BÜYÜKLÜK TASLAMAK BİR AHLÂK SORUNUDUR
Kur’ân-ı Kerim’in muhâtabı, insandır. Kur’ân’da bir takım sosyal baskı gruplarından bahsedilir. İslâm’ın kitlelere ulaşmasında çok önemli bir engel olarak görülen bu baskı grupları arasında mele’, mutref gibi sosyal oluşumlara değinilir. Bu oluşumlardan birisi de ‘müstekbirler’dir. Bir sosyal baskı grubu olarak ele alınan “müstekbir” kavramı, belli bir grubun kendilerini adlandırdıkları bir isimlendirme değil, bir takım nitelikleri taşıdıkları için Kur’ân’ın tanımladığı bir nitelendirmedir. Burada özneden ziyâde eylem, onları, müstekbir ya da istikbâr kavramının içine yerleştirmektedir. Arapça’da müstekbir kavramı, ‘büyük olmak’ anlamına ‘ke-bu-ra’ fiilinden türemiştir. Çoğulu ‘ekâbir’ ve ‘küberâ’ olup, bir toplumda reisler ve önderler anlamına gelir.1 Toplum hayatında bazı insanlar dünyevî ölçütlerden hareketle varlıklarına güvenerek, (hâşâ) Allah’a hiçbir ihtiyaçları yokmuş gibi fiilî bir yaşam içerisine girerler. Onları bu hale sokan duygu, varlıklı olmalarından kaynaklanan istiğnâ duygusudur. Nitekim şu âyetlerin Mekke müşriklerinin ekâbirlerinden olan ve malına-mülküne güvenerek Yüce Allah’a karşı müstağnî bir tavır içine giren, fakirleri küçümseyerek âdetâ yok sayan Ahnes b. Şerîk hakkında indiği rivâyet edilir:2
“Kim cimrilik eder, kendini müstağnî sayar, en güzeli de yalanlarsa, biz de onu en zora hazırlarız. Düştüğü zaman da malı kendisine hiçbir fayda vermez.”3
İşte birey ya da toplumların kendilerini Allah’a ihtiyaç hissetmeme tavrı içerisine girmeleri ve başkalarını küçük görerek tahkîr etmelerine ‘kibir’; bu sıfatın davranışlara yansımasına ‘tekebbür’; kendilerini büyük görme eylemine ‘istikbâr’; kendilerini büyük görerek seçkinci bir havaya girenlere de ‘müstekbir’ denilir.4 Görüldüğü gibi ‘müstekbir’ kavramı, olumsuz bir niteliktir. Bu sebeple Kur’ân müstekbir kavramını, inkârcıların bir vasfı olarak anar. Çünkü müstekbirlerin itikâdî alandaki inançları şunlardır:
“Allah’ı yalanlamak: ‘Büyüklük taslayanlar, ‘Şüphesiz biz sizin inandığınız şeyi inkâr edenleriz.’ dediler.”5
“Peygamberleri zor durumda bırakmak: ‘Bizimle karşılaşmayı (bir gün huzûrumuza geleceklerini) ummayanlar: ‘Bize ya melekler indirilmeliydi ya da Rabb’imizi görmeliydik.’ dediler. Andolsun ki onlar kendileri hakkında kibire kapılmışlar ve azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir.”6
“İnsanları hidâyetten saptırmada öncü rolü oynamak: ‘Zayıf sayılanlar da büyüklük taslayanlara: ‘Hayır! Gece gündüz (işiniz) tuzak kurmaktı. Çünkü siz dâimâ Allah’ı inkâr etmemizi, O’na ortaklar koşmamızı bize emrederdiniz.’ derler. Artık azabı gördüklerinde, için için yanarlar; biz de o inkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar takarız. Onlar ancak yapmakta oldukları günahları yüzünden cezalandırılırlar.”7 Bu âyet grubunda ‘müstekbir’lerin, toplumu, Allah yolundan alıkoymak için bütün faaliyetlerinde izledikleri strateji, her türlü ‘baskı yöntemlerini’ devreye sokarak psikolojik açıdan korku ve tedirginlik oluşturmak suretiyle varlıklarını sürdürmektir. Kaldı ki, Kur’ân’da ilk önce ‘istikbâr’ sıfatı, şeytanın bir vasfı olarak anılmıştır: “Yalnız İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.”8 İblis’e, Hz. Âdem’e itâatsizliğinin sebebi sorulunca, yaratılış maddesine giderek; Hz. Âdem’in çamurdan, kendisinin ateşten yaratıldığını mukâyese ederek Allah’a isyan etmiştir. Onu bu isyana sürükleyen duygu, ‘yücelme ve büyüklenme’ kompleksine kapılmasıdır.9 Bu sebeple, dil, din, renk, cinsiyet gibi ontolojik anlamdaki farklılıkları mutlaklaştırarak bir ayrımcılık olarak görmek, müstekbirce bir duygu ve tutumdur. Böyle bir yolu izlemek, İblis’in yolunca gitmek anlamına gelir.
Bütün Peygamberler Müstekbirleri Karşılarında Görmüşlerdir
İslâm’da, adalet, hukûkun üstünlüğü, ötekine saygı gibi değerleri önemseyen ve bu değerlere yaşama alanı tanıyan hiçbir yönetici, servet, makam ve mevki sahibi vb. kimseler ‘müstekbir’ kavramı içerisinde değerlendirilemez. Müstekbirlik, bambaşka bir duygu halidir. Bu duyguyu taşıyan, Allah’ın en büyük oluşunu kabul etmediği için kendisini hem Allah’tan ve hem de bütün bir varlık unsurlarından büyük görür. Tevhîd tarihine baktığımız zaman bunun birçok örneğiyle karşılaşırız. Toplumları ıslah etmek için gönderilen bütün peygamberler müstekbirleri karşılarında görmüşlerdir. Bu konuda Kur’ân’da bir örnek olay şöyle anlatılır:
“Andolsun, biz Musa’ya Kitab’ı verdik. Ondan sonra ardı ardına peygamberler gönderdik. Meryem oğlu Îsâ’ya da mûcizeler verdik. Ve onu, Rûhu’l-Kudüs/Cebrâil ile destekledik. (Ne var ki) gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi geldikçe ona karşı büyüklük tasladınız. (Size gelen) peygamberlerden bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz.”10
“Büyüklük taslayanlar dediler ki: ‘Biz de sizin inandığınızı inkâr edenleriz.”11
“Ama inkâr edenlere gelince, onlara: ‘Âyetlerim size okunmuş, siz de büyüklenip suçlu bir toplum olmuştunuz, değil mi?’ denilir.”12 Hatta onların vicdanlarının kabul ettiği şeylere bile istikbârları, mâni olmuştur. Kur’ân’da akıl devriminin önderi olarak sunulan Hz. İbrahim’in kavmiyle olan mücâdelesinde buna işaret edilir:
“Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim.’ dediler. O da ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Hadi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa.’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘Zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun.’ dediler. İbrahim: ‘Öyleyse, dedi, Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Size de, Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıllanmaz mısınız?”13 Bu âyetlerde de görüldüğü gibi Kur’ân ‘istikbâr’ sahibi kimseleri daha çok bir şahıs olarak değil de kamu gücünü elinde bulunduran “sosyal bir tabaka” olarak anlatmaktadır. Kur’ân, bu tür tahakkümcü ve baskıcı sosyal grubun vasıflarını anlattığı nice örneklerle doludur. Meselâ Nuh Peygamber’in kavmindeki müstekbirler, hidâyet kendilerine beyan edildiği zaman parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar, elbiselerine bürünürler, ayak direrler, kibirlendikçe kibirlenirler. Kur’ân, onların bu durumunu şöyle tasvir eder:
“Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, (beni görmemek için) elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler.”14 Dikkat edilirse bu âyette, peygamberin çağrısına direnenler, fert olarak değil, sosyal bir zümre olarak ifade edilmektedir.
Sınıfsal Ayrımcılığın Adı: “Müstekbirlik”tir.
Kur’ân’a göre insanoğlunu
‘istikbâr’a sürükleyen sebepler nelerdir?
Kur’ân’da sayılan sebepler arasında, insanın kendisine bir iktidar alanı oluşturarak ‘seçkinci’ görmesi başta gelmektedir. Bu güçlü ben merkezli yapı, adaletle muâmele ve olaylara objektif bakmayı engellemektedir. Bu en önemli engeller arasında sınıf ayrımcılığı gelmektedir. Bu duygu onlarda dünyevîleşmeyi artırmış, Allah’a rağmen yaşamanın kapılarını açmıştır. Kehf Suresi’nin 32’den 36. âyetine kadar geçen âyetler grubunda bu durum çok güzel analiz edilir. Allah’ın yerine serveti koyan, sahip olduğu servetin kendilerinde huld/ebedîlik düşüncesi meydana getiren bu müstekbir kesim, hem yaşam biçimleriyle ve hem de sözleriyle; kıyâmeti, ölüm ötesi hayatı ve nübüvveti inkâr etmişlerdir.
15 Bununla da kalmamışlar, bireyin fikir ve inanç seçimini bile kendi tekellerinde görmüşlerdir. Bunun en açık örneğini, Şuayb (a.s.)’ı inancından dönmeye zorlamalarıdır:
“Şuayb’ın kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: ‘Ey Şuayb! Andolsun, ya kesinlikle bizim dinimize dönersiniz ya da mutlaka seni ve seninle birlikte inananları memleketimizden çıkarırız.’ Şuayb, ‘İstemesek de mi?’ dedi.”16 Bu örnekte de görüldüğü gibi, iktidar alanlarını dokunulmaz alanlar ilan eden müstekbir zümreler, mevcut konumlarını tehdit algılamalarına dayalı olarak; yakın, uzak, muhtemel gördükleri tehlikeleri bertaraf etmek için her türlü yola ve hileye başvurmayı mubah görmüşlerdir.
“Müstekbirûn” sınıfının temel özelliklerinden birisi de değişime karşı çıkmaktır. Nitekim İslâm’ın Mekke Dönemi’nde bir avuç iktidar seçkini, yeni daveti sevimsiz göstermek için Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ve ilk bağlılara, haklarında olmadık yalanlar uydurarak karşı koymuşlardır. İnananlara, bir tür mahalle baskısı uygulamak için, toplumu, topyekûn direnişe çağırmışlardır:
“Onlardan ileri gelenler: ‘Yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, ancak bir uydurmadır. Kur’ân aramızdan ona mı indirildi?’ diyerek kalkıp yürüdüler.”17
Kaldı ki, Mekke’de ortaya çıkan İslâm, toplumu, siyâsî nüfuz ve hâkimiyetin baskısından kurtararak sosyal adaletin yüksekliği, birinin diğerine renk, servet ve makam açısından farklılığının olmadığı, ancak kişinin topluma faydalı ve hayırlı işiyle üstün olabileceği ve insanlık itibarını kazandıran yeni duruma toplumu dönüştürmeyi amaçlamaktaydı.
18
Müstekbirûn için hak dâvâ, yerel ve küresel adalet, hakkâniyet, dürüstlük gibi temel ahlâkî değerler söz konusu değildir. Onlar, tahakküme dayalı düzenlerini sürdürmek için adaleti toplum kesimlerinin bütün alanlarına yaymak ve insanca bir hak düzen kurmak yolunda çaba sarf edenlerin önünü kesmek adına her türlü yalan, dolan, haksızlık, iftirâ gibi değersizlikleri tedâvüle sürmekten aslâ çekinmemişlerdir. Çünkü onlar kendilerini bir tür merkez görürler, çevrenin merkeze yürüyüşüne tahammül edemezler. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v.), Mekke’de ilk defa insanları hak dine çağırmak için çıktığında toplumun ileri gelen müstekbirleri şöyle meydan okumuşlardı:
“Çünkü onlar, kendilerine, ‘Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.’ denildiği zaman inanmayıp büyüklük taslıyorlardı. ‘Biz, deli bir şair için ilahlarımızı mı terk edeceğiz?’ diyorlardı.”19
Müşriklerin aslında bu itirazları Rasûl’ün şahsiyetine yönelik değil, risâletin mâhiyetine yönelttikleri bir itirazdır. Nitekim Mekke oligarşisinin ileri gelenlerinden Ebû Cehil, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e, “Biz seni yalanlamıyoruz, getirdiklerini tekzip ediyoruz. Sen bizim nazarımızda emin kişisin. Ne ki biz sana uyarsak, yerimizden, yurdumuzdan olacağız. Bundan dolayı sana inanmıyoruz.” demişti.
20
Sonuç
Müstekbir olma, Allah’a rağmen yaşama talebinin adıdır. İstikbâr; birey, toplum ya da iktidar seçkinlerinin kendisini üstün görme duygusudur. Bu duyguyu taşıyanlar, gitgide Allah’ın en büyük oluşunu sözleriyle reddetmeseler de davranışlarıyla reddeder bir pozisyon kazanırlar. Kendilerini başta Allah olmak üzere, her türlü varlıklardan üstün gördükleri için toplum üzerinde siyâsî, hukûkî, fikrî, harsî ve iktisâdî alanda tahakküm kurarlar. Toplumu bir tür köleleştirirler. Kur’ân’ın anlattığı istikbâr yüklü müstekbirlik hali, salt tarihsel bir durum değil, evrensel bir tutumdur. Bu sebeple ibret almalı, ruh ve düşünce dünyamızı kontrolden geçirerek istikbâra yol açacak kötü hallerden arındırmalıyız. Bir Müslüman için Allah’ın büyüklüğünün dışında bütün büyük olma durumlarının izâfi olduğunu bilelim ve ‘takvâ’yı merkeze alan bir yaşam alanı oluşturmanın mücâdelesini verelim.
Dipnot
* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ
1. El-İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât, İstanbul, 1968, s. 635.
2. Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Câmii li Ahkâmi’l-Kur’ân, Kahire: el-Mektebetü’l-Arabiyye, 1967, XXX, 84.
3. 92/Leyl, 8-11.
4. El-İsfehânî, el-Müfredât, s. 637.
5. 7/A’râf, 76.
6. 25/Furkân, 21.
7. 34/Sebe’, 33.
8. 38/Sâd, 74. Ayrıca krş. 2/Bakara, 34.
9. Bkz. 2/Bakara, 34; 38/Sâd, 74–78.
10. 2/Bakara, 87.
11. 7/A’râf, 76.
12. 45/Câsiye, 31.
13. 21/Enbiyâ, 62, 66.
14. 71/Nûh, 7.
15. 41/Fussilet, 15; 10/Yûnus, 7; 44/Duhân, 35; 45/Câsiye, 24.
16. 7/A’râf, 88.
17. 38/Sâd, 6-7.
18. El-Behiy, Muhammed, Min Mefâhîmi’l-Kur’ân, Mısır, 1973, s. 99.
19. 37/Saffât, 35-36.
20. Taberî, Câmiu’l-Beyân, Beyrut, 1972, VII, 108.