdeler namaz ve sair ibadetlerini aksatmamayı; besmelesiz ve abdestsiz hareket etmemeyi; hâsılı Allah’ın yasakladığı bütün davranışlardan sakınmayı amelî bir itiyat ve hayat tarzı haline getirmişlerdir. Şehzâdelik dönemlerinde dahi kendisine âlimler, yöneticiler ve halk tarafından “Sofu” veya “Velî” denilen birçok padişah vardı. Ordunun gözde komutanları ve akıncı beylerinden çeşitli askeri dersler alarak, her tür savaş oyununu, silah araç gerecini kullanmayı öğrenir; yiğit, cesur, çevik, atik ve savaşçı bir Alperen olurlardı. Atıcılık, binicilik, cirit, kılıç, kalkan, güreş, yumruk, mangala, matrakî, kabak gibi çeşitli savaş oyunlarında ustalaşmanın yanında, ibadet etmeyi, Kur’an-ı Kerim ve diğer temel dinî eserleri okumayı, ilim öğrenmeyi ve devrin âlimlerinin, ilim, sanat ve edebiyat erbabının sohbetlerine katılmayı da ihmal etmemişlerdi. Kitaba, kaleme ve kâğıda dost olmayan; şiire, edebiyata, sanata, okumaya, araştırmaya ve yazmaya merak ve istidadı bulunmayan, bu alanlarda herhangi bir eser üretmeyen şehzâde/padişah neredeyse yoktur. Misal vermek gerekirse; Şehzâde (I.) Selim, kitap okumayı çok severdi, tam bir kitap kurduydu. Gece yarılarına kadar kitap okurdu. Özellikle dinî eserler, tarih (daha çok Tarih-i Vassaf), Peygamberimiz’in hayatını anlatan siyer, edebiyat ve şiir kitapları okumaya bayılırdı. Kitaplar hep yanı başındaydı. Çok kitap okuduğu için gözleri bozulmuş ve gözlük kullanmak zorunda kalmıştı. Osmanlı’nın ilk gözlük kullanan padişahı olmuştu. En büyük dostları kitapları, hocaları ve bilginlerdi. Öte yandan Şehzâde (I.) Süleyman da, Muhibbî lakabıyla 2779 adet şiir yazarak tarihi bir rekor kırdı. Devrinin büyük şairi Zatî bile, kaleme aldığı 1825 şiirle ona yetişemedi. Şehzâdeler, bir taraftan hocalardan dersler alırken, bir taraftan da boş zamanlarını geçirecekleri hattatlık, kuyumculuk, bahçıvanlık, marangozluk, mühürcülük, kunduracılık, oymacılık gibi güzel uğraşlar ve alışkanlıklar edinmeyi de ihmal etmemişlerdi. Cihan Padişahlığına ve Büyük Fetihlere Hazırlık Bursa, Edirne, Topkapı Saraylarındaki eğitimleri tamamlandıktan sonra 12-13 yaşlarına geldiklerinde, yönetimde bilgi ve tecrübe sahibi olmaları ve padişahlığa hazırlanmaları amacıyla Şehzâde Murad’dan (Hüdavendigâr) itibaren Bursa, Bolu, Manisa, Konya, Kütahya, Aydın, Amasya, Trabzon gibi sancaklara, sancakbeyi/vali olarak gönderilirlerdi. Yanlarına da, kendilerine askerlik, yöneticilik ve halkla ilişkiler konularında rehberlik etmesi için Lalalar verilirdi. Yöneticilikle ilgili aldıkları teorik dersleri uygulamaya koyma, tecrübe etme imkânına kavuşmaları öngörülürdü. Buradan seferlere ve savaşlara katılmaları da sağlanarak askerlik kabiliyet ve tecrübelerini geliştirmeleri amaçlanırdı. Bu uygulama daha sonraki dönemlerde de uzun müddet devam ettirilmiştir. Son defa sancağa çıkan Şehzâde (III.) Mehmed örneğinden hareket edersek; Aralık 1583’te, başta hocası Nasuh Nevali Efendi ve lalası Mehmed Paşa olmak üzere koruma komutanı, çavuş, kâtip gibi her sınıftan yetkin kişilerden oluşan kalabalık bir eğitim-öğretim ve hizmet kadrosuyla sancak beyi olarak Manisa’ya giden Şehzâde Mehmed, 12 yıl kaldığı Manisa’da hükümdarlığın incelikleri, siyaset bilimi, protokol, binicilik, silah kullanma, din, edebiyat ve müzik konularında eğitildi. Devlet yönetimi, askerlik vs. konularda bilgi, kapasite ve tecrübesini artırdı. 3 yıl Manisa’da, 9 yıl İstanbul’da, 12 yıl tekrar Manisa’da olmak üzere toplam 24 yıl eğitim-öğretim gördü. Buraya kadar aktardığımız nazari malumatı, bazı müşahhas misallerle destekleyerek biraz daha derinleştirmeye ve billurlaştırmaya çalışalım: Dahi Şehzâde Nasıl Fatih Oldu? Sultan II. Murad, geleceğin Fatih’i Şehzâde Mehmed’i, sancağa çıkma dönemini geçirmesi için Manisa’ya gönderdi. Yanına, devrin tanınmış bilginlerinden Molla Gürani verildi. Şehzâde Mehmed gündüzleri ata biniyor, ok atıyor, savaş tekniklerini öğreniyor; akşamları da hocasından gerekli dersleri alıyordu. Kesin olarak tahta çıkacağı 1451 yılına kadar Manisa’da kaldı ve sancak beyi olarak görev yaptı. Yalnızca Molla Gürani’den değil, devrin meşhur bilginlerinden din ve fen ilimlerini üst seviyede öğrendi. Kendisine danışmanlık yapan ünlü hocalar şunlardı: Molla Akşemseddin, Molla Hüsrev, Molla Güranî, Hocazâde, Hızır Bey Çelebi, Ali Tûsî, Molla Zîrek, Sinan Paşa, Molla Lütfi, Fahreddin Acemî, Hoca Hayreddin. Bu hocalar elinde yetişen bir şehzâdenin Fatih olmaması imkânsızdı. Bunlardan aldığı ilim ve ışık sayesinde, daha 21 yaşında toplar döktürüp kaleler inşa ettirecek kadar mühendislik, askerlik ve mimarlık bilgisine ulaştı. Tarih bilgisi ve bilinci çok yüksekti. Çok iyi bir tarih okuruydu. Tarihteki büyük liderlerin ve komutanların hayatlarını okudu, dersler çıkardı. Arapça ve Farsça’ya ana dili gibi, Latince, Yunanca ve Sırpça’yı ise yeteri ölçüde öğrendi. Yabancı dilde yazılmış birçok kitabı rahatlıkla okuyabiliyordu. Devamlı öğrenmek ve kendisini geliştirmek isteyen zeki bir araştırmacıydı. Her gün belli bir süre kitap okur, vaktinin çoğunu kütüphanede geçirirdi. Azimli, gayretli, inatçı ve disiplinli bir talebeydi. Dini, askeri, tarihi ve coğrafi konularla meşgul olmaktan büyük zevk alırdı. Düzenli olarak günlük tutardı. Not defterine farklı konularla ilgili görüşlerini yazardı. Deneme ve kompozisyon yazıları kaleme alırdı. Ayrıca güzel yazı çalışmalarına yer verirdi. Çeşitli hayvanların resimlerini çizer, insan portreleriyle alakalı kara kalem egzersizleri yapardı. Geleceğe yönelik hayaller kurmaktan ve zihin jimnastiklerine girişmekten sonsuz zevk alırdı. Osmanlı ve Dünya haritaları çizmeye, özellikle İstanbul ve çevresinin haritalarıyla meşgul olmaya bayılırdı. Hocadan Şehzâdeye Büyük Ders Sultan Murad, Şehzâde Mehmed’i Manisa’ya göndermeden önce, hocası Molla Güranî’nin eline bir sopa tutuşturdu. Şehzâde derslerine çalışmazsa sopayla haddini bildirecekti. Ve üzerine biriken tembellik tozlarını silkeleyecekti. Hocası, dersine az çalıştığı bir gün şehzâdeyi sopayla bir güzel okşadı. Şehzâde hemen babasına koşarak şikâyet etti. Padişah da kızmış gibi yaptı. Akşam hocasını ziyaret edeceğini bildirdi. Ertesi gün, Sultan Murad hocanın yanına vararak “Sen nasıl olur da benim biricik oğlumu döversin.” dedi. Daha sözünü bitirmeden, Molla Güranî sopayı kaptığı gibi Padişahın üzerine yürüdü. Koca Padişah çareyi kaçmakta buldu. Sonra şehzâdenin yanına gelerek onu şöyle korkuttu: “Bu hocanın sopasından kurtulmanın tek yolu çok çalışmak, aman derslerine iyi çalış!” Tabii, Sultan Murad, Molla Güranî ile anlaşmıştı. Manisa’ya gitmeden önce oğlunu hocasına ve derslerine mutlaka bağlamalıydı. Büyük bir gözdağı vererek disiplin altına almalıydı. Böyle bir oyunla onu da başarmıştı. Şehzâde Mehmed, daha 12-13 yaşlarındayken, başta Bizans olmak üzere 2 imparatorluk, 14 devlete hükmederek cihan padişahlığına ve başta İstanbul olmak üzere 200 şehir fethederek Fatih olmaya işte böyle hazırlanmıştı. Kuyumcu Şehzâdeye Bin Değnek Cezası! Osmanlı’da şehzâdelerin bir sanat dalıyla ilgilenmesi, el becerisi kazanmasına önem verilirdi. Şehzâde (I.) Süleyman için de kuyumculuk sanatını öğrenmesi uygun görülmüştü. İstanbul’un en tanınmış kuyumcusundan dersler aldı. Mesleğin bütün inceliklerini öğrendi. Ancak önceleri kuyumculuğu önemsememiş, hocasına ve derslere gereken değeri vermemişti. Bir gün hocası dayanamayıp kızmış ve şöyle yemin etmişti: “Bir daha bu mesleği öğrenmemekte inat edersen, vallahi sana bin değnek vuracağım!” Süleyman, durumu hemen annesi Hafsa Hatun’a bildirdi. Ve hocasını şikâyet etti: “Bu ustayı istemiyorum! Bana bin değnek vuracağına yemin etti. Dedeme anlat, beni elinden kurtarsın...” Annesi bilginlere, hocalara, usta ve sanatkârlara çok saygı gösterir, değer verirdi. Onları daima destekler, haklarını gözetirdi. Bir gün hocasını saraya davet etti. Oğlunu bağışlamasını istedi. Gönlünü almak için de kese kese altın verdi. Hocası, altınları Şehzâde Süleyman’ın kucağına doldurdu, ardından da şöyle dedi: “Bu altınları erit. Beş yüz tane ince tel çubuk haline getir.” Şehzâde buna bir anlam veremedi. Yine de dediğini yaptı. Altınları eritip beş yüz tane tel çubuk haline getirdi. Fakat ne yaparsa yapsın ustasını bir türlü memnun edemiyordu. Bir gün yine hocasından büyük bir azar işitti: “Hâlâ doğru dürüst çalışmıyorsun. Yeminimi yerine getireceğim. Sırtüstü uzan ve ayaklarını bana uzat!” Süleyman korkudan ne yapacağını bilemedi. Eli-ayağı titredi, buram buram terledi. Ama başka da çaresi yoktu. Mecburen denileni yaptı ve ayaklarını uzattı. Hocası, beş yüz tane tel çubuğu iki defa şehzâdenin ayaklarının altına yavaşça vurdu. Böylece, iki vuruşta bin değnek vurma yeminini yerine getirmiş oldu. O günden sonra Şehzâde Süleyman bir daha hocasının sözünden çıkmadı. İşinin ve mesleğinin hakkını hep verdi. Padişahlığın, komutanlığın, şairliğin yanında bir de kuyumcu olmuştu. Şehzâdelerin Sevdiği Oyunlar Şehzâde (I.) Süleyman’ın en sevdiği oyunlar Mangala ve Matrakî idi. Mangala, 2 kişiyle ve 48 taşla oynanan bir zekâ ve strateji oyunuydu. Dikdörtgen şeklindeki mangala tahtası üzerinde 12 çukur ve 2 adet hazne bulunurdu. 24’er taşla başlayan oyunda amaç, en az 25 taş toplayarak oyunu kazanmaktı. Matrakçı Nasuh tarafından keşfedilen Matrakî oyunu ise, sopalarla oynanan bir savaş ve strateji oyunuydu. Şehzâde (III.) Mehmed’in en sevdiği oyun Kabak idi. Babası Sultan III. Murad, kendisinin Haziran-Temmuz 1582’deki sünnet şöleninde birçok oyun ve eğlence sergiletmişti. Bunlardan biri de Kabak’tı. Atlı okçuların, at üzerinde dörtnala giderken birden geriye dönerek, direk veya herhangi bir hedef üzerindeki altın topa atış yaparak oynadıkları bir oyundu. Okçular, At Meydanı’nın ortasına dikilmiş direğin üzerindeki altın topa atış yaparlardı. Sünnet şöleninde Şehzâde Mehmed’i en çok şaşırtan olaylardan biri de, babası III. Murad’ın da bu oyunu oynamasıydı. Babası, yabancı elçilerin meraklı bakışları arasında atını dörtnala sürerken, tam direğin hizasına geldiğinde aniden geriye dönmüş ve atın boynuna yatar pozisyonda altın yaldızlı hedefe ok atmıştı. Hedefi tam ortasından vurduğunda, meydanda büyük bir alkış tufanı kopmuştu. Şehzâde Mehmed de ayağa fırlayarak, çığlıklar atarak babasını alkışlamıştı. Şehzâde (II.) Mahmud ise sıkıldığında sarayın Karagözcüsünü çağırtırdı. Büyük bir merak ve neşeyle izlediği Karagöz oyunları hiç bitmesin isterdi. Bazen de saraya getirilen atlıkarıncalara biner, eğlenceli dakikalar geçirirdi. Hele Ramazan aylarında, Topkapı Sarayı ve İstanbul’da düzenlenen birbirinden güzel eğlenceleri hiç kaçırmazdı. 4. Murad’ın Dört Dörtlük Eğitimi Şehzâde (IV.) Murad, çok erken yaşlarda büyümeye ve olgunlaşmaya başladı. Ünlü bilginlerden ve hocalardan sayısız ders aldı. İyi bir terbiye ve eğitim gördü. Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri gibi devrin din âlimlerinden dersler aldı. Dinî ilimlerde âlimlerle sohbet edebilecek kadar iyi yetiştirildi. Çok dindar bir şehzâdeydi. İbadetlerini ve Kur’an-ı Kerim okumayı hiç aksatmazdı. Yavuz Sultan Selim gibi Hırka-i Saadet Dairesi’nde Kur’an-ı Kerim okurdu. Askerî eğitimini de tamamladı. Okçuluğu Hüsamzâde Abdurrahman’dan, ata binmeyi Emir-i Ahur Cündi Halil Paşa’dan öğrendi. At, kılıç, ok, mızrak, gürz, cirit kullanmakta ondan iyisi yoktu. 200 okkalık (yaklaşık 256 kg) gürzleri rahatlıkla kaldırabiliyordu. At tutkunuydu; zamanla usta bir binici oldu. En kuvvetli yayları bile çekebiliyor ve attığı oklarla uzaktaki hedefleri dahi vurabiliyordu. Topçuluğa ilgi duymuş; hobi olarak zaman zaman top atışları yapmıştı. Matrakî oyununda da uzmanlaş, iyi bir Matrakbaz olmuştu. Pehlivan yapılı bir bedene ve güçlü bir bileğe sahipti. Güreş ve bilek güreşinde kimse ona güç yetiremiyordu. Kısacası, “II. Yavuz” denecek kadar her şeyiyle mükemmel bir asker ve komutan olarak kendisini padişahlığa hazırlamıştı. Bu denli yiğit ve güçlü bir şehzâde olmakla beraber ruhu, kalbi ve duyguları çok hassastı. Ataları gibi şair ruhluydu. Şiire ve edebiyata çok düşkündü. Mükemmel şiirler yazıyordu. Hattat Tulumcuzâde Abdurrahman Efendi’den dersler alarak, hat sanatında da ustalaştı. Kendi el yazısıyla harika yazılar ve levhalar ortaya koyuyordu. Yanı sıra müzikle uğraştı, ilk beste denemelerini yapmaya başladı.
İsmail ÇOLAK
Yazarİsrail, Filistinlilere yönelik zulüm ve saldırganlıklarını tekrar tekrar sergilemekten bıkmıyor, kan ve gözyaşına doymak bilmiyor. Uçak, top ve tanklardan attığı tonlarca bomba ile milyonlarca Filisti...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Tıp tarihine dâir kaynaklarda X Işınlarını, ilk defa 8 Kasım 1895’de Alman fizikçi Wilhelm Conrad Röntgen’in (1845-1923) keşfettiği kaydedilmektedir. Daha sonraları bu ışınlar, “Röntgen Işınları” olar...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Osmanlı Hanım Sultanlar, hayırsever tabîatlı, vakıf rûhlu diğerkâm insanlardı. Hayatları boyunca sahip oldukları taşınır taşınmaz maddî varlıkların ekseriyetini Hak rızası için âmme yararına cömertçe ...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Varlığa şükür, yokluğa sabır göstermek, ihsan edileni başkasına ikram etmenin ötesinde olabilmek en büyük erdemdir. Yani Hak’tan bir bela geldiğinde sevinmek, hatta şükretmek… Çünkü bela Allah’ın sevd...
Yazar: Vedat Ali TOK