BOSNA’DA BİR TÜRK HAYRÂNI VE BİR SİLSİLENÂME
İmanın asıl kaynağı Allah sevgisidir. Cenâb-ı Allah’a kulun sevgisi çoğaldıkça, gönül bahçesinde mârifet çiçekleri açar. Tasavvuf yolu, bir Allah dostu vesîlesiyle Yüce Yaratıcı’yı tanıma yolunu gösterirken, insanın iç âleminde mânevî kapılar açarken, etrafına güzellikler saçar. Tasavvuf bir düşünce sistemi olarak; hikmet ışığının en güzel tecellî merkezi olan gönül dünyasını seçer. Böylece gönül aydınlığına erişenler, ulvî bir arınma ile nice merhaleler geçer. Ruhlar, tasavvuf ehli mürşid-i kâmilin telkin ettiği zikirle yıkanıp, sabır ve azimle güçlenip, ulvî hakîkatler âlemine kanat açar. Tasavvuf ehli, Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin tarifiyle, “Allah’ın seni sende öldürmesi ve kendisinde diriltmesi” tecellîsi neticesinde ölümsüzlük iklimine bekâ sırrıyla uçar. İbn-i Arabî Hazretleri’nin duâsında olduğu gibi, “Ey Rabb’im, beni senin sonsuz vahdet deryâna daldır.” diyerek, o hayat bahşeden suyun derinliklerini tül tül biçer. Tasavvuf terbiyesi; en güzel bir biçimde yaratılan insanoğlunun, nefsânî ve şehevî isteklerini törpüleyerek, edeb ve rahmet disiplini içerisinde has altın özelliği kazanan gönlünü diğer gönüllerden seçer. Özünü Kur’ân ve Sünnet’ten alan tasavvuf, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in inanç çağrısında zikir telkiniyle ifadesini bulmuş, hayata tatbik edilen bir gerçekliğe dönüşerek, insanlığın gönül ve ruh dünyasını ilâhî feyz ve nurlarla doldurmuştur. Asr-ı Saadet’te Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ali (r.a) ile Peygamberimiz (s.a.v.)’e bağlanan silsilenin ilk halkalarını oluşturmuştur. Bu konuda Hulûsi Efendi Hazretleri’nin bir sohbetlerinde şöyle bir sohbet gerçekleşir: Bir gün ziyârete gelenlerden biri Hulûsi Efendi (k.s.)’ye şöyle bir soru sorar: “Efendim Nakşbendî Tarîkatı’nın Hz. Ebû Bekir Efendimiz (r.a.)’den geldiğini, Kadirî Tarîkatı’nın ise Hz. Ali Efendimiz (r.a)’den geldiğini söylüyorlar doğru mu?” Hulûsi Efendi (k.s.) şöyle sohbet buyururlar: “Evet doğrudur, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) hicret ederken, ilk defa Gâr-ı Şerif’te (Sevr Dağı/Hicret Mağarası) Hz. Ebû Bekir Efendimiz (r.a.)’e ders tarif ettiler. Bugün size telkin edilen dersin, harfiyle aynısı, bu mağarada tarif edilen derstir. Mağarada olduğu için hafî zikri tarif ettiler. Hz. Ali Efendimiz (r.a.)’e de genç olduğu için cehrî zikri telkin ettiler. Hz. Ali Efendimiz (r.a.) yolda giderken bile cehrî zikir çekerdi. Ecdâdımızdan dolayı bütün tarîkatlar bizde birleşir. Yeryüzünde tarîkat çok, fakat işin ehlini bulmak lazım.” diye buyururlar, sonra şöyle devam ederler: “Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) Mescid-i Nebevî’de hutbe îrâd ederken ashâb-ı kirâma buyurdu ki: ‘Ey ashâbım, bana yakın gelin, bana yaklaşın. Mescidime açılan kapılardan, Ebû Bekir Sıddık (r.a.)’ın kapısı hâriç, diğerlerini kapatın.” diye buyurdular. Bugünkü tasavvufçular, Nakşbendî Tarîkatı’nın hâricindeki diğer tarîkatların ketmolacağını, Nakşbendî Tarîkatı’nın ise kıyâmete kadar bâkî kalacağını rivâyet ederler. Birçokları bu tarîkatı yıkmak için uğraştılar. Fakat muvaffak olamadılar. Bu kaleyi yıkmak için merdiven dayadılar; merdivenleriyle beraber yandılar. Bu yol Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) zamanından bu yana sahih ellerde bozulmadan günümüze kadar geldi. Yine sahih ellerde bozulmadan halkalar eklenerek kıyâmete kadar devam edecek. Bunu bozmaya, yıkmaya kimsenin gücü yetmez.” Sonraki yüzyıllarda tasavvuf, tarîkatlar şeklinde somut bir altyapıya bürünerek kurumsallaşmış, toplumsal bir gerçeklik olarak insanların mânevî hayatını şekillendirmeye devam etmiştir. Her biri irfan ocağı olan bu tasavvufî kurumlar toplumdan geniş rağbet görmüş ve dünya telaşı içinde savrulan insanoğlunun hakîkate ulaşabilmesi için âdeta işaret taşı gibi yol göstermişlerdir. Aynı zamanda insanların iç dünyasını mâmur eden eğitim yuvalarına dönüşmüştür. Dünyanın kimseye kalmayacağını bilen, gönül yolunda kendini olgunluğa eriştirmek isteyenler, tarîkatlar vasıtasıyla tanış olmuş, tasavvuf hamuruyla yoğrulan yürekler işi kolay kılmış, Allah için sevip sevilmişlerdir. Yunus Emre Hazretleri de öyle demiyor mu? Gelin tanış olalım, işin kolayın tutalım Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz Hicaz Bölgesi’nden, Bağdat, Şam ve Orta Asya’ya, oradan Selçuklu ve Osmanlı fetihleriyle Anadolu’ya, Balkanlar’a, hatta Afrika’ya uzanan tasavvuf ocakları, gönülleri fethetmiştir. Tasavvufî açıdan silsile denildiği zaman, ‘bir mürşidi önce tarîkatının pirine oradan da Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ulaştıran kişiler zinciri’ kastedilmektedir. Tasavvuf ehli mürşid-i kâmillerin sahip olduğu mânevî ilimler ve onlara has ahlak düsturları ve terbiye metotları mânevî bir silsile ile kuşaktan kuşağa akıp gelmiş, bir sonraki nesle aktarılmıştır. Tarîkat kültüründe mutlaka bir mürşidin sıhhati; mânevî bir zincir ile mânen Hz. Peygamber (s.a.v.)’e bağlanmış olmasından geçmektedir. Böyle bir mânevî zincire dâhil olmayanlar irşâda ehliyetli kabul edilmezler. Bu ehliyete sahip olabilmek için kesintisiz bir halka ile Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ulaşmak gerekir.[1] Mânevî bir zincir (silsile) ile Hz. Peygamber (s.a.v.)’e bağlı olmayan kişinin, ehlullah topluluğu olarak nitelenen tasavvuf önderleri arasında irşâda ehliyeti kabul edilmeyeceği ve müritlerin yetişmesi ve gelişmesinin mümkün olmayacağını belirten Ahmed Ziyâeddin Gümüşhanevî şunları söyler: “(Tarîkata) intisâb, silsilesi Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ulaşan ve tarîkat kurucusuna dayanan bir isnatla mücâz bir şeyhin telkini ile olur. Bu tür bir telkin olmadan zikrin hiçbir fâidesi olmaz.”[2] İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Hazretleri, 1967 senesinde bizzat, “Oğlum Hulûsi! On altı kişi bizim vefatımızı bekliyor. Vefatımızdan sonra şeyhliklerini ilan edecekler ve bu durum on altı sene devam edecek.” diyerek Hulûsi Efendi (k.s.)’nin dikkatini çekmiş ve sözünü ettiği 16 kişinin tek tek isimlerini saymıştır. İsmail Hakkı Toprak Efendi’nin vefatından on dört yıl sonra fakat bu uyarısından on altı sene sonra Hulûsi Efendi, tarîkat silsilesine bir beyitle kendi adını kaydetmiş ve bu tartışmalara son noktayı koymuştur. Hicrî 1403/Miladî 1983 tarihinde Hulûsi Efendi’nin manzum Silsile-i Şerife'ye ilâve ettiği beyit şöyledir: Hulûsî pür-hatâ vü pür-meâsî dergeh-i îşân Ümîd ez-vasl-ı dildâreş velâkin hâib u mehcûr 1990 yılında Hulûsi Efendi Hazretleri’nin irtihâlinden sonra bu beyit ve H. Hamîdeddin Ateş Efendi’nin isminin zikredildiği beyit şu şekilde manzum silsile-i şerifedeki yerini almıştır: Hulûsî ber-murâd hurşîd-i âlem dergeh-i îşân Erişti vasl-ı dildâra hemîn şod âşık-ı pür nûr Hamîdüddîn-i sânî müşg-bâr âleme bûd ma‘mûr Ve muktedâ-i ale’l-ihvân-ı şod mansûr[3] Şekil ve muhtevâ bakımından silsileler değişik şekillerde tanzim edilmiştir. Kitap ve risâle şeklinde tanzim edilen silisilenâmeler olduğu gibi, oklar ve çizgilerle birbirine bağlanan silsilenâmeler de hazırlanmıştır. Ayrıca daire ve madalyonlu, minyatürlü ve cetvel şeklinde düzenlenmiş olan örnekler de mevcuttur. Biz bu yazımızda Bosna-Hersek’in Saraybosna şehrini merkez kabul edip, irşad faaliyetlerini yürüten Halil Hulûsi Birizna Efendi’nin silsilenâmesini bir iki hâtırayla anlatmaya çalışacağız. Öncelikle Halil Hulûsi Birizna hakkında bilgi verelim: Saraybosna Nakşbendî Tekkesi Şeyhi ve Bosna Hersek’te savaş dönemindeki Aliya İzzetbegoviç ordularının tugay komutanı General Halil Hulûsi Birizna bir konuşmasında kendini şöyle tanıtmaktadır: “Mostar yakınlarında doğdum. Belgrat’ta üniversiteye gidip iki yüksek lisans yaptım. Şu anda 23 tekke bağlı bulunuyor. Askerî okulu bitirmeden 1992’deki Bosna Savaşı’nda 5 bin kişilik 7. Kolordu’nun komutanlığını yaptım. Tekbirlerle savaşa gidiyorduk. Sonra kurulan 1. Kolordu’nun komutanlığına getirildim. Dayton Antlaşması’ndan sonra Aliya İzzetbegoviç’ten izin alarak ordudan ayrıldım. Savaş sırasında şeyhlik görevi de devam etti. Perşembe ve Pazar günleri zikir halkaları devam etti. Allah’ın yardımını savaş sırasında yanımızda hissettik. 1992’de Travnik yakınlarında namaz kılarken Sırp milisler tarafından 12 havan mermisi atıldı. Atılan havan mermilerinden hiçbiri patlamadı. 28 Aralık 1992’de Saraybosna ablukasını delmek amacıyla üç koldan saldırıya geçtik. Öncü birlikler Sırpların içine kadar sızdılar. Saraybosna’nın kenar mahallelerine kadar ulaşıldı. Ancak yardım gelmeyince bölgede 14 saat kalabildik. Çetnikler yardımın gelmediğini görünce saldırıya geçtiler. 37 şehit, 68 yaralı verdik. Aldığım yara sonucu omuriliğimde zedelenme oldu. Savaş sırasında 17 yaşında imam-hatip lisesinde okuyan Armin Kovaç şehit düştü. Sırplarla yapılan na’ş değişiminde 40 günlük na’şının mis gibi koktuğunu gördük. Savaş esnasında postta otururken müritlerimin savaşmasını kabul edemezdim. Onlarla birlikte bulundum. Savaşta ilk şehit düşenler müritlerimdi. Tekkenin bulunduğu yeri biz bulmadık, o yer bizi buldu. Peygamberimiz (s.a.v.)’in Bedir Savaşı’ndan sonra yaptığı gibi savaştan sonra daha büyük şevkle çalışmaya devam ettik. Eğer iyi insan yetiştirmek istiyorsak klasik eğitim kurumlarının yanında insanın kalbine hitâbeden tekke tarzı eğitim yuvaları da olmak zorundadır.” Halil Hulûsi Birizna, yine bir sohbetinde şeyhi Hâlid Efendi’nin önceden Halil Birizna olan ismine “Hulûsi” ismini de eklediğini; “Türk dostların olacak diye müjdeler verdiğini” beyan ederek, “Hâlid Efendi bana Hulûsi ismini vurdu. Allah’a şükür Türkiye’de Orgeneral Hulûsi Akar gibi bir arkadaşım ve Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin mahdumu Hâmid Hamîdeddin Ateş Efendi gibi bir dostum oldu.” demiştir. 2010 yılındaki Bosna-Hersek ziyâretinde Halil Hulûsi Birizna ile tanışan H. Hamîdeddin Ateş Efendi, 10.08.2011 yılında yazmış olduğu mektubunda şöyle demektedir: “Dîn-i mübîn-i İslâm’a yardımcı olmak bütün Müslümanların asıl görevleri olmalıdır. Aynı istikâmette hizmet eden insanlar olarak, dinimizin emirlerini yaşamaya çalışırken, bu ilâhî güzelliklerin yüzbinlerce insana tanıtılması için gayret göstermek bir mü’min olarak vazîfemizdir. Sizler bu vazîfenin bilincinde olarak gerek savaş yıllarında gerekse savaştan sonra özellikle gençleri mânevî bir halkanın etrafında toparlamak için olağanüstü faaliyetler gerçekleştirmişsiniz. Bunu yaparken ihlâsınız ve samimiyetiniz vesîlesiyle, Allah’ın dinini genç dimağlara aşılayabilmek düşüncenizin sıhhati doğrultusunda, kendinizi Allah yoluna vakfetmişsiniz. Allah (c.c.) da size yardım etmiş. Özellikle Balkanlar’a unutulmaya yüz tutan, tasavvufî kardeşliği tesis etmek için elinizden geleni yapmaya gayret ettiğiniz bu mânevî yolda çalışmışsınız. Allah’ın nusretiyle her şeye rağmen başarılı da olmuşsunuz. Allah yardımcınız olsun.” Daha sonra Halil Hulûsi Efendi de Darende’ye ziyârete gelmiştir. Darende ziyâreti sonrasında yazmış olduğu 30.12.2012 tarihli mektubundaki satırlar şu şekildedir: “Şahsımıza ve arkadaşlarımıza göstermiş olduğunuz ilgi, samimiyet, sonsuz misafirperverlik ve kardeşçe sevgiden dolayı teşekkür etmek istiyorum. Bu şerefin sadece en sevilenlere bahşedildiğinin de farkındayım. Bu yüzden yüce Allah’a bizlere böyle kardeşler ve dostlar nasip ettiği için hamd ü senâlar ediyor ve dostlukla kardeşliğimizi pekiştirmesini niyâz ediyorum.” Sonraki yıllarda karşılıkla ziyâretler devam etmiştir. Halil Hulûsi Efendi bu ziyâretlerinin birinde Zenitsa Bölgesi’nde çok sayıda ihvânı olduğunu ve onların Saraybosna’ya uzak olmalarından dolayı bu bölgeye bir dergâh inşâ edilmesini arzuladıklarını Hamîdeddin Efendi’ye belirtmiştir. Bu doğrultuda Zenitsa’da yaşayan bir gönül dostu bir arazisini bu istikâmette tahsis etmiştir. Proje çizimi yine Halil Hulûsi Efendi’nin ihvanlarından bir mimar tarafından gerçekleştirilmiştir. Vakfımız, inşâatın yapılması ve tamamlanması amacı ile maddî yardımda bulunmuştur. 2014 Ramazan programı kapsamında inşâata gidilmiş ve son hâli hakkında detaylı bilgi alınmıştır. 2015 yılında H. Hamîdeddin Ateş Efendi Hazretleri’nin ziyâretinde inşâat yerinde görülmüş, Hulûsi Efendi Vakfı’nın maddî katkılarıyla inşâat bitirilme aşamasına getirilmiş ve 2018 yılındaki eksiklerin giderilmesiyle tamamlanmış ve açılışı yapılmıştır. İşte bu dergâh açılışında H. Hamîdeddin Ateş Efendi, Nakşbendî silsilesinin Darende kolunun hüsn-i hatla yazılmış silsilenâmesini Halil Hulûsi Efendi’ye hediye etmiştir. Bu hediyeden memnun olan Halil Hulûsi Efendi kendi silsilelerinin de tasavvufî gelenek üzere hüsn-i hat ile silsilenâme olarak yazılmasını arzu etmeleri üzerine, H. Hamîdeddin Ateş Efendi’nin himmetleriyle Türkiye’de Hattat Emre Özdemir tarafından yazılan silisle Halil Hulûsi Efendi’ye hediye edilmiştir. Daireli ve madalyonlu olarak yazılan bu silsile; Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yaygınlık kazanan bir silsilenâme çeşididir. Madalyon yahut daire şeklindeki bir kutucuğa tarîkat silsilesinde bulunan şeyhlerin ismi yazılarak bir çizgi ile silsiledeki alt ve üst tarafta bulunan kişilere bağlanmaktadır. Rulo, yani tomar şeklinde olan bu tür silsilenâmeler arasında bütün tarîkatları ele alanları olduğu gibi müstakil olarak belli bir tarîkatın silsilesini konu edinenleri de vardır.[4] İsmail Hakkı Bursevî, bir eserinde kendi silsilesini verirken, silsileyi Allahu Teâlâ ile başlatır. Çünkü kâinatın mebdei ve mevcûdâtın menşei O’dur. Daha sonra silsileyi İsrâfil, Mîkâil, Cebrâil isimli büyük 16 melekle devam ettirir ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’den kendisine kadar olan tarîkat silsilesini verir.[5] Aynı görüşler birçok mutasavvıf tarafından da benimsenmiştir. Bosna-Hersek Meytaş Nakşbendî Tekkesi’ne hediye edilen silsileye de “Allah” lafzı ile başlanmış, melekler ve özellikle Cebrâil (a.s.) ile Peygamberimiz (s.a.v.)’e geçmiş oradan dağılımı yapılmıştır. Başta Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ali (r.a.)’dan devam eden halkalar Câfer-i Sâdık (r.a.) Hazretleri’nde birleşmiştir. Hızır (a.s.)’dan gelen yol ise, Abdulhâlık-ı Gucdüvânî Hazretleri’yle mevcut Nakşbendî silsileleri gibi devam etmiştir. Hüseyin Baba Zükiç el-Bosnevî Efendi ile Bosna’da yaygınlaşan tasavvuf yolları, üç ayrı koldan tekrar Halil Hulûsi Birizna’da birleşmiştir. Hâlid Efendi, Hulûsi Sâlih Ağazâde, Bahâeddin Nuri Hacı Meylizâde ve Mes’ud Efendi Hacı Meylizâde’den icâzetli olan Hulûsi Birizna hâlen Saraybosna’da Meytaş Nakşbendî Tekkesi’nde Türk dostu bir tasavvuf insanı olarak hizmetlerine devam etmekte, silsileyi devam ettirmektedir. [1] Muhiddin Usta, “Tabibzâde Mehmet Şükrü Efendi ve Silsilenâm-i Sûfiyye İsimli Eseri”, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2006, s. 7-8. [2] Ahmed Ziyâeddin Gümüşhanevî, Câmiü'l-Usûl - Veliler ve Tarîkatlarda Usül, Trc. Rahmi Serin, Pamuk Yayınları, İstanbul, 1977, s. 87-88. [3] Bkz: Nihat Öztoprak, 20 YY Mutasavvıf Dîvân Şâiri Seyyid Osman Hulûsi Efendi Dîvânı, C. 4, Nasihat Yayınları, Ankara, 2020, s. 354. [4] Usta, a.g.e, s. 58-59. [5] Bkz: Ali Namlı, İsmail Hakkı Bursevî Hayatı, Eserleri ve Tarîkat Anlayışı, İstanbul, İnsan Yayınları, 2001.
Musa TEKTAŞ
YazarŞehitlik, İslâm inancına göre ayrıcalıklı bir mânevî makam ve yüce bir pâyedir. Bu özel unvan, Müslümanlara Allah’ın rızâsını kazanmış, cennete girecekleri bir şâhitlik olarak verilmiştir. Şehit olan ...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Takvimler 24 Temmuz'u gösterdiğinde Haçlı Seferleri'ni ve ağır hezimetleri anımsayan âlem-i İslâm'ın zihin dünyası, artık kutlu bir fethi de anacak ve yönünü yeni fetihlere dönecekti. Zira yıllardır ö...
Yazar: Hamit DEMİR
Ağabeyi Sultan Abdülmecid’in, verem hastalığından vefat etmesi üzerine, 25 Haziran 1861’de, 32 yaşında 32. Osmanlı padişahı olarak tahta çıktı. Eyüp Sultan Türbesi’nde kılıç kuşandı. Kendisini bekleye...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Tasavvufî anlayışa göre hevâ ve heves nefstedir. Bazı sûfîler, nefs kavramıyla insanın kötü sıfatlarını ve isteklerini kasdederler. Nefs, tabiatında ebediyet arzusu, cimrilik, acelecilik, hırs, nankör...
Yazar: Musa TEKTAŞ