BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ (K.S.)
Yazarlar: Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK Adı Tayfur bin İsâ, künyesi Ebû Yezîd ve nisbesi el-Bistâmî olarak bilinen Ebû Yezîd Tayfur b. İsa Sürûşân el-Bistâmî İran’ın Horasan eyaletinde Bistâm kasabasında doğmuştur. Dindarlığı ile tanınan babası İsa Bistâm’ın ileri gelenlerinden, iyi bir Müslüman ve saygın bir insandır. Annesi de son derece saliha bir hatundur. Sultânü’l-Ârifîn Pir-i Bistâm ve Bâyezîd (Ebu Yezîd) diye meşhur olmuştur. Mezhebi Hanefî, tarikatı Sıddıkî, Hz. Ebû Bekir (r.a.) vasıtasıyla devam eden altın silsilenin İmam Cafer Sâdık’tan sonraki halkasını oluşturan Bistâmî, Ahmed b. Hadraveyh Yahya b. Muâz ve Ebu Hafs Haddâd ile çağdaş, Şakik Belhî, Zünnûn-ı Mısrî ile dost ve arkadaştır. O kendini tümüyle zühd yoluna vermeden önce fıkıh dersleri vermektedir. Kuşeyrî onun vefatından kısa bir süre önce hıfzını tamamladığından bahsetmektedir. Bâyezîd-i Bistâmî’nin boyu uzun, bedeni zayıf, yüzü beyaz, sakalı ak ve seyrek, gözleri çukurca idi. Hz. Ebû Bekir (r.a.)’e çok benzerdi. Âriflerin sultanı ve muhakkiklerin serdarı idi. Bâyezîd-i Bistâmî’ye zühdünün ve sülûkünün başlangıcı hakkında sorulduğunda, o şu cevabı vermiştir: “Zühdün bir tek menzili yoktur ki, bir tek cevap vereyim, Çünkü ben zühdde üç gün kaldım, dördüncü gün zühdden çıktım. İlk gün dünya ve dünyada olan şeylere karşı zâhid/ilgisiz oldum. İkinci gün, âhirete ve orada bulunan şeylere karşı zâhid oldum. Üçüncü gün Allah (c.c.)’tan başka ne varsa hepsine karşı zâhid oldum. Dördüncü gün olunca Allah (c.c.)’tan başka bir şey kalmadı. İlâhî aşk beni şaşkına döndürdü. O zaman hatiften gelen bir sesin bana; ‘Ey Bâyezîd, bizimle birlikte bulunmaya takatin yetmez.’ dediğini işittim ve maksadım işte bu idi, dedim. Aynı ses bu sefer; ‘Maksadına eriştin, istediğini buldun.’, diye hitap etti.” Dolayısıyla onun tasavvuf ve zühde koyulması, bir merasimden ibaret değildir. Onun tasavvufî hayatını tercihi ihtiyarîdir. Zühd, halvet, murakabe ve mücahedesinin çabucak sonuç doğurmasına azami dikkat etmiştir. Bâyezîd-i Bistâmî’nin ortaya koyduğu tasavvufî görüş ve düşünceler, gerek yaşadığı devirde gerekse vefatından sonra büyük ölçüde tesirli olmuştur. Cüneyd-i Bağdâdî, ondan “Cebrâil (a.s.)’in melekler arasındaki yeri ne ise Bâyezîd’in aramızdaki yeri de odur.” şeklinde övgüyle bahsetmektedir. 9. asrın ilk yarısında tasavvufun Bâyezîd-i Bistâmî vasıtasıyla ileri bir adım attığı, hatta bir sıçrama gerçekleştirdiği de muhakkaktır. Çünkü o, tasavvuf yolunun esaslarını açık bir şekilde ortaya koyan bir şahsiyettir. Vahdet-i vücûda dair özel bir nazariyesi olmamakla birlikte, o, kendisinden sonra İslâm âleminde ortaya çıkan bu düşüncenin ilk habercilerinden biridir. Tasavvuf kavramlarına “sekr” kavramını kazandırmış olan Bâyezîd Bistâmî’nin bu kavramı, muhabbet ve aşk kelimelerinin yanında önemli bir yer tutmuştur. Fenâ, sekr, tevhid, miraç, şathiye, ilâhî aşk, melâmet ve îsâr konularındaki yaklaşımları ve tasavvuf düşüncesini fenâ merkezli ele almasıyla göze çarpmaktadır. Melâmî kimliği ile meşhur olan Bâyezîd-i Bistâmî, halkın kendine yönelik iltifatından sıkılmış ve bu tür yaklaşımlarından vazgeçmeleri için Ramazan günü orucunu bozmuştur. Hucvirî bu olaydan şu şekilde bahseder: “Bâyezîd Hicaz’a varınca, ‘Bâyezîd geldi.’, diye ilan edilmiş, bunun üzerine bütün halk onu karşılamaya gitmiş, izzet ve ikram ile şehre getirmişlerdir. Bâyezîd, halkın güzel muameleleri ile meşgul olmaya koyulunca, Hak’tan uzak kalır, fikri ve hâli dağılır. Bâyezîd çarşıya gelince heybesinden ekmek çıkarır ve yemeye başlar. O gün Ramazan idi. Bunu gören halk onu yalnız başına terk ederek derhal kendisinden uzaklaşırlar, dönüp işlerine giderler. Bunu gören Bâyezîd, sohbetinde bulunan müridine şöyle der: ‘Görüyor musunuz, şer’î bir meseleyi terk edince, halk beni nasıl tamamen reddetti, terk edip gitti.’ (Seferde orucun tutulmaması bile melâmete ve halkın gözünden düşmeye kâfi gelmektedir.)” “Otuz seneden beri ben Allah (c.c.)’tan başkası ile konuşmadım; halk ise benim kendileriyle konuştuğumu zannetmektedir.” diyen Bistâmî, Hakk’ı tanımak için halktan ümidi kesmenin, onlardan bir şey beklememenin, halkın gözünde itibar kazanmaktan sakınmanın, zâhirde halk ile bâtında Hak ile olmanın önemine işaret ederek marifete ancak bu yolla ulaşılabileceğini düşünmektedir. Amellerinden dolayı aldanarak günaha girmekten endişe eden Bâyezîd-i Bistâmî, amellerin gizlenmesine, halkın kendisinden haberdar olmamasına taraftardır. Bu nedenle sûfî kisvesi giymekten kaçınmıştır. Hayatı boyunca bağlılarını ilme teşvik eden Bistâmî, “Konuşanın sükûtundan yararlanamayan, konuşmasından hiç yararlanmaz.” sözleri ile ilim ehlinden gereğince istifadeyi öngörürken, kendi tecrübesini de şu şekilde beyan etmektedir: “Otuz senemi mücahede ile geçirdim. Bu müddet esnasında ilimden ve ilme tâbî olmaktan daha çetin bir şeye rastlamadım. Ulemanın ihtilâfı olmasaydı (tek içtihat üzere) kalakalırdım. Mücerret ve saf tevhid hariç, diğer hususlarda âlimlerin ihtilâf etmesi rahmettir.” Bâyezîd-i Bistâmî, uzletten hoşlanan ve yaratılış itibariyle sert mizaçlı biriydi. Sırlar ve hakikatler konusunda içe işleyen bir nazarı ve tesirli bir ciddiyeti vardı. Sürekli bedenini mücahedede, kalbini müşahedede tutardı. O, kendi gelişim seyrini şu şekilde anlatmaktadır: “On iki sene nefsimin demircisi oldum, onu riyazet körüğüne koyup mücahede ateşiyle kızarttım. Mezemmet örsüne koyup melâmet çekiciyle dövdüm. Böyle böyle kendimden ve benliğimden bir ayna yaptım. Beş sene kendimin aynası oldum. Türlü türlü ibadet ve taatlarla bu aynayı cilaladım. Sonra bir sene ibret gözüyle baktım ve belimde gururdan, işveden, riyadan, taata itimattan ve amelini beğenmekten yapılmış bir zünnarın bulunduğunu gördüm. Bu zünnarı da kesip atmak için beş sene daha çabaladım, yeniden Müslüman oldum. O vakit dikkat edince, bütün halkı ölü olarak gördüm. Cenaze namazlarını kılmak için dört tekbir getirdim. Bütün cenazeleri bir yana bıraktım. Halkın izdihamı olmadan, Hakk’ın medediyle Hakk’a erdim.” Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyen kişi için gerekli donanımların neler olduğu hususunda kendisi ile yapılan söyleşide sorulan sorulara şu şekilde cevap vermiştir: - Bu yolda kişiye yarar nedir? - Anadan doğma devlet ve saadet! - Şayet bu yoksa? - Bilgin bir kalb. - Şayet bu yoksa? - Hakk’ı gören bir göz. - Bu da yoksa? - Hak sesi işiten kulak. - Bu da yoksa? - Fücceten ölüm. Bâyezîd-i Bistâmî’nin en önemli meziyetlerinden birisi de Peygamber Efendimize uymada gösterdiği titizliktir. Bu hususta, Musa b. İsa kendisi ile birlikte yaşadığı bir olayı şu şekilde anlatmaktadır: “Bâyezîd-i Bistâmî bir gün arkadaşlarına; ‘Haydi gelin, sizinle birlikte ‘Velî’ diye meşhur olan bir zâtın ziyaretine gidelim.’ dedi. O zât şehrin kenar semtlerinin birinde oturan zühd ve ibadetle tanınan biri idi. Hatta Tayfur, onun adını da söylemişti, fakat ben unuttum. Gittik, o zât tam evinden çıkmış camiye girerken kıble tarafına tükürdü. Bâyezîd, hemen dönelim, dedi. Ve selâm bile vermeden o adamın yanından ayrıldı. Sonra şöyle konuştu: ‘Allah Resûlü (s.a.v.)’nün âdâbından birine riayet göstermeyen böyle bir adam, iddia edildiği gibi nasıl velîler ve sıddıklar makamına riayet gösterebilir ve buna layık olabilir?’” Bir başka sözlerinde; “Allahu Teâlâ’dan beni yeme içme ve kadın sıkıntısından kurtarmasını istemeyi düşündüm, fakat sonra vazgeçtim. Nasıl böyle bir şey isteyebilirdim ki, Allah Rasûlü (sav) böyle bir şey yapmamıştı! Ben de böyle bir talepte bulunmadım. Ama Allahu Teâlâ, benim gözüme kadından yana yeterli bir doygunluk verdi; ben, karşılaştığım kadınların kadın mı, duvar mı olduğunu bile fark etmez oldum.” diyen Bâyezîd-i Bistâmî Müslümanın dengeli bir tutum izlemesi gerektiğini ve itidali elden bırakmamasını öngörmektedir. Bâyezîd-i Bistâmî’ye “Âriflerin özellikleri nelerdir?” diye sorulduğundan, onun da; “Suyun rengi bulunduğu kaba göre değişir. Su beyaz bir kapta ise sen onun rengini beyaz, siyah bir kapta ise siyah, sarı bir kapta ise sarı, kırmızı bir kapta ise kırmızı sanırsın. Ârif ve velîler de böyledir. İnsanları değiştirip hâlden hâle sokan o hâllerin sahibidir, Hakk’ın tecellileridir.” şeklinde cevap verdiğinden bahseden Ebû Nasr es-Serrâc, bu ifadeyi şu şekilde değerlendirmektedir: “Su, temizliği ve berraklığı ölçüsünde içinde bulunduğu kabın rengini yansıtır ve o rengin özelliğini taşır. İçinde bulunduğu kabın rengi suyun safiyetine etki edemez. Dışarıdan bakan kimse, kabın rengine göre suyu şu veya bu renkte görür. Ârifler de öyledir. Ârifin Allah (c.c.) ile olma özelliği, içinde bulunduğu hâle göre değişir. Gönlü ne kadar Hakk’a bağlı ise İlâhî birliktelik hâli de o kadardır.” Şu bir gerçek ki, tasavvuf yolunda asıl olan edeptir. Âdâb ve erkâna riayet sûfîlerin vazgeçilmez prensipleridir. Bu minvalde Bistâmî de kendi deneyiminden şu şekilde bahsetmektedir: “Bir gece namaz kılmak için kalkmıştım. Yorgundum, oturdum ve ayaklarımı uzattım. Hemen hafiften bir ses duydum: ‘Meliklerin huzurunda oturanın hüsn-i edebe riayeti gerekir.’” Kul ne ibadetine, ne itaatine ne de derecesine güvenmelidir. Keşf ve keramet iddiada bulunmak için değil, Allah (c.c.)’ın birer lütfudur. Hak dostları asla kerametleri ile kendilerini ön plana çıkarmazlar. Bistâmî’ye göre, kulun iradesi dışında kendisinden bir keramet sadır olabilir ve keramet ancak sekr hâlinde zâhir olur. Bu durumda iken kulun bir iddiada bulunması mümkün değildir ve söz konusu hâl kendi arzusu dışında gerçekleşmektedir. Marifete ulaşmanın yolunu keramete itibar etmemekte gören Bistâmî, bu görüşünü; “Başlangıç hallerimde Hak bana birtakım delil ve kerametler gösterirdi. Ben onlara iltifat etmezdim. Hak Teâlâ beni bu tür şeylere müstağni bir hâlde görünce bana marifet yolunu açtı.” ifadesiyle dile getirmektedir. Bâyezîd-i Bistâmî’ye; “Falan kişi bir gecede Mekke’ye gidiyor, diyorlar, ne dersin?” diye sorduklarında, o şu karşılığı vermiştir: “Şeytan da, Allah (c.c.)’ın lanetine uğramış bir varlık olduğu halde, bir anda doğudan batıya ulaşıyor. Bunda şaşılacak ne var?” “Falan zât suyun üzerinde yürüyor” dediklerinde ise “Balık da suda yüzüyor, kuş da hava da uçuyor.” demiştir. Bir başka rivayette de Bâyezîd-i Bistâmî’nin şöyle söylediği nakledilmektedir: “Bir adam suyun üzerine seccade serse, gökyüzüne bağdaş kurup otursa, şeriatın emir ve nehiy çizgisindeki tavrını görmedikçe ona aldanmayın.” Bâyezîd-i Bistâmî’nin adı şiirlerde Hallâc-ı Mansur’dan sonra en çok geçen mutasavvıftır. “Zamanının Bâyezîd”i sözü, tasavvufî yaşamda yüksek bir mertebeyi ifade eden bir unvan hâline gelmiştir Şeyhlik taslayanlar da “Kendilerine Bâyezîd süsü vermemeleri” için uyarılmışlardır. İslâm dünyasının en ücra köşelerinde bile Bâyezîd-i Bistâmî’nin anısına adanmış kutsal yerler bulunmaktadır. Bâyezîd-i Bistâmî’nin kaleme aldığı herhangi bir eser yoktur. Fakat takipçileri onun bazı mesel ve sözlerini bir araya toplamışlardır. Dipnot * Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - ** Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK Bu makale Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. H. İbrahim Şimşek’in Nasihat Yayınları’ndan neşredilen Altın Silsileden Altın Halkalar kitabının 91-109. sayfalarından özetlenmiştir.
Halil İbrahim ŞİMŞEK
YazarProf. Dr. Kadir ÖZKÖSE - Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK Buhara’nın yaklaşık 14 km. kuzeyindeki Râmîten kasabasında doğdu. Mahmûd Encîrfağnevî’ye intisap edip tasavvufî eğitimini tamamladı ve onun hali...
Yazar: Halil İbrahim ŞİMŞEK
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK Abdullah Dihlevî Hazretleri, 1156/1743’te Pencap’a bağlı Betale beldesinde doğdu. Babası Kadiriyye’ye mensup Abdullatif adında bir zâttı. Yaşadı...
Yazar: Halil İbrahim ŞİMŞEK
Tam adı Ebu’l-Baha Ziyaüddin Halid b. Ahmed eş-Şehrezurî olmakla birlikte Bağdat’ta medfun olduğu için Halid el-Bağdâdî diye meşhurdur. Halid el-Bağdadî (k.s.), 1193/1779’da Irak’ın kuzeyindeki Süleym...
Yazar: Halil İbrahim ŞİMŞEK
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK Derviş Muhammed İmkenegî (k.s.), Şehr-i Sebz’in İmkene köyünde doğdu. Mürşidi olan Muhammed Zâhid’in kız kardeşinin oğludur. Yaşadığı bölgedek...
Yazar: Halil İbrahim ŞİMŞEK