BAYRAMLAR TATİL GÜNLERİ DEĞİLDİR
“Âileler arasındaki bağların zayıflaması hâlinde¸ şehirlerin büyümesi¸ an'anevî komşuluk münâsebetlerinin zayıflaması¸ hattâ sönmesi¸ hayat şartlarının zorlaşması¸ meşgalenin artması¸ refah seviyesinin yükselmesi ve daha çok çalışmayı gerektirmesi birer sebeb sayılabilir ise de¸ bunlar vazîfenin ifâsını güçleştirip belki biraz da seyrekleştirebilirler; yoksa terkine sebeb olamazlar.”
“Âileler arasındaki bağların zayıflaması hâlinde¸ şehirlerin büyümesi¸ an'anevî komşuluk münâsebetlerinin zayıflaması¸ hattâ sönmesi¸ hayat şartlarının zorlaşması¸ meşgalenin artması¸ refah seviyesinin yükselmesi ve daha çok çalışmayı gerektirmesi birer sebeb sayılabilir ise de¸ bunlar vazîfenin ifâsını güçleştirip belki biraz da seyrekleştirebilirler; yoksa terkine sebeb olamazlar.”
"Cemiyetlerin temeli âiledir" veyâ "cemiyetler âilelerden teşekkül eder" sözleri muhakkak ki lâf olsun diye söylenmemiştir. Bu sözlerin mânâsı: Âilelerin cemiyet (millet mânâsında anlamak lâzım gelir) olabilmesi için¸ aralarında bir takım birlik-berâberlik ve uyum mevzuları olması gerekir¸ demektir. Biribirinden habersiz¸ irtibatsız ve ilgisiz; biribirlerinin dertleri ile dertlenmeyen¸ sevinçlerine ortak olmayan âileler¸ bir cemiyeti (milleti) değil¸ bir halk topluluğunu meydana getirebilirler. Millet ile halk topluluğunu biribirinden ayırt etmek ve aralarındaki farkları fark edebilmek gerekir. Halk topluluklarında hâkim düşünceler menfaat ve nemelâzımcılıktır. Bunları meşhur tâbirlerimizle ifâde etmek istersek: "gemisini kurtaran kaptan"¸ "bana dokunmayan yılan bin yaşasın"… tabirlerini gösterebiliriz.
Böylece topluluklardaki âileler¸ artık "sevinçte ve tasada ortak" değildirler. Konu-komşu¸ akraba-dindaş¸ Vatan-Millet… hakkı¸ onları ilgilendiren konular olmaktan çıkmıştır.
Son zamanlarda nispetini giderek artıran "ahlâk erozyonu"nun¸ yıkımlarına mâruz kalan milletimiz¸ her geçen gün biraz daha büyük nisbetlerde¸ yukarıdaki menfî vasıflara sâhip olarak¸ halk toplulukları hâline sürüklenmektedir. Bu durumun¸ başta anarşi olmak üzere¸ belirtileri pek fazla bulunmaktadır. Bunların içinden birinden¸ bayramlar vesîlesi ile sergileneninden bahis etmek istiyoruz:
Bayramlar¸ sevineceğimiz¸ biribirimizle kaynaşacağımız¸ millet olarak varlığımızı sürdürebilmek için güç alacağımız mutlu ve kutlu günlerimizdir. Ama bugün¸ her bayramdan bir evvelkine nazaran¸ büyük bir yoğunlukla artan bir kısım vatandaşımız¸ bayramların mânâ ve mâhiyetini hiç düşünmemekte ve onları birer tâtil günü olarak değerlendirmektedir. Bu hâlin mahzurları¸ husûsiyle dinî bayramlarımız bakımından¸ milleti teşkil eden âileler¸ dolayısıyla millet hesâbına son derece üzücü ve tehlikelidir.
1930'lu - 40'lı yıllardaki çocukluğumuzda âileler¸ milleti meydana getiren üniteler olduğunu gösterir bir yaşayış içinde olurlar¸ biribirleri ile yakından ve candan ilgilenirler¸ acılarına ve sevinçlerine ortak olurlar¸ yardımlaşırlar; birbirlerine¸ örf ve âdetin¸ din ve nezâketin gerektirdiği şekilde muâmele ederlerdi. Diğerleri gibi¸ bizim âile de çoluk-çocuk¸ hep birlikte¸ sık sık akrabâ ve komşuları ziyâret eder¸ yakın akrabâ ve dostlara senede en az bir gün yemekli gider¸ onlar da bize gelirlerdi. Yemekli ziyâretlerde¸ kadın ve çocuklar gündüzden giderler¸ erkekler de iş dönüşü -akşama yakın- gelirlerdi. Âileler arasındaki münâsebetler çocuklarla birlikte sürdürüldüğü için¸ çocuklar da nasıl görürler ise öyle alışırlardı. Yakın komşular (ana-baba komşuluğu) arasındaki samîmiyet ve dayanışma¸ en yakın akrabâlar arasındakinden de ileri idi.
Şimdi bakıyoruz¸ herkes kendi âleminde ve sâdece kendini düşünmekte… Akrab⸠eş-dost ziyâretleri ortadan kalkmış¸ yapılabilenler de nerede ise birlikte televizyon seyretmek için bir araya gelme hâline dönüşmüş¸ ziyâret vazîfesini ifâ için elde sadece iki bayram (Kurban ve Ramazan) vesilesi kalmış…
Bir kısım vatandaşımız¸ ziyâret ve yakınlaşma vesîlesi bu iki Bayrama bile gönülsüz katılmakta ve katlanmakta !. Bayramlardan içtimâî istifâdeyi ihmâl eden âilelerin çocukları ise¸ akrabalarını ve âile dostlarını tanımıyorlar bile. Bunun mânâsı¸ âilenin akrabâları ile irtibatı kesilmiş¸ akrabâ derecesindeki dostlara sâhip olamamış demektir.
Şimdi de -yukarıda belirttiğimiz gibi- bayramları tâtil günü kabul edenler türedi !. Bunlar¸ arefe gününden¸ mevsimine göre câzip bölgelerimize geziye çıkmakta; ziyâret borcunu yerine getirmediği gibi¸ kendini ziyârete gelenleri de kapıda bırakmaktadırlar. Böylece¸ sâdece senede iki defâ mecburî (!) görüşmeyi de ortadan kaldırınca¸ geriye akrabâ ve dostları unutmak kalmaktadır. Bu hâl başlangıçta¸ umumiyetle okumuş¸ doktor¸ mühendiş avukat ve benzeri serbest meslek sâhibi ve varlıklı âilelerde görülmekte iken¸ şimdi cemiyetin her kesimine yayılmış¸ her geçen gün de genişlemeye devam etmektedir. Maddî imkânlarının bol olması¸ çoğu zaman altlarında hususî vâsıtaları bulunması bir nevî teşvik vesîlesi olmakta ise de¸ meselenin asıl illeti¸ okumuş ve varlıklı âilelerde mânevî bağ ve duyguların diğerlerine nazaran daha kolay azalması ve bunların¸ varlıklarını sâdece kendi nefisleri için harcamak meyil ve istekleridir. Bu hâl malî durumunu düzelten sıradan vatandaşların katılımı ile daha da genişlemektedir. Son zamanlarda sevinilecek taraf ise¸ münevver tabakanın¸ kendine dönmekte¸ bayramlara gereken önemi vermekte ve bayramların hakkına riâyet etmekte olmalarıdır.
Bir kısım vatandaşı¸ eşi¸ dostu¸ akrabâyı bırakıp tâtile gitmelerine teşvik eden sebebler de yok değildir. Bayramların arefesinde basın yayın organlarında memleket büyüklerinin bayram tâtillerini nerelerde geçireceklerine dâir haberler vatandaşı da tâtilciliğe teşvik etmekte¸ devlet büyüklerini taklit ettirmektedir. Cumhurbaşkanının¸ kabine üyelerinin¸ parti liderlerinin¸ meclis idârecilerinin bayramda tâtillerini nerelerde geçirecekleri sıralanmakta¸ bir bakıma vatandaşa örnek olarak sunulmaktadır. Devlet büyükleri böyle örnek olurlarsa vatandaşa da tâtilciliği çok görmemek gerekmektedir.
Âileler arasındaki bağların zayıflaması hâlinde¸ şehirlerin büyümesi¸ an'anevî komşuluk münâsebetlerinin zayıflaması¸ hattâ sönmesi¸ hayat şartlarının zorlaşması¸ meşgalenin artması¸ refah seviyesinin yükselmesi ve daha çok çalışmayı gerektirmesi birer sebeb sayılabilir ise de¸ bunlar vazîfenin ifâsını güçleştirip belki biraz da seyrekleştirebilirler; yoksa terkine sebeb olamazlar. Asıl sebeb¸ dinî ve mânevî duygu ve inanışların zayıflaması¸ bir kısım vatandaşın da bunlardan tamâmen sıyrılmasıdır. Bu felaketin telâfisi için alınması gereken tedbirlerin başında da mekteplerde¸ talebeyi asgarî hadden Müslüman yapacak din tedrisatının yapılması olsa gerektir.
Nevzat TÜRKTEN
YazarHer ilim dalı ‘hoca-talebe’ münasebetinin zorunlu olduğu süreçlere şahitlik eder. Örneğin bir ustanın dizinin dibine oturmadan usta bir marangoz olunmayacağı gibi bir kimsenin alanında uzman bir hocan...
Yazar: Fatih ÇINAR
Millî şairlerimizden Orhan Şaik Gökyay’ın “Bu Vatan Kimin” adlı şiirinden iki dörtlükle yazımıza başlayalım. Bu vatan toprağın kara bağrında Sıradağlar gibi duranlarındır, Bir tarih boyunca onun ...
Yazar: Sırrı ER
Yavuz Sultan Selim’in kısa süren saltanatından sonra Osmanlı Devleti’nin başına geçen oğlu Kanûnî Sultan Süleyman da babası ve dedeleri gibi tasavvufa meyilli bir padişahtı. Hatta o tasavvufa meyli ba...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Yavaşça gözlerini açtı. Nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Son hatırladığı şey zıplarken bir tele takıldığı ve karnının çok acıdığı idi. Ne kadar çabalasa da o telden kurtulamamış bitap düşmüştü. ...
Yazar: Emine Yılmaz DERECİ