Bütün Kemâl O’ndadır
Bütün Kemâl O’ndadır
Ganî-zâde Nâdirî (1572-1626)
Ey vücûdun nahl-i bî-mânend-i nüzhet-gâh-ı dîn
Bülbül-i şeydâ gül-i ruhsâruna Rûhü’l-emîn
Çenber-i gerdûn elünde halka-ı engüşterî
Levh-i a’lâ fass-ı hâtem nakşı Kur’ân-ı mübîn
Sâyeni kaldurdı yirden sâye-bân itdi Hudâ
Sandı anı seyr iden üstünde ebr-i anberîn
Meh degül şakk oldı eyvân-ı sipihrün şemsesi
Rahş-ı azmün cünbişinden şöyle deprendi zemîn
Sümm-i esbün anı çâk itdi degüldür mâh-ı nev
Çünki ferş oldı yolunda atlas-ı çarh-ı berî
Var ise mühr-i nübüvvet merdüm-i bînendedür
Ol ten-i pür-nûra lâyıkdur disem ayn-el yakîn
Yâ Resûlallah gubâr-ı dergehündür Nâdirî
Kapmasun bâd-ı hevâ kıl reşhâ-i lutfun mu’în
Ganî-zâde Nâdirî, İslâm’ı yeşil bir bahçe, Hz. Muhammed (s.a.v.)’i de bu bahçenin eşsiz bir fidanı gibi görüyor. Cebrail’i ise Peygamber Efendimiz’in gül yanağına âşık olmuş çılgın bir bülbül…
Ganî-zâde Nâdirî, Dîvân edebiyatının en çok na’t yazan şairlerinden biridir. İncelediğimiz birçok şiirinde Peygamber Efendimiz’le ilgili yaptığı güzel benzetmeler dikkat çekiyor. Bir başka na’tinde O’nun yine Cebrail’le ilgili güzel hayalleri ve benzetmeleri vardır:
Ey zülâl-i meşrebünden reşhâ-cûy-ı Selsebîl
Âteş-i aşk-ı cemâlünden semender Cebra’il
Burada Peygamber Efendimiz Selsebil’e benzetilmiş. Öyle bir Selsebil ki yaratılışının temiz suyundan bir damla olan Cebrail, Rasûlullah’ın cemâlinin aşkının ateşinde bir semender gibidir.
Ey cemâlün şem’-i bezm-ârâ-yı kurb-ı Kirdigâr
Cebrâ’il âvâre-i nûr-ı ruhun pervâne-vâr
Beytinde “Ey Allah’a yakınlık meclisini, güzelliğinin mumu ile süsleyen, Cebrâil, senin yanağının nûrunun âvâre bir pervânesidir.” diyerek Peygamberimiz’i muma, Cebrâil’i de O’nun etrafında, O’nun aşkı ile dönen bir pervâneye benzetmiş.
Tekrar bu na’t-gazelin ilk beytine dönersek, burada İslâm yeşil bir çemen olarak tavsif ediliyor ki bu, İslâm’ın tazeliğine ve hayat verici olduğuna delildir. Buradaki nahl (taze fidan) ise Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. O, bu bahçede etrafını sâyelendirecek, yemişiyle besleyecek ve çemene hayat verecek olan unsurlardan biridir.
Cebrâil, Allah tarafından peygamberlere gönderilen bir melektir. Gül, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in remzidir. Gül’ü görüp de hayran olmayan mı vardır. Nitekim bu büyük melek de o Gül’ün çılgın bir bülbülü olmuştur.
Şair başka bir şiirinde de Peygamber Efendimiz’in yüzünü Ay’a benzetmektedir:
İzâr-ı meh-veşi pertev-nümâ-yi nûr-ı Rabbânî
Zebân-ı dil-keşi gevher-feşân-ı kenz-i lâ-yüfnâ
Şu beytinde de yüzünü Güneş’e benzetir:
Zât-ı pür-nûrı mihr-i tâbende
Garb u Şark ana Yesrib ü Batha
İkinci beyitte,“Feleğin çemberi senin yüzüğünün halkası, yüzüğünün kaşı da Kur’ân’ın yazılı olduğu levhadır.” diyor şair. Kur’ân-ı Kerîm’in yazılı olduğu levha Levh-i Mahfuz’dur. Levh-i Mahfuz’da olmuş ve olacaklar yazılıdır. Buna “Kitâb-ı Mübîn” de denir.
Sâyeni kaldurdı yirden sâye-bân itdi Hudâ
Sandı anı seyr iden üstünde ebr-i anberîn
Burada Peygamber Efendimiz’in gölgesinin yere düşmediğine dair telmihte bulunuluyor. Şair, “Allah senin gölgeni yerden kaldırdı, sana gölgelik yaptı; bunu görenler üzerinde anberden bir bulut var sandılar.” derken hüsn-i ta’lîl san’atı yapıyor. Çünkü burada Peygamber Efendimiz’e ait iki mucizeye işaret vardır.
Bunlardan birisi güneş ve ay ışığında yürürken gölgesi yere düşmezdi. İkincisi de Peygamber Efendimiz, amcası Ebû Talip ile ticaret için Şam’a giderken Basra’da bir Hıristiyan manastırının yanında konakladıkları zaman kendilerini takip eden bulut da üzerlerine gelip durur, gölgelik yapar.
Bunu gören manastırın rahibi Onu tanır ve son peygamber olduğunu anlar. Hatta Peygamber Efendimiz’in amcası Ebû Talip’e durumu bildirip, Yahudilerin ona bir kötülük yapabileceğini, bunun için de Mekke’ye geri dönmeleri için uyarıda bulunur.
Beyite “s” sesi ile güzel bir âhenk verildiği dikkatten kaçmıyor.
Dördüncü beyitte şair, Peygamber Efendimiz’in diğer bir mucizesi olan Şakku’l-Kamer’e telmihte bulunuyor. Şair, azmin atının hareketinden yer şöyle bir sarsıldı; ay değil, felek köşkünün güneşi sarsıldı, diyor.
Sümm-i esbün anı çâk itdi degüldür mâh-ı nev
Çünki ferş oldı yolunda atlas-ı çarh-ı berî
Burada şair şunları söylüyor: “O, hilâl değildir; çünkü yüce felek atlası senin yolunda yaygı olunca, onu atının tırnağı parçaladı.” Şair, hüsn-i ta’lîl san’atı yapıyor; çünkü bildiği bir durumun sebebini başka türlü gösteriyor. Şöyle ki, Mirac hâdisesinde Peygamber Efendimiz yedi kat feleği, bineği Burak ile birer birer geçiyor. Ay’ın yeni hâli, bilindiği gibi hilâldir.
Şair, güyâ bu hilâl tam ay (dolunay) iken Peygamber Efendimiz’in bineği (şair at diyor) buraya geldiğinde ayağını dokununca ay parçalanıyor ve bineğinin ayağındaki nal şeklini alıyor.
“Peygamberlik mührünü ancak basîret gözüyle bakan görür; o nurlu vücûdu ise gerçek olarak görülür desem yaraşır.” diyen şair, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in doğumunda sol küreğinin üzerinde tam kalbi hizasında, kelime-i tevhid yazılı etten bir mühür olduğunu hatırlatmak istiyor. Fakat bu mührün ancak keşif sahibi kimselerce görülebileceğini söylüyor.
Son beyitte şair, Peygamber Efendimiz’e tazarruda bulunuyor. Kendisini, peygamberinin eşiğinin tozu olarak görüyor ve lutfunun sızıntısından medet umuyor. Bu sızıntı, onu arzu ve heves yelinden koruyacaktır.
Şair burada asıl anlatmak istediklerini birtakım sembollerle anlatıyor. Toz, rüzgârın tesiriyle, rüzgârın esiş yönüne savrulmaya meyillidir. Toz, insanın rûhudur. Rüzgâr ise (hevâ-heves) nefistir. Rûh, nefse mağlup olursa, onun emriyle bütün kötülüklere meyilli olacaktır.
Bu yüzden tozun kontrol edilmesi gerekir. Bunun için suya ihtiyaç vardır. Su tozu temizleyecek dolayısıyla toz savrulmayacaktır. Şairin su’dan muradı onu, nefsinin kötülüklerinden koruyacak olan bir mürşidin irşadıdır. Burada kendisine en büyük mürşid olarak Peygamber Efendimiz’i gören şair, Ondan kendisine lütuf göstermesini istiyor.
Ganî-zâde Nâdirî, duygu ve düşüncelerini, daha çok teşbih, telmih, istiare, hüsn-i ta’lîl… gibi birtakım sanatlarla başarılı bir şekilde dile getirebilmektedir. Özellikle hüsn-i ta’lîl sanatına çok iltifat eden şair, hemen her olayı asıl sebebinin dışında, farklı bir sebeple izah etmiştir. Yukarıda izah ettiklerimizin dışında iki beytine daha bakalım:
Âcizân-ı mahşer üzre zıllunı teksir içün
Sakladı dâr-ı fenâda sâyeni Perverdigâr
(Mahşerde bîçârelerin üzerinde gölgeni çoğaltmak için, Allah senin gölgeni, bu dünyadan kaldırdı.)
Heybet-i azmünle çâk oldı sipihrün zehresi
Halk-i âlem sandılar şakk oldı mâh-ı tâb-dâr
(Azminin heybetiyle semânın ödü yarıldı; bunu gören âlem halkı, parlak ayın parçalandığını sandı.)
Yaşadığı 16. asırda dünya çapında tanınmış Fuzûlî, Bâkî, Hayâlî gibi şairlerin gölgesinde kalmasına rağmen yazdığı mirâciyeleri ile dikkat çeken bir şair olmuştur. Onun mirâciyelerine Nâbî, Sâbit gibi şöhretli şairler nazireler yazmıştır.
Vedat Ali TOK
YazarBalkan coğrafyası, Osmanlı'nın bu topraklara ayak basmasıyla köklü bir değişim ve dönüşüme şahitlik etmiştir. Akıncılar, alperenler, dervişler ve erenler gibi Osmanlı'nın mânevî gücünü temsil eden kiş...
Yazar: Kemal DEMİR
Büyük Türk Hun devletine,Ne söylesem yine azdır,Kâbus gibi çöken Çin’e,Oğuz Kağan atamızdır!Bir kez emip, sütten bıkan,Maviş gözleriyle bakan,Kırk günlükken ava çıkan,Oğuz Kağan atamızdır!Temizlemiş c...
Şair: Halil GÖKKAYA
Niyâzî-i Mısrî (1618-1694)Yine dil na’tini söyler MuhammedDil ü cân mülkünü söyler MuhammedNe kâdirim seni medhetmeye benKemâl-i medhi Hak söyler MuhammedSen ol sultân-ı kevneynsin ki mahlûkSenin medh...
Yazar: Vedat Ali TOK
"Rıfk ile nabzını tut eyle tebessümle nigâhBârid etvarın ile hâl-i dilin etme tebâh Nâgehan ahî olup, vâsıl-ı dergâh-ı ilâh Belki Allah yaratır çaresizin çâresini"İnsanlar hayatlarının bir döneminde h...
Yazar: Vedat Ali TOK