Bir Derviş Şair Sultan: Sultan I. Ahmed
Osmanlı Devleti’nde şair padişahlar geleneğinin önemli bir halkası da “Bahtî” mahlasıyla şiirler yazan Sultan I. Ahmed’tir. Ama onu hem şahsiyeti hem de şairliği açısından özel kılan yanı ise aynı zamanda bir Hüdâyî muhibbi/dervişi olmasıdır. Çünkü bu durum, onun şiir tarzını anlamada ve anlatmada önemli bir özelliktir. Ama önce kısa özgeçmişine bakalım. Zira bu durum söz konusu olan ismin hem sultanlığını hem de şairliğini anlama açısından da önem arz etmektedir. Sultan I. Ahmed (1603-1617), çok erken denilebilecek bir yaşta henüz 14 yaşında iken padişah oldu. İlginç bir tevafuk ki saltanat süresi de bu kadar devam etti. Ama bu 14 yıl içinde yaptıkları ve geride bıraktığı şiirleri, onun Osmanlı’nın büyük sultanları arasına girmesini sağladı. Siyasî başarıları da mevcuttu ama sanat anlamında onun başarı hikâyesinin ilk müşahhas hadisesi; adıyla anılan camiinin banisi olmasıdır. Bugün İstanbul camileri denildiğinde akla ilk gelecek birkaç camiden biri olan Sultanahmed Camii, muhteşem bir külliye olarak Osmanlı mimarisinin en muhteşem eserlerinin başında gelmektedir. Hüdâyî Yolunda Şiir Söylemek Sultan I. Ahmed’le Aziz Mahmut Hüdâyî ismini birlikte düşünmemizi gerektiren mesele de işte tam da bu caminin açılışı esnasında yaşanır. Zira açılışta hutbeyi Aziz Mahmut Hüdâyî okur. Bu şu anlama gelmektedir: Derviş Sultan I. Ahmed, maneviyat sultanı olarak gördüğü Aziz Mahmut Hüdâyî’ye hutbe okutarak hem ona saygısını hem de nasıl bir zatın çevresinde/yanında olduğunu ahaliye gösteriyordu. Bu durum şüphesiz Aziz Mahmut Hüdâyî’nin halk nezdinde var olan itibarını daha da artırmak gibi bir netice de doğuruyordu. Tabi ki bu bir gösteriş meselesi değil, kendinin konumlandığı yeri ortaya koymak meselesiydi. Bir sultanın bir maneviyat sultanı ile birlikteliğinde şiir anlamında da etkili olacaktı elbette. Zira Aziz Mahmut Hüdâyî de şiirler söylemekteydi. Üstelik bu şiirler Türkçe bir söyleyişe sahipti. Sultan, aldığı iyi eğitim sayesinde devrin itibarlı dilleri olan Arapça ve Farsçaya vakıf olmasına rağmen şeyhinin şiir tarzında yazmayı da kendine şiar edinmişti. Sultan I. Ahmed mesela bir Fatih, Kanûnî ayarında şair değildi ama bu yalın Türkçe söyleme tarzı, imparatorluk şiirinin genel vasıfları düşünüldüğünde farklı bir önem taşımaktaydı. Bu yolla tasavvufî şiir geleneği bir ivme kazanıyor, hem Hüdâyî’nin hem de dervişi sultanın tasavvuf neşveli şiirleri daha bir yüksek alakaya mazhar oluyordu. Yine bu tarz şiirlerin besteye elverişli olması bunların daha geniş kitlelere ulaşmasını da sağlamaktaydı. Bir Naat Örneği Sultan I. Ahmed bu tarzda bazen de Divan geleneğine uygun olarak yazdığı şiirlerle bir divan oluşturacak şiir toplamına ulaştı. Bunlardan bazıları epeyce bir hüsn-ü kabul görerek günümüzde dahi değerini koruyan şiirler haline geldi. Mesela bunlardan biri Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’in ayak izini içeren bir kutsal emanet karşısında söylediği: N’ola tâcım gibi başımda götürsem daim Kademi nakşını o hazret-i şâh-ı rusulün Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün şeklindeki şiiridir. Şair burada “O peygamberler sultanının ayağının nakşını, tacım gibi daima başımda taşısam ne olur? Zira bu ayağın sahibi, peygamberlik bahçesinin gülüdür. Ey Ahmed durma o gülün ayağına yüzünü sür.” diyerek Hz. Peygamber (s.a.v.)’e duyduğu derin muhabbet ve hürmeti ortaya koyar. Yine onun dünya sultanlığını değil mana sultanlığını istediğini anlatan şu murabbasının şu bendi de önem taşır: Bana zâhirde ettin bunca ihsân Müyesser eyledin mülk-i Süleymân Olupdur aşkın ile pür, dil ü cân Beni kıl âlem-i ma’nâda sultân. Saltanat sahibi bir sultanın “Ey Allah’ım, bana görünüşte, maddî âlemde birçok dünyalık ihsanda bulundun, bana Süleyman mülkünü bağışladın. Fakat benim için bunlar önemli değil. Benim gönlümde senin aşkın var. Senin rızanı kazanma arzusu var. Ben maddî ve fânî âlemin sultanlığını istemiyorum; ben senden maneviyat âleminin sultanlığını talep ediyorum.” demesi onun zihniyet dünyasını ortaya koyan önemli bir örnektir. En Meşhur Şiiri Sultan I. Ahmed’in kaleme aldığı en meşhur ve en güzel şiiri ise “Dil hânesi pür-nûr olur” mısraıyla başlayan şiiridir. Sultan Ahmed, bu şiirini, maneviyat hocası Aziz Mahmut Hüdâyî’nin bir münacatına nazire olarak kaleme almıştır. Dolayısıyla bu manzume de bir münacattır. Şiirin Neyzen Osman tarafından Hicaz makamında yapılan bestesi halk tarafından da çok beğenilmiş ve hafızadan hafızaya aktarılarak günümüze kadar ulaşmıştır. Bu manzumeyi önemli kılan bir husus da, onun bir nasihat ve hikmet şiiri olmasıdır. Muhtevanın didaktikliği çoğu zaman şiirdeki lirizmin yok olmasına sebep olur ama burada lirizmle didaktizm çok başarılı bir şekilde mezcedilmiş, böylece hem söyleyiş hem de mana değeri yüksek bir şiir ortaya çıkmıştır. Şiir, Yunus Emre ile başlayan gönül şiirleri geleneğinin bir örneği olarak da okunabilecek sadelikte ve güzelliktedir. Hele şairin Türkçeyi kullanma becerisi her türlü takdirin üzerindedir. Böyle olması da doğaldır. Zira örnek aldığı Hüdâyî’nin şiiri de Yunus geleneğinin özelliklerini taşımaktadır. Şiir şöyle başlar: Dil hânesi pür-nûr olur Envâr-ı zikrullah ile İklîm-i ten ma’mûr olur Mi’mâr-ı zikrullâh ile. “Gönül hanesi Allah’ı anmakla nurla dolar. Ten (beden) ülkesi zikirle mamur hale gelir.” Anlamına gelen bu dörtlük referans olarak elbette “Kuşkusuz, kalpler Allah’ı zikretmekle tatmin olur.” (13/Ra’d, 28) ayetini esas almaktadır. Şiirin diğer bölümleri de yine zikrin doğuracağı müspet neticeleri dile getirir. Her müşkil iş âsân olur Derd-i dile dermân olur Cânın içinde cân olur Esrâr-ı zikrullâh ile. Şiir “zikrullah”ı bütün mana ve boyutlarıyla okuyucuya telkin ve tebliğ eder. Hem zikrin faydalarından söz eder hem de bu faydalardan istifade etmiş biri olarak zikir davetinde bulunur. Bunun müşahhas halini ise zikir meclislerinin tasvirini yaparak göstermek ister. Bahtî sana ikrâr eder Tevhîdini tekrâr eder İhlâsını iş’âr eder Eş’âr-ı zikrullâh ile. şeklinde yer alan son dörtlükte ise şair, Allah’a şöyle seslenir: “Ey Allah’ım, Bahtî bütün bu düşüncelerini sana söyler. Zikir olarak tevhidini (lâ-ilâhe illallâh) tekrar eder. İşte bu zikir şiirleriyle ihlâsını ve samimiyetini sana sunmak ister.” Neden “Bahtî” Mahlasını Aldı? Örnek olarak verdiğimiz şiirde de şair “Bahtî” mahlasını kullanır. Aslında bunun da bir hikâyesi, gerekçesi vardır. Bu kelime “bahtı, tâlihi açık” anlamına gelmektedir. Ayrıca bu ismin harflerinin ebced hesabıyla toplamı, padişahın tahta geçiş senesine karşılık gelmektedir. Fakat asıl anlamlı hikâye ise hizmetinde bulunan Yusuf Ağa’nın anlattığı şu anekdottur: “Padişah abdest alırken, suyu ben dökerdim. Sultan, en soğuk kış günlerinde bile soğuk su ile abdest almak isterdi. Bir gün suyu dökeceğim sırada Padişah, ‘Ayaklarım hamal ayağı gibi çok büyük değil mi?’ diyerek latife yaptı. Ben de bunun üzerine: ‘Padişah’ım! Meşhur meseldir, ayağı büyük olanın bahtı açık olurmuş…’ deyince Padişah: ‘Belî, bilirüm. Bahtî mahlasını ol sebepten aldım.” diyerek gülerek karşılık verdi.” İşte mahlasını böyle bir hadiseden alan Sultan I. Ahmed, Divan sahibi bir sultan olarak edebiyat tarihine de geçmiştir. Divanında 5 münâcât, 1 naat, 1 terci-i bend, 17 gazel, 36 kıta, 3 şarkı, 4 beyit, 2 tarih manzumesi, 9 küçük manzume bulunmaktadır. Sözü onun ilim ve irfan öğrenmeyi, hüner sahibi olmayı öğütleyen şu gazeliyle bitirelim: Gel kemal-i marifet öğren dilersen izz ü baht Muteber olur ne denlü meyvedar olsa dıraht, Kim ki tahsil itmedi dünyada ilm ü marifet Şol hünersiz esbe benzer kim urulmaz zeyn ü rant, Âlim ol kim âlemün ahvali malûmun ola Olmayınca kuvvet-i bâzû çekilmez kavs-i saht, Padişah oldur kim tacın ilm ile tahtın kemâl Şeh değildür itmeyen ilm ü kemali tac u taht Tac u tahta lâyık a’mal ola kârın her zaman Bahtiyâ çün kim nasîb oldu sana bu izz ü baht. Şair diyor ki; “Kıymet ve baht sahibi olmak istersen, gel, ilim ve irfan öğren. Ağacın meyvesi ne kadar çoksa, değeri o kadar artar. Dünyada kim ilim ve irfan tahsil etmediyse o hünersiz bir ata benzer ki ona eyer vurulmaz. Âlim ona derler ki âlemin hallerini bile, kolda kuvvet olmayınca katı yay çekilemez. Padişah ancak tacı ilim, tahtı olgunluk olana derler. İlmi tac, olgunluğu taht eylemeyen, padişah değildir. Mademki sana bahtın saltanat nasib etti, Ey Bahtî, öyleyse her işini bu taht ve taca lâyık şekilde yani ilim ve irfanla yap.”
Mustafa ÖZÇELİK
YazarAşk, muhabbet, bir kâl (söz) meselesi değil bir hâl (yaşama, hissetme) meselesidir. Hâli söze dönüştürmek ise nerdeyse imkânsızdır. Zira büyüklerin dediği gibi “Bilen söylemez, söyleyen ise bilmez.” N...
Yazar: Mustafa ÖZÇELİK
Osmanlı Sultanları Osman Gazi’den itibaren bir yandan küçük bir beyliği bir cihan devleti haline getirmek için sınırlarını genişletirken bir yandan da şiirin tesirli diliyle hem Türkçenin anlam ve anl...
Yazar: Mustafa ÖZÇELİK
Vuslat, dervişin miracıdır. Fakat bu kendiliğinden gerçekleşmez. Bir disiplin içinde yapılacak bir mücahede ile gerçekleşebilir ancak. Tasavvufi literatür, bu durumu “seyr u sülûk” kavramıyla izah ede...
Yazar: Mustafa ÖZÇELİK
Savaş Meydanlarından Şiir Meclislerine Osmanlı’da “şair sultanlar” geleneğinin önemli bir ismi de “Selimî” mahlasıyla şiirler yazan “Yavuz” lakaplı Sultan 1. Selim’dir. O da atalarından pek çok isim ...
Yazar: Mustafa ÖZÇELİK