BUHURİZÂDE MUSTAFA ITRÎ EFENDİ
Buhurizâde Mustafa Itrî İstanbul’da Mevlânâkapı civarındaki Yayla (Yaylak) semtinde doğdu. Asıl adı Mustafa olup kaynaklarda doğum tarihi hakkında bilgi yoktur. Suphi Ezgi doğum tarihini 1630, Sadeddin Nuzhet Ergun ise 1630-1640 tarihleri arasında tahmin etmektedir. Buna göre Itrî’nin muhtemel doğum tarihi 1640’tır. Itrî’nin aile adı Buhurizâde’dir, yani “Buhurcuoğlu” Babasının, dedesinin yahut atalarından birisinin buhar (günlük, güzel koku) taciri olduğu anlaşılır. Bu yüzden Itrî bu lakapla anılır. Itrî’nin eğitim hayatını da bilmiyoruz. İlkokula gittiği, ondan sonra bir müddet medrese dersi görmüş olması muhtemeldir. Fakat medresenin yüksek kısmından diploma almadığı hemen hemen kesindir. Alsaydı, bu husus kaynaklarımızdan birine yansıyacaktı. Buna rağmen Itrî’nin Divân şairi olduğunu da unutmayarak, mektepten sonra bir müddet medreseye devam edip, sonra Enderun’a girerek musiki kısmında tahsilini tamamladığı, özel hocalardan ders gördüğü, Mevlevihane’de Mevlevî musikisini ve camilerde cami musikisini öğrendiğini söyleyebiliriz. Kırım Hanı Selim Giray’ın Çatalca’da bulunan çiftliğinde musiki toplantılarında büyük itibar gören Itrî, Sultan Dördüncü Mehmet döneminde (1648-1687) musiki hocası serhanende (icra heyeti şefi) padişahın nedimi ve sohbet arkadaşı Harem-i Hümâyun (saray kadınları dairesi) cariyeleri, musiki hocası olarak görev yaptı. Dördüncü Mehmet Edirne’de çok oturduğu için, Itrî’nin de yıllarca Edirne Sarayı’nda yaşadığı, Edirne’de bir evi olduğu anlaşılır. Mustafa Itrî, her bestesi için, zamanın telif ücreti karşılığı olarak padişahtan ve devlet büyüklerinden altın, mücevher gibi para ve hediyeler almıştır. Yine bir gün Sultan Mehmet, Itrî’nin bir Segâh Yürük Semai’sini dinledikten sonra hayranlığını gizleyemeyerek Itri’den bir isteği olup olmadığını sordu. O da Esirciler Kethudalığı’nı istedi. Esirciler Kethudâlığı, çok yüksek gelirli bir görevdi. İstanbul’da satışı yapılan bütün köle ve cariyelerden her biri için her satışta belirli bir pay, Kethudâya verilirdi. Kethudâ da bu ticaretle uğraşan tacirlere nezaret eder ve hükümetle ilişkilerini düzenlerdi. Itri’nin bu görevi Sultan Mehmet’ten gelirinin büyüklüğü dolayısıyla istediği sanılır. Oysa zaten zengin ve şöhret sahibi Itrî’nin paradan, puldan ziyade gayesi İstanbul’a getirilen esirler arasındaki kabiliyeti ve güzel sesli gençleri bulup yetiştirmek ve geldikleri ülkelerin musikisi hakkında bilgi edinmekti. Itrî, Dördüncü Mehmet’in tahttan indirilmesinden sonra, kardeşleri Üçüncü Süleyman, İkinci Ahmet ve Dördüncü Mehmet’in oğulları İkinci Mustafa ve Üçüncü Ahmet’in saltanatlarını da gördü. En büyük bestekâr sıfatıyla onlardan da sevgi ve alâka gördü, himaye edildi. Türk musiki tarihinin en önde gelen birkaç simasından biri olan Mustafa Itrî’nin musikideki hocaları kesin olarak bilinmemekte, ancak Derviş Ömer, Kasımpaşalı Koca Osman, Küçük İmam Mehmet Efendi ve Hafız Post Mehmet Çelebi gibi, üstatlarından faydalanmıştır. İbrahim Alâeddin Gövsa, musiki hocasının Vakıf Halhali diye tanınan Nasrullah Efendi olduğunu söyler. Rauf Yektâ Bey, onun Câmi Ahmet Dede’nin (öl. 1671) şeyhliği esnasında Yenikapı Mevlevihane’sine devam ettiğini, ayinlerde aldığı ruhanî neşeyle Mevlevî olduğunu ve Mevlevihane’ye gelen ustalardan da faydalandığını, dervişlerden ney üflemeyi öğrendiğini ifade eder. Itrî’nin ney üflediğine ve Galata Mevlevihane’sinde bir süre neyzenbaşılık ettiğine dair bir hikâye vardır, anlatırlar: Sultan Dördüncü Mehmet zamanında, İstanbul Galata Mevlevihane’sine Derviş Çelebi Şeyh olarak tayin edilir. Geleneklere uyarak Şeyh’in posta oturacağı gün “mukabele” denilen bir ayin (merasim) düzenlenir. Ayinden önce, Dergâh şeyhini tebrik için gelenler, değerli hediyeler de getirirler. Ayinin yapılacağı “Semahane” bu hediyelerle dolup taşar. Ayin başlamak üzeredir, derken kapıdan soluk soluğa saz gibi sararmış, boynu bükük, fakirliğine fakir bir genç derviş girer. Herkesin gözü bu dervişe takılır. Bu da kim diye bir birine bakışırlar. Derviş, ince bir tevazu ve edeple Şeyh’in elini öper, sonra da koynundan bir ney çıkararak: “Bu neyden başka dünyalığım yok. Bu niyazımı (saygı ve duamı) bir hediye olarak kabul buyurunuz efendim.” der ve Şeyh’e uzatır. Şeyh, ney’i alır, öper, dervişe sorar: “Adın nedir senin?” “Derviş Mustafa kulunuz. Itrî’de derler.” “Bu ney senin mi?” “Eyvallah!” “Üfler misin?” “Eyvallah!...” Itrî ney’ini üflemeye başlar. Birden bire sesler susar, tüm davetliler kulak kesilir ney’e. Itrî üfledikçe coşar, coşturur, ney inledikçe hıçkırıklar artar, gönüller düğüm düğüm çözülür, ruhlar yumuşar, kanlar korlaşır, koca salonda çıt çıkmaz. Neden sonra Itrî’nin artık nefesi tükenmiştir. Başı Şeyh’in dizlerine düşer. Şeyh, onu alnından öperek ayağa kaldırır. “Biz postun bahtında, sen dostum gönül tahtında oturuyorsun. Tanrı aşk derdini artırsın. Aferin Itrî...” diye iltifatlar eder. O günden sonra, bir süre dergâhın neyzenbaşısı olarak, Naat-ı Mevlânâ’yı burada besteler. Mustafa Itrî aynı zamanda talik hattında söz sahibi hattattır. Bu sahadaki hocası, talik üstadı Tophaneli Mahmut Nuri Efendi’nin öğrencilerinden Siyahî Ahmet Efendi’dir. Mustafa Itrî, aynı zamanda Üstat bir şairdir. Şuara (şairler) tezkirelerinde ve güfte mecmualarında na’t, gazel, muamma (bilmece), tahmis, nazire, tarih ve kıtalarının yanı sıra hece vezniyle yazılmış türkülerine de rastlanmaktadır: Âşık oldum bin cân ile Gözlerim doldu kân ile Geçdi ömrüm hicrân ile Terk eyledin âhir beni Kerem eyle dostum bana Dil ü cânım verdim sana Bakmaz oldun benden yana Terk eyledin âhır beni Niçin yanıma gelmezsin Hâtrını ele almazsın, Semt-i vefâ’yı bilmezsin Terk eyledin âhır beni Cânıma kâr etdi elem Cürmüm nedir, suçum bilem Ben senin kurbânın olam Terk eyledin âhır beni Itrî’ye rahm eyle cânım Nice demdir ki giryânım Nedir cürmüm a sultânım Terk eyledin âhir beni Itrî’nin bir musikişinas olarak asıl önemli yönü bestekârlığıdır. Türk musikisinin câmi, tekke ve klasik musiki alanlarında peşrev, saz semaisi, beste semai, ayin, na’t, durak, tekbir, salâ ve ilahi olmak üzere hemen her formunda eser vermiş nadir sanatkârlardan olan Mustafa Itrî’nin eserleri alışılmışın dışında bir melodi örgüsüne sahiptir. Çoğunlukla Fuzuli, Nev’i Nabi gibi şairlerin nadir olarak da kendi güftelerini bestelemiştir. Dini eserler arasında Bayram Tekbiri gerçek bir şaheser olarak Türkiye sınırlarından taşmış, İslâm, memleketlerinde de okunmuştur. Her Mevlevîayininin başında okunan rast makamındaki Naat-ı Mevlânâ ise ölümsüz eserlerinden biri olmuş, üç yüz yıldan beri okuna gelmiştir. Güftesi Nef’î’nin olan: Tûti-i mu’cize-gûyem, ne desem lâf değil Çerh ile söyleşemem, âyinesi saf değil Segâh yüzük semâisi, güftesi Nâbî’nin olan: Gel ey nesim-i sabâ, hatt-ı yârdan ne haber? Gelir mi kaafile-i müşk-bârdan ne haber? İsfahan Zencir Bestesi ve daha otuzdan fazla bestesi ile Mustafa Itri, sözde ve sazda, Klâsik Türk Müziği’nin zirvesine çıkmış, adını anıtlaştırmıştır. İstanbul, surları dışında oturan Itrî, çiçek ve meyve meraklısı idi. Bahçe işleriyle uğraşmaktan zevk duyduğu ve kendisine Itri mahlasının bu sebeple verildiği; Mustabey armudunun da onun tarafından yetiştirildiği kabul edilmektedir. Mustafa Itrî 1711’de vefat etti. Şeyhi Salim, Safayı gibi tezkire müelliflerine göre Kethuda görevinde iken, bazı kaynaklara göre ise ayrıldıktan bir süre sonra vefat etmiştir. Yenikapı Mevlevihane’si civarına veya Edirnekapı dışındaki Mustafa Paşa Dergâhı karşısına defnedildiği rivayet edilmekteyse de bu konuda kesin bilgi bulunmamaktadır. Mustafa Itrî besteleriyle ün yapmış, ölümsüz eserler meydana getirmişse, İstanbul’un sekizinci tepesi büyük şairimiz Yahya Kemâl de Itrî’yi mısra mısra dile getirerek Itrî’den bir şaheser örmüş, şiirden Itrî’ye bir anıt dikmiştir...
Muammer YILMAZ
YazarTürk insanında vatan, bayrak ve Kur’an sevgisi, yüzyıllar öncesine dayanan bir tarih olgusudur. Millî ve manevî değerlerimizin bir bütünü olan bu üçlü, Türk milletinin gönlünde adeta bütünleşmiştir. K...
Yazar: Muammer YILMAZ
Kalem ile insan arasında bir kader bağı vardır. Ne yazık ki insanoğlunun değerini bir türlü anlamadığı kalem ile kuyusunun kazıldığının farkında değildir. O kalem ki mahşer gününde Mizana koymak için ...
Yazar: Muammer YILMAZ
Türk’e şeref, dünyaya/cihana ise yüzlerce medeni eser veren bir sanatkâr, olarak tarihe damgasını vuran (geçen) Mimar Sinan, 1490 yılında Kayseri’nin Ağırnas köyünde dünyaya geldi. Çocukluğu ve gençli...
Yazar: Muammer YILMAZ
Bilindiği üzere peygamberlerin mucizeleri, kendi devirlerinde revaçta bulunan ve gelişmiş olan bilim ve sanata göre farklılık arz etmektedir. Bu durum, onların gönderildikleri kavimde kabul edilmeleri...
Yazar: Hamit DEMİR