BİLGİ VE BİLGİNİN DEĞERİ
Her bilgi her yerde geçmez. Şayet denizdeysen gramer bilmenin sana hiçbir yararı yok. Diğer taraftan bilgi bir varlık iddiasıdır¸ oysa denizde olana varlık değil¸ yok olma bilgisi lazım. Nasıl ki su önce öldürür sonra ölüyü başında taşırsa¸ sen de ölü gibi ol ki su seni taşısın. Yoksa kendi bilgi ve kabiliyetine güvenen kişinin bu deryadan kurtulması zor.
Fikr odur ki insana bir yol açsın
Yol odur ki oradan bir şah geçsin
Hazreti Mevlânâ'nın insanları bilgilerine göre sınıflandırmaktadır. Ancak bu bilgi nasıl bir bilgidir? Günümüzdeki bilgi anlayışıyla ne kadar benzeşir? Şimdi bu suallerin cevabını birlikte arayalım. Günümüzde amacı ve kullanım alanı düşünülmeksizin bilginin zati bir değer olarak yüceltildiğine şahit oluyoruz. Çağımıza verdiğimiz "Bilgi Çağı" isimlendirmesi de bir durum tespiti olduğu kadar bu yüceltmenin de ifadesi. Oysa İslâm kültüründe her şeye olduğu gibi bilgiye de daha çok amacına ve yaradığı işe göre bir değer biçilmiştir. Bu kabule göre bilginin de işe yarayanı var yaramayanı var. Nitekim yukarıya aldığımız veciz beytinde Hz. Mevlânâ böyle bir tespitte bulunuyor ve mealen şöyle diyor: "İnsana bir çıkış yolu göstermeyen fikri¸ bilgiyi¸ ilmi ne yapayım ben! Bilgi ve fikir bir işe yaramalı ki değeri olsun. Diğer taraftan bir fikrin ve bilginin değeri gördüğü hüsn-i kabulle de ölçülür. Bilginin açtığı yoldan bir padişah geçmeli ki o bilginin değeri belgelenmiş olsun." Şimdi bu fikirlere tercüman olan hikâyemizi aktaralım:
Filozof ve Bedevi
"Bedevinin biri buğdayını devesine yüklemiş¸ kendisi de üstüne oturmuş gidiyordu. Yolu üzerinde yaya gitmekte olan bir bilginle karşılaştı. Konuşarak bir müddet birlikte yürüdüler. Önce bilgin bedeviye kim olduğunu¸ nereden gelip nereye gittiğini ve çuvallarda ne taşıdığını sordu. Bedevi iki çuvalın birinde buğday¸ diğerinde kum taşıdığını söyledi. Bilgin¸ bunun sebebini sorunca beriki açıkladı:
- Tek çuval devenin sırtında durmaz¸ kayar. Kum çuvalı öbürünü dengelemek içindir.
Bilgin:
- İyi ama böyle yapmakla devenin yükünü boş yere iki katına çıkarmışsın. Kum çuvalını boşaltıp buğdayı iki çuvala bölsen daha iyi değil mi? dedi.
- Bedevi bu aklı pek beğendi ve yol arkadaşının çok bilgili biri olduğunu anladı.
- Aferin dedi¸ ne güzel aklın var. Ben bin yıl düşünsem bunu bulamazdım.
Sonra onu devesine bindirdi ve:
- Şimdi sen de bana kendini anlat¸ dedi. Niçin böyle yaya ve arkadaşsız kalmışsın... Bu kadar bilgili ve akıllı olduğuna göre ya bey olmalısın ya vezir?
Beriki;
- Ne beyi¸ ne veziri birader¸ dedi¸ halim kıyafetim ortada değil mi?
Bedevi bu sefer onun varlıklı biri olduğunu düşündü; kaç devesi ve keçisi olduğunu sordu; dükkândan¸ paradan puldan söz açtı. Fakat bedevi her ne sorduysa bilgin hepsine hayır cevabı verdi ve dedi ki:
- O senin söylediklerinden hiçbirine sahip değilim. Gördüğün gibi yayan yapıldak dolaşan yoksul bir gezginim ben. Oradan oraya dolaşır¸ kim bir kap yemek verirse onun kapısında yatarım. Hâsılı senin o kadar beğendiğin bunca bilgi ve hikmetten benim elime geçen baş ağrısından başka bir şey değil. Bunun üzerine bedevi onu hemen devesinden indirdi ve şöyle dedi:
- O halde tez yanımdan uzaklaş. Aklın da senin olsun¸ bilgin de! Sırtını giydirip¸ karnını doyuramayan o bilginin bana hiç lüzumu yok. Varsın bu cahil aklım kumla buğdayı denk etmeye devam etsin. Değil mi ki işlerimi görmeme yetiyor¸ bu aptallık ve bilgisizlik bana mübarektir."
Bir Hatıra
Şimdi de Hazret-i Mevlânâ'nın bu hikâyesinin bana hatırlattığı talebelik yıllarıma ait küçük bir hatıramı paylaşayım. Efendim¸ yıl 1976¸ yer İstanbul Edebiyat Fakültesi. Tesadüfen aynı yıllarda okuyan bir okuyucu çıkarsa hatırlayacaktır; o yıllarda öğle yemeği olmak üzere öğrenciye naylon poşet içinde kumanya veriliyor
Poşetin içinde çeyrek ekmek¸ yumurta¸ peynir gibi öğrencinin her gün yemekten gına getirdiği kuru şeyler var. Dolayısıyla yarısı yeniyor¸ yarısı çöpe gidiyor. Neticede her yemek sonrası koridordaki kapaklı büyük çöp bidonları yemek artıklarıyla dolup taşıyor. Bir gün çöp kovalarını karıştırıp yemek artıklarını toplayan yaşlıca bir adam dikkatimi çekti. Dökülen üstü başına nazaran herhangi bir sokak dilencisine benzemekte ama bir dilencinin fakülte koridorunda ne işi var? Bu çöp karıştırma işi sonraki günlerde de devam edince adamcağızı merak etmeye başladım. Meğer efendim¸ bizim çöpçü bu koridorların neredeyse 40 senedir aşina olduğu kıdemli bir talebe imiş. Bir bölümü bitirince diğerine yazılmak suretiyle şimdiye kadar 10 tane bölüm bitirmiş ve son olarak da Felsefe tahsil ediyormuş. Şimdi bu ilim aşkını ve gayreti takdir mi etmeli¸ yoksa herkesin tek diplomayla aş¸ eş ve iş sahibi olduğu bu dünyada onun bunca diplomayla karnını bile doyuramamasına acımalı mı? Yukarıda naklettiğimiz hikâyenin bakış açısıyla bizim yaşlı talebe daha çok acınmaya layık görünüyor. Zira Hz. Mevlânâ metnin başına aldığımız beytinde de ifade ettiği üzere bilginin pratik olanına¸ işe yarayanına¸ yol açanına değer veriyor. Sadece kitabî olan ve kullanılamayan bilgiyi küçümsüyor. Şimdi de işe yaramayan bilgiye örnek olarak da aşağıdaki meşhur hikâyeyi nakledelim:
Gramerci-Gemici:
Kibirli bir lisan âlimi bir gemiye binmiş ve gemiciye dönüp:
- Sen hiç nahiv okudun mu arkadaş¸ diye sormuş.
Beriki; hayır¸ deyince aşağılayıcı bir üslupla:
- Vah¸ vah! Ömrünün yarısı boşa gitmiş dostum¸ demiş. Gemici üzülmüş ama sabredip susmuş. Bir müddet sonra fırtına çıkmış ve girdaba yakalanan gemi batmaya başlamış. Kaptan can telaşına düşen dil âlime:
- Hey nahivci¸ demiş¸ sen yüzme biliyor musun?
Beriki; hayır¸ cevabını vermiş. Bunu üzerine gemici:
- Desene¸ demiş. Şimdi senin de ömrünün tamamı gitti.
Hz. Mevlânâ bu hikâyeden birden fazla ahlâki sonuç çıkarıyor. Ezcümle demek istiyor ki; her bilgi her yerde geçmez. Şayet denizdeysen gramer bilmenin sana hiçbir yararı yok. Diğer taraftan bilgi bir varlık iddiasıdır¸ oysa denizde olana varlık değil¸ yok olma bilgisi lazım. Nasıl ki su önce öldürür sonra ölüyü başında taşırsa¸ sen de ölü gibi ol ki su seni taşısın. Yoksa kendi bilgi ve kabiliyetine güvenen kişinin bu deryadan kurtulması zor.
Gerçek Bilgi ve Fil Tarifi
Çok zaman bilgi dediğimizde insanın beş duyu ile kavradığı ve elde ettiği şeyleri kastederiz. Hâlbuki bu tür bir bilgi¸ bilgi araçlarının yetersizliği dolayısıyla eksik ve yanıltıcıdır. Diğer taraftan her insan gerçeğin sadece belli bir tarafını görür ve onu hakikatin ta kendisi sanır. Sezai Karakaoç'un benzetmesiyle; gerçek¸ 7 cephesi olan bir ehram gibidir; her insan ehramın sadece kendisine bakan yüzünü görebilir. Hz. Mevlânâ bu durumu birçok vesileyle tekrar edilen o meşhur fil benzetmesiyle açıklar. Efendim özetle hikâye şu:
"Bir padişaha hediye olarak Hindistan'dan bir fil gelmişti. Onu sarayın ahırına koydular. Hayatlarında hiç fil görmemiş insanlar onu görmeye geldiler ama ahır karanlıktı. Biri fikir edinmek için ellerini uzattığında filin hortumunu yakaladı. Adam hortumu yokladı¸ eğdi büktü ve arkadaşlarına:
-Bu fil içi boş yumuşak bir boruya benziyor¸ dedi.
Bir diğeri filin kulağını tutmuştu¸ onu kadife gibi kalın ve yumuşak bir yelpazeye benzetti. Başka bir adam filin ayağını yokladı ve onun kalın bir sütun olduğunu sandı. Geniş sırtına elini değdiren bir diğeri filin bir taht olduğunu düşündü. Böylece her biri kendi zanlarınca bir fil tarifi yaptılar."
Benzetmesinin sonunda Mevlânâ şöyle der: "Bu adamların ellerinde bir mum olsaydı¸ filin nasıl bir şey olduğunu herkes görürdü de aralarındaki ihtilaf ortadan kalkardı."
Yukarıdaki benzetme birçok yönden tefsire müsait. Bir kere bütün fil tarifleri hem doğru hem yanlış... Parça olarak doğru olan şey onun bütün sanılmasıyla yanlışa dönüyor. Fil benzetmesi bize herhangi bir konuda sabit fikirli olmamamız¸ bizden başkalarının da gerçeğin başka bir parçasıyla yüz yüze gelebilecekleri ihtimalini hatırda tutmamızı ihtar ediyor. Peki ama ahır karanlık olmasaydı ya da bir mumla aydınlatılsaydı gözümüzün gördüğü varlık¸ yani bütün o parçaların bir araya gelmesiyle oluşan şey acaba yine bizatihi filin kendisi olur muydu? İşte bu noktada Hz. Mevlânâ -burada izahı yersiz olan- bilgi felsefesi ile ilgili bir probleme geçiyor ve duyu organlarıyla kavranan bilginin hiçbir zaman mutlak bilgi olamayacağını belirtiyor: "Aslında bu baş gözü de bir nevi avuca benzer. Avucun bütün fili kuşatmasının imkânsızlığı gibi göz de hakikati kuşatamaz." Peki ama duyu organlarının ve aklın verdiği bilgi mutlak değilse mutlak bilgi nerede ve bu bilgi hangi vasıtayla elde edilir? İşte burada sufilerin sıkça bahsettiği¸ kalbe ihsan olunan ilahi bir hediye olarak irfanî bilgi devreye girmektedir. Bundan daha gerçek olanı ise vahye dayalı bilgilerdir.
Halkın Bilgisi ve Gerçek Bilgi
Meseleye yukarıdaki zaviyeden bakan Hz. Mevlânâ'ya göre insan olgunluğu nisbetinde gerçek bilgiye yaklaşır. Dünya bir oyun ve eğlence yeri olduğu gibi bu oyuna dalan dünya halkının ekserisi de manen çocukturlar. Sanki çubuk atlara binmiş çocuklar gibi onların savaşları da barışları da asılsızdır¸ bir değer taşımaz. Aynı şekilde bilgileri oyunla¸ eğlenceyle ilgili çocukça bilgilerdir. Manen ergen olanların bilgisi ise Ledün bilgisidir. Bu tür bilgi vehbidir¸ aniden ve bir lutuf olarak verilir.
Aslında halkın yüksek bilgi ve sırları bilmemesinde de bir hayır vardır. Nasıl mı? Önce bu konudaki beyitlere bakalım¸ sonra üzerinde düşünelim:
Tıfl-râ ger nân dehi ber-cây-ı şîr
Tıfl-ı miskin-râ ez-ân nân mürdegir
Çünkü dendânha ber-âred ba'd-ez-ân
Hem be-hod talib şeved ân tıfl nân
Meali şu: "Eğer çocuğa süt yerine ekmek verirsen ona iyilik etmiş olmazsın; çünkü ekmek henüz onu yiyecek durumda olmayan zavallı çocuğu öldürür. Ama ne zaman ki dişleri çıkar¸ çocuk kendiliğinden ekmek istemeye başlar." Demek ki yavruya sütten başka bir şey verilemeyeceği gibi olgunluk bakımından çocuk hükmünde olanlara da yüksek bilgiler verilemez. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) "İnsanlarla konuşurken kendi seviyelerine/kapasitelerine göre ve anlayabileceği bir dille konuşunuz." buyurmuştur. Onun varisleri de bu tavsiyeye uymuşlar¸ ana kuşun yemeği önce kendi kursağında eritip yavruya kay haline getirerek vermesine benzer tarzda hazmedilmiş bilgileri aktarmışlardır.
Bilgi ile kalın efendim
Cihan OKUYUCU
YazarOsmanlı padişahlarının onuncusu, 89. İslâm halifesi olan ve “Muhteşem Süleyman” olarak anılan Kanûnî Sultan Süleyman 1494 (bir rivayete göre ise 1495)’te, babası Yavuz Sultan Selim’in sancakbeyi (vali...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Tefsir, hadis ve fıkıh âlimi. Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’in bacanağı, Şeyh Edebali’nin hemşehrisidir. Doğum tarihi bilinmemektedir. Sultan Orhan devrinde vefat etti. Karamanlı olan Durs...
Yazar: Muammer YILMAZ
Beşerin hayranlığı bir yana bizzat Cenâb-ı Hak seni beğendi ve övdü. O övdükten sonra farzımuhal bütün beşeriyet seni zemmetse şanına halel mi gelir? Ey Ahmed¸ Ey Mahmûd ve Ey Muhammed! Senin diğer is...
Yazar: Cihan OKUYUCU
"Hz. Mevlânâ gözümüzün önünde uzun bir insanlık merdiveni canlandırıyor. Bu öyle bir merdiven ki¸ bir başı meleklerin bile üzerinde. Buna karşılık alt kısmı¸ hayvanlardan bile daha...
Yazar: Cihan OKUYUCU