BİR YUDUM NOSTALJİ
Benim çocukluğumda hanımeli bir başka açar, leylaklar daha asil kokardı. İnce uzun bir sokaktaydı evimiz. Sokağın başköşesinde mahalle camii, en sonunda muhtarın evi, orta yerde bizim ‘köşkümüz’ vardı. Gönlümüz kadar büyük görünürdü gözüme evimiz. Oysa üç katlı apartmanın orta dairesiydi. Küçük fakat ferah, derli toplu fakat güm güm gümlerdi. Penceremize her bahar çağlalar sarkar, asmalar tırmanır, tebessümlerimizin sıcaklığı mahalleyi kucaklardı. Yaz akşamları büyükler teravih namazına, haydi küçükler sokak oyunlarına... Saklambaçlarda çanak çömlek patlar, don ateş oyunları gölgemizi kovalardı. Birdirbir, yedi kiremit bahçede, isim-şehir, kim-kiminle-nerede oyunları evde oynanırdı. Mahallenin abla çocukları anne şefkatli, abi çocukları adam gibi delikanlılardı. Çocukluğumda ramazan ayı bambaşkaydı! Biraz ağırbaşlı, biraz uçarı biz çocuklar; gün boyu câmi içinde kâh cüz okur kâh namaz kılar kâh yakalamaca oynar, biraz misk biraz toz kokan seccade postlarından, ciğerlerimize doyasıya çekerdik. Çünkü biz sıbyandık. Çünkü bulunduğumuz mevki; Allah’a en yakın mekândı. Evimiz mukabele sesiyle çınlar, mahalle hanımları bize akın eder, camekânlı odalarımız lebalep dolar, Hafız Hoca lâhûti sesiyle Kelâm-ı Kadîm’i kıraat eylerdi. Eskimez yazıyı orada öğrendim ilkin. Harfi, mahreci… İlk hocam merhume annemdi, sonra Zarife Hoca’m… Benim çocukluğumda ağızlarda tat, Allah korkusu içine sinmiş nice hayat vardı. Saksımızda begonya, hanım çantası açar, erik ağacımız küçük olsa da bol bol erik sunardı. Asma yaprağı sabah dalda, akşam sofrada boy gösterirdi. Tarhanamız, salçamız, reçelimiz fabrika usulü değildi, annemin ellerini öperdi. Güzelin anlamı farklı, edebin boy gösterişi asil, zihnimize kazınan saygı mefhumunun tezahürü... Her şey bir başkaydı. Gerçekten benim çocukluğumda her şey bambaşkaydı. İftar yemeklerine, yoksul üniversiteliler davet edilir, cemaatle akşam namazı kılınır, gençleri seven mahalle halkı; cami çıkışı onların peşine takılır, bizim evde krallar gibi ağırlanırdı. Bu yaşa gelince anlıyor insan o günlerin ne paha biçilmez değerde olduğunu, “Safâ o günlere” deyip hayırla yâd edilmesi gerektiğini. Bu yaşa gelince insan; Cahit Sıtkı’ya hak verir, Orhan Veli’nin keyfine paha biçermiş. Yahya Kemal’le Sessiz Gemi’ye biner; Necip Fâzıl’la ölüme değer verirmiş. Bu yaşa gelince insan; Hakk’a yaklaşmada ne kadar geç kaldığını, titreyen el, soluk benizle hazana yaklaştığını, leylakların soluk, hanımellerinin buruk, yaşamın gerçek bir saklambaç olduğunu anlarmış… Her şeye rağmen benim çocukluğumun Konya’sı muhteşemdi; Meram Bağları coşkulu, bahçeleri cömertti, Hz. Mevlâna’nın türbesi misk-ü amber, gül kokar, selsebil şadırvanındaki sular ney sesiyle çağlardı. Bayramlarda mendiller, balonlar dağıtılır, çocuklar paralarını kumbarada biriktirir, okulu okul gibi sayar sever, elindeki değerlerin kadrini anne-babadan öğrenir, gelişip dal-budak sürerlerdi. Mahallemizde sıra günleri hoş sohbet, okul çıkışı, tereyağlı çöreklerde nasibimiz vardı. Hamburger-kola-cipsler yerine, avucumuza çay bardağı ölçeğiyle verilen leblebiler, ay çekirdeği yerken oynadığımız, avuç içi kadar lastik toplar vardı. En lüks alışverişlerimiz bile mahalle bakkalındandı. Bakkalımız Tonton Remzi, fırıncımız İbrahim Usta, kasabımız Avni Amca, Kısmet Bakkal Cinfir Ömer ve diğerleri… Bizim çocukluğumuzda, yüzler sirke değil bal satardı. Dönerdik dünyayla beraber, başımız dönerdi. Sarhoş olur, mutluluktan uçardık. Zıpzıplarla seker, taş oyununda yerleri çizer, yakalamaca oyununda sesimiz kısılıncaya kadar bağırır, avazımızı uçurtmalarla beraber göğe salardık. Eve akşam ezanıyla girer, elektrikler kesilmeden yemeğimizi yerdik. Gelin gibi süzülen gaz lambamızı aynanın üstüne asar, kâh annemin okuduğu Peygamberler Tarihi’ni dinler kâh babamla o loş ışıkta ceviz yuvarlamaca oynardık. Elektriğimiz kesik, bakkallarımız yağsız-şekersiz, benzincilerde yakıt yokken, biz seksen ihtilalini yaşadık. Üstümüzde mor bulutlar, gece uygulanan karartmalar... Yokluğu içine işlemiş vatan evlatlarından; “Vatanı nasıl parçalarız?” değil, “Nasıl birlikte kalkınırız?” çalışmalarını dinlerdik. “Yerli malı, yerli malı; her Türk onu kullanmalı!” sedalarıyla; okullarda şenlik yapar, kendi çapımızda destanlar yazardık. İstanbul denince Fatih’leri, Yavuz’ları, Erzurum denince Nene Hatun’ları anardık. İstiklal Marşı’nı M. Akif’le yeniden okur; Bayrak şiiriyle Arif Nihat’ın heyecanına heyecan katardık. Millî duygularımız kabarır, düşmana kinimiz artardı; küçücük yüreğimizdeki imanımıza iman katardık. Uzun kış gecelerinde masallar tellenirdi. Bazen kızmabirader bazen dokuztaş oynardık. Kâh bozacının uzaklardan gelen sesini kâh macunu eskiyen camın çaldığı ıslığı dinler, bazen de sokak lambasındaki karın süzülüşünü izlerdik. Yakıcı soğuğun tesiriyle, tınal sobalar iyice alevlenir, kestaneler kebap olur, soba üstünden rayihalar yayan portakal kabuğu en değme oda spreylerine taş çıkarırdı. Hayat zor, yaşam mücadelesi çetin ve fakat bir o kadar değerli ve anlamlıydı. Türkiye haritası evimizin duvarında asılı, Konya tahıl ambarı, Bursa şeftali yurduydu. Balın hası Doğu’dan, muz ve narenciye Mersin’den soframıza gelir, Manisa üzümüyle, Ankara armuduyla her yere nam salardı. Siirt el dokuma seccadesiyle, Maraş oymacılığıyla, Antep baklavasıyla, Giresun fındığıyla yurt bütçesine katkıda bulunurdu. Benim çocukluğumda radyo-televizyon kanalları yoktu, tek kanal vardı. Bizim evde televizyon zaten hiç yoktu. Renkli televizyon mahalleye, Sabiha Ablalardan “Merhaba!” dedi! Mahalle çocukları oraya akın etti, bense televizyonsuz büyüdüğüme hep şükrettim. Bütün eğlencemiz, spor yüklü oyunlardı. Bilgisayarın ismi işitilmemiş, atari rüyalarımıza bile girmemişti. Hayat tekdüze, yavan, ama derin ve verimliydi. Hislerimiz doludizgin, sevgilerimiz arı-duru ve soylu, giysilerimiz az ama hep tertemiz, oyuncaklarımız bezden püskülden… Belki her şeyimiz kırık döküktü… Peki, niye bu kadar içten ve derin, kıymetli ve saygındı çocukluğumuz? Nice ömür sürse de insan, çocukluğun masum bir tarafı mı kalıyor? Hatıralar anılınca, kalp bir başka mı çarpıyor? Ve insan kırkından sonra, “Geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer.” mi diyor? Bir de ‘heyhat’ mı ekliyor sonuna? İlişkiler menfaatli, alışveriş aldatmalı, kandiller telefon mesajlı, bayramlar tatil zamanı, komşuların selamlaşması zoraki ve bir manalı… Bereket kalmamış, hayâ hepten silinmiş, saygı, sevgiler azalmış, millî ve manevî değerlere ait birçok mukaddesatımız, değişmeyecek olan Anayasamız, sim sırmalı kılıflar içinde, evimizin başköşesinde, duvarlarımızın en ulaşılmaz yerinde, ne yazık ki boynu bükük bir şekilde… Çocukluğumuz kadar saf ve berrak manevî değerler; Umarım bir gün millî hayatımıza tekrar dönerler!
A. Tuba BÂKİLER SÜTDEDE
YazarBugün size bir tanıdığımdan söz etmek istiyorum. Onu, yaşayan bir tarih olarak değerlendirebiliriz. İhtilallerin, sıkıntıların, toplumsal buhranların süzgecinden geçmiş bir erdemli insan. Hani derler ...
Yazar: A. Tuba BÂKİLER SÜTDEDE
Bir gün, Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.)’in yanına azılı müşrik Ebu Cehil çıkagelir. Bir nazarıyla kışları bahar eden, varlığıyla el-Emîn olan, sohbetiyle güller derilen, susuşuyla ayrı bir asalet se...
Yazar: A. Tuba BÂKİLER SÜTDEDE
Yüce Rabbimiz Tekvir sûre-i celîlesinde kıyametin kopma ânını zihinlere o kadar dehşetli tablolarla çizer ki, hayal gücünüz oranında, birkaç fırça darbesiyle çizilen büyük bir tu...
Yazar: A. Tuba BÂKİLER SÜTDEDE
Ahmet Hoca umre arkadaşlarını Uhud Dağı’nın eteklerine getirmişti. Onlara Uhud Savaşı’nı, Okçular Tepesi’ni anlatacaktı. Ama öncesinde Ahmet Hoca Uhud Dağı’na uzun uzun baktıktan sonra şöyle bir soru...
Yazar: Sema KORKMAZ