BÜYÜK MAHRUMİYET
İnanma, insanın en temel manevî ihtiyaçlarındandır. Bilmekten daha çok inanmak isteriz. O ya da bu şekilde inanmak bize iyi gelir; hayatı anlamlandırmamızı, yaşamımızı biçimlendirmemizi sağlar. Bu pratik faydası nedeniyle inançlarımızı düşüncenin konusu yapmaya, inandığımız değerleri sorgulamaya ihtiyaç duymayız. İnançlarımızı, inandığımız değerleri düşüncenin konusu yapmaktan uzaklaştıkça, bir süre sonra onlarla bilinçli bir ilişki kuramaz hale geliriz; ya kutsalımız olarak yüce bir yerde muhafaza ederiz ya da sadece manevî bir doyum sağladığımız ritüellere hapsederiz. Böylece parçalanmış, maddî manevî ya da dinî dünyevî dediğimiz ikili bir yaşam tarzı içinde tutarsız kimlikler geliştiririz. Bireysel varlığımız içinde inançlarımızla düşüncelerimizi, bedensel yapımızla ruhsal yanımızı bir türlü tevhid edemeyiz. Öyle sanıyorum ki günümüzde inanç açısından yaşadığımız sorunların temelinde de bu parçalanmışlık vardır. İster ateizm olsun isterse deizm ya da agnostisizm olsun, imanî sapmaların temelinde insanın kendi varlığının kökeninden, ferdi bütünlüğünden uzaklaşması, varoluş sorumluluğunun ağırlığından bir kaçış vardır. Çünkü bir yaratıcıya iman eden insan O’na yönelir, O’nunla bir ilişki içerisine girer, O’na karşı sorumluluğu olduğunu kabul eder. Bu kabul ise bir takım davranışsal sonuçları beraberinde gerektirir. Oysa bir yaratıcının varlığını, onun yarattığı varlıklarla ilişkisinin devam ettiğini, onlar üzerindeki kudretini reddeden kimse bu sorumluluğun ağırlığından zihnen kurtulmanın ve bu kurtuluşun getirdiği yaratıcı karşısındaki sorumsuzluğun sözde konforuna sahip olacaktır. Ayrıca bir yaratıcının varlığını veya onun yarattığı varlıklar üzerindeki irade ve kudretini reddetme, düşünme araştırma neticesinde ulaşılan, ispatlanabilir bir bilgi değil bir inançtır. Bir inancı başka bir inançla reddetmek ise anlamsızdır. Bugün ateizm, deizm, agnostisizm gibi akımların yaptığı ise budur; bir inancı reddederken başka bir inanç içine düşmek. Bir duvarın arkasını görmüyoruz diye orada herhangi bir varlığın bulunmadığını söyleyemediğimiz halde görmüyoruz, duymuyoruz, anlamıyor ya da anlamak istemiyoruz diye bir yaratıcının varlığını ve onun yarattığı varlıklarla ilişkisinin devam ettiğini reddetmek saçmadır. Bugün toplumumuzda yaşanan inanç sorunları aslında yaratıcı ile ilişki sorunudur. Din de esasen Yaratıcı ile ilişki, O’na bağlanma eylemidir. Çağımızda sınırsız bir özgürlük arayışına, hazların tatmini üzerine kurulu bir yaşam biçimine yöneliş, kendisini sınırlayan hiçbir otoriteyi tanımak istememekte ve bu nedenle yaratıcıyı yaşamından çıkarmak istemektedir. Oysa sınırsız özgürlük bir yanılsamadan ibarettir. Varlığını ve hayatını borçlu olduğu yaratıcısı ile bağlarını koparan kimse yaşamını ya kendi arzularına ya da diğer insanların arzularına teslim etmektedir ki bu özgürlük değil köleliktir. Yaratıcı ile bağı koparma, yaratıcısına nispetle kendisini tam ve mutlak bir özerklik içine yerleştirme arzusu aslında yeni bir şey de değildir. Kur’an-ı Kerim'in indirildiği çağda cahilî Araplar arasında da yaygın bir durumdur bu. Onlarda da yaratma kavramı, Allah inancı vardı; fakat fiili yaşamlarında hiçbir etkisi yoktu. Kendi varlıklarının kaynağını umursamadan, gayet rahat bir şekilde yaşamlarını sürdürebiliyorlardı. İşte Allah gönderdiği son Peygamber’i ve indirdiği Kitap’la bu bağı tekrar tesis etmeyi dilemiştir. Şöyle ki; Allah bu kâinatı ve insan da dâhil onun içindeki her şeyi yaratmış ve yaratmaya da devam etmektedir. Hayatın içindeki en küçük, en önemsiz sayılabilecek ayrıntılar dahi Allah'ın sıkı gözetimi altındadır. Ölüm hayatın son noktası değil, tersine, yeni ve tamamen farklı türde bir hayatın, ebedi hayatın tam da eşiğidir. İnsanın hem dünya hem de ahiret hayatını kapsayan süreç Allah'ın iradesi ve kudreti altındadır. Allah ile insan arasındaki iletişim devamlıdır. Bu iletişim dilsel ve dilsel olmayan ayetlerle gerçekleşmektedir. Dilsel iletişimin tipik formu vahiydir ve peygamber aracılığı ile insanlara ulaşmaktadır. Yağmur, rüzgâr, göğün ve yerin yapısı, gece ve gündüzün değişmesi, yani tabiat olaylarının tümü, basit doğal olgular olarak anlaşılmamalıdır; onlar dilsel olmayan ayetlerdir (işaretler) ve Allah bu ayetlerini hiçbir ayırım yapmadan bütün insanlara ulaştırmaktadır. Bu ayetler, yeryüzündeki insanların iyiliği için Allah'ın gücünün, lütfunun, egemenliğinin, adaletinin delilleridir. Allah sözel ve sözel olmayan ayetlerle bütün insanlara seslenmektedir. Bu sesi duyabilmek, anlayabilmek çaba gerektirmektedir. Bu ayetlere gözlerini, kulaklarını, kalplerini kapatanların verecekleri cevap inkârdır. Oysa inkâr etmekle varlıklarını ve hayatlarını borçlu oldukları Yaratıcı ile bağ kurmaktan kendilerini mahrum bırakırlar. Kaynaklar: Toshihiko Izutsu, Kur’an’da Tanrı ve İnsan, Pınar Yayınları, İstanbul 2017. Martin Buber, Tanrı Tutulması, çev. Abdüllatif Tüzer, Ankara 200, Lotus Yayınevi.
Halide YENEN
Yazarİğne ve ipliği, yumak ve şişi ilk ne zaman elime almıştım, kaç yaşlarındaydım, hiç hatırlamıyorum. Çünkü sıradan bir durumdu bu benim çocukluğumda. Kendimize bezden bebekler, çamurdan tabak çanak yapm...
Yazar: Halide YENEN
El-Kâhhâr, kudretiyle gâlip gelen, yenilmeyen demektir. Yüce Allah'ın en güzel isimleri arasında yer alan el-Kahhâr, Kur’ân-ı Kerim'de şöyle geçmektedir: "O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibi...
Yazar: somuncueditor
Yapılan her şey, Allah katında, niyete göre değer kazanır. Niyet, bir şeye yönelmek, kastetmek, bir yere azmetmek demektir. Kalbin kendisiyle mutmain olduğu şeye doğru hareketidir niyet. Hac istek, yö...
Yazar: Halide YENEN
Çocukluğumun mahallesinde bir meczup vardı. “Okur âlim, tutmaz zalim.” derdi avlu kapısından girerken de kimse üstüne alınmazdı. Gülüp geçerlerdi. Meczuptu neticede. Ama öyle herkesin evine girerken s...
Yazar: Halide YENEN