BATILILAŞMANIN MİLÂDI: “TANZİMAT”
Lale Devri’nde başlayan resmî seviyedeki ilk tanışma ve karşılaşma; Sultan III. Selim ve II. Mahmud dönemlerindeki yakınlaşma ve özenme girişimlerinin hâsıl ettiği zemin ve şartlar, Tanzimat sürecini doğurmakta gecikmemiştir.
III. Selim dönemindeki nispeten yumuşak ve esnek modernleşme teşebbüslerine karşın II. Mahmud, 3 Mart 1829’da çıkarılan kıyafet kanunu ile devlet daireleri ve kışlalarda Avrupaî tarzda kıyafeti cebrî usullerle tatbik (daha doğrusu taklit) etme gayretlerine; devlet eliyle sosyal ve kültürel hayattaki Batılılaşma girişimlerine kuvvetli bir biçimde destek vermiştir.
Kaptan-ı Derya Damad Halil Rıfat Paşa’nın 1830’da telaffuz ettiği “Avrupa’yı taklide teşebbüs etmezsek, Asya’ya dönmekten başka çaremiz kalmaz.” anlayışından kaynaklanan yanlış ve şekilci yenilik tatbikatları sebebiyle II. Mahmud, maalesef Müslüman Osmanlı -bilhassa Bosna- ulemasının ve toplumun tepkisini çekmiş ve doğan rahatsızlığın ifadesi olarak “Gâvur Padişah” nitelemesine maruz kalmıştır.
Sultan Mahmud, Tıbbiye’nin açılışı sırasında, padişah olarak ilk defa Batı’nın model alındığını açıkça ilan etmiştir. Öğrenim dili Fransızca olan ilk mektep özelliğine sahip bu okul, Batı kültürünün Osmanlı’ya girmesinde büyük rol oynamıştır.
1847 yılında okulu ziyaret eden Mac Farlane’nin intibaları bu noktada oldukça enteresandır: “Okulun kütüphanesindeki kitapların çoğu Fransızcadır. Bu kitaplar arasında Fransız İhtilali’ni hazırlayan Voltaire’in, Diderot’un, D’Holbach’ın ve Cabanis’in eserleri bir koleksiyon teşkil edecek şekildedir ve bunlar öğrencilerin ellerinde dolaşmaktadır.”
Medeniyet Çizgimizdeki Büyük Kırılma
Batı karşısında asıl büyük kırılma ve inhiraf, Tanzimat’la birlikte tezahür etmiştir. “Tanzimat Projesi”nin (ferman ve ıslahatlar), Batı’yı yakından görmüş, Batı Medeniyeti’ni iyi tanıyan Batı’cı devlet adamları, elçi, diplomat ve aydınların eseri olduğuna şüphe yoktur. Osmanlı’nın Viyana elçisi Sadık Rıfat Paşa, 1837-1838 arasında hazırladığı lâyihalarda, “Avrupa hükümdarlarının, devlet idaresinde millet hukukunu ve kanunları esas aldığını” dile getirerek, Osmanlı’da da “Şeriat yerine Avrupalıların tatbik ettiği laik kanunların yürürlüğe konmasını” zımnen teklif etmiştir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Ercüment Kuran, Niyazi Berkes gibi yazar, ilim ve fikir adamlarına göre, Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşid Paşa, Rıfat Paşa’nın fikirlerinden ilham almıştır. Mustafa Reşid Paşa, önce Paris’te (1834-1835) ardından Londra’da (1837-1839) daimî elçilik yapmış, dönüşte (iki defa) Hariciye Nazırı olmuş ve Avrupa’da edindiği tecrübe ve izlenimleri, hem fermana hem de arkasından gelecek olan ıslahatlara yansıtarak, Osmanlı’nın yüzünü Batı’ya çevirmiştir.
Gülhane Hatt-ı Hümâyûn’u olarak kayıtlara geçen Tanzimat Fermanı, giriş bölümünde yer alan “şer’î hükümlerden asla sapılmayacağını” taahhüt eden ifadenin aksine, Osmanlı Devleti’nin şeriat esaslarından uzaklaşmasına kapı açmıştır. Tanzimat sürecini yürüten Mustafa, Ali ve Fuad Paşalar, sivilleşme adı altında Batı’nın sosyal hayatını ve âdetlerini Osmanlı devlet ve toplum hayatına tatbik etmeye çalışmışlardır. Ne yazık ki, ulemanın, vaiz ve imamların cami kürsülerinden “Şeriat’ten uzaklaşılıyor; Kur’ân ahkâmına aykırı bir kanun ilan ediliyor.” istikametindeki ikaz ve tenkitleri de bu cereyanı durdurmaya yetmemiştir.
Batı Rotasına Giriş
Tanzimat Fermanı’nın ilan edilmesiyle başlayan bu dönemde, Batı karşısında her konuda teslim bayrağı çekilmiş, devlet ricali ve aydın taifesinin ekseriyeti aracılığıyla Batı’nın üstünlüğü resmen onaylanmıştır. Batılılaşma, devlet politikası haline gelmiştir. Bu duruma İlber Ortaylı şöyle temas etmektedir: “19. yüzyılın Osmanlı’sı, Batı’ya karşı kuşku duysa da artık onu bilinçli olarak izlemek üzerinde düşünmeye başlamıştı. 19. yüzyıl Osmanlı’sına göre, Doğu ile Batı artık kıyaslanamayacak iki dünya olmuştur.”
Eski ihtişam devrelerini çoktan unutan Osmanlı Ülkesi’nde bundan sonra, siyasî-idarî tasarrufta bulunabilmek için bir Batılı devletin tasdik ve desteğini arama zaruret haline gelecekti. Askerî-siyasî bürokrasi ve aydın tabakasında, sürekli şekilde su almakta olan devlet gemisini batmaktan kurtaracak yegâne çarenin, Batı rotasına çevirmekten geçtiği kanaati bu devirde iyice benimsenecekti. Batı’daki mevcut kuruluşların ve uygulamaların ülkeye getirilmesinin, Osmanlı’nın bozulan ve aksayan yönlerini düzeltmede tek çare olduğu anlayışı belleklere iyice yerleşmeye başlayacaktı.
Oysa “Hangi Batı” kitabının yazarı Attila İlhan’a göre, mahiyeti ve maksadı mevhum batılılaşma çabalarının tezat teşkil eden bazı açmazları vardı: “Tanzimat ve sonrası bize, Batılıların önerdiği ve denetlediği bir batılılaşma düzenidir. Bu düzen imparatorluğu batırmıştır, çünkü endüstrileşmeyi sağlayan değil, engelleyen bir tutum içermektedir. Bir kere yaptığımız Batılılaşmak değildi, ikincisi Batı bizim sandığımız gibi değildi, üçüncüsü Batı’nın ulaştığı yer özenilecek bir yer değildi.”
Osmanlı’daki Batı’cı zümrenin kendi dünyasını ve değerlerini terk edip yabancı bir dünyaya yönelmesinin ve Batı’ya meftun olmasının milâdı, Tanzimat’ın ilanıdır. Zamanla depreşen kompleksin tesiriyle kendi kıymet hükümlerine karşı şüpheye düşme, yabancılaşma ve hatta düşman kesilme hastalığı, bu zümrede Batı’ya şirin ve dost görünme arzusunu uyandırmıştır. Bağlı bulunduğu ve temsilciliğini üstlendiği medeniyet dairesinden çıkarak Batı Medeniyeti dairesine girme, varlığını ve kimliğini yeniden tanımlama cereyanının zuhur etmesi bu devirde olmuştur.
Tanzimat dönemine tanıklık eden, bu dönem ve sonrasına ilişkin “Tanzimat ve Türkiye” isimli bir eser kaleme alan Fransız Diplomat Engelhardt, Tanzimat’ın, Osmanlı’yı, Batı’ya ve medeniyet dairesine yaklaştırma çabalarındaki etkisine şöyle temas etmiştir: “Tanzimat’ın en önemli amacı, Müslüman toplumları, asırlardır manevî ve siyasî bakımdan uzak yaşamış olduğu Hıristiyan toplumlara yaklaştırmaktı. Tanzimat, her şeyden önce Avrupa’yı memnun etmek ve Türkiye’ye karşı daha yumuşak ve tavizkâr davranmasını sağlamak amacını güdüyordu.”
Son dönem sadrazamlarından Said Halim Paşa’nın tespiti de aynı hususa işaret etmektedir: “Memlekete, Batı taklidi müesseseleri ve onlarla beraber Avrupalı telakki ve esasları getirirsek, Avrupa hükümetlerinin sevgilerini kazanmaya, eski düşmanlıklarını hafifletmeye ve bencilliklerini yumuşatmaya muvaffak olacağız sandılar. Bu zanna düştükten sonra da, memleketi İslâm’dan uzaklaştırmak mecburiyetinde olduklarına inandılar.”
Kendine Yabancılaşma ve Frengi Hastalığı
Bu noktada Cemil Meriç’in, Batıcı aydın-bürokrat zümresinde zuhur eden kendi değerlerine ihanet ve yakalandığı iflah olmaz frengi hastalığına dair “Umrandan Uygarlığa” isimli eserinde serdettiği tahliller oldukça anlamlıdır:
“Tanzimat’tan sonra aydın, kendi tarihinden, kendi insanından koptuğu; Batı’nın temsilcisi olduğu ölçüde aydındır. Batı Medeniyeti’ne bağlanmak, deri değiştirmekle olmaz. Daha köklü, daha uzvî bir istihale gerek. Aydın, bu istihaleyi başardığı, yani ihanette muvaffak olduğu ölçüde benimsenir Batı tarafından. Padişah halktır; gerçi o da “frengi hastalığı”na yakalanmıştır, ama yine halktır. Bâbıâli, Reşid Paşa’dan itibaren Avrupa’yı temsil eder. Saraydan da, halktan da kopmuş bir bürokrasi... Padişah, son mukavemet kalesi. İstese de istemese de, kalabalığı korumak mecburiyetindedir. Bâbıâli, bir hân-ı yağma grubu. Halkla en küçük bir teması yok. Ve ufukta rüyaların en muhteşemi: Avrupa... Avrupa, memnu meyveleriyle karşısındadır, dudaklarında büyüleyici bir tebessüm, şarkılar fısıldar ona, davetkâr şarkılar. Yüzlerce mektep, binlerce keşiş, elçiliklerle balolar, ekalliyetler, ikide bir Beyoğlu’nu zevk panayırı halin getiren şuh aktrisler... Bir başka lisan konuşmaktadır aydınlar, halktan nefret etmektedirler. Padişahı, kendilerini dünya zevklerinden ayıran bir hâil olarak görmektedirler. Padişah olmasa, Avrupa’nın emrinde ve Avrupa’nın inayetiyle Türkiye’yi kendileri yönetecekler.”
Meriç’in “Jurnal” başlıklı kitabında geçen tespitleri de derin anlamlar ihtiva etmektedir: “Biz, Müslüman olduğundan, Doğulu olduğundan, Türk olduğundan utanan, aczinden, tarihinden, dilinden utanan şuursuz bir yığın haline geldik... Tanzimat devrinin aydını, Avrupa’yı erişilmez bir dünya olarak sayıklamaya başladı. Ama hep beldeler, kâşaneler, hep dekor, hep dış... Şimdi (Avrupa’nın) maymunuyuz. Yani hiçbir haysiyeti, hiçbir hikmet-i vücudu olmayan ananesiz, haysiyetsiz, sırnaşık gölgesiyiz.”
Dipnot
Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c.5, Ankara, 1988; Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul, 1994;A. Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1985; Ercüment Kuran, Türkiye’nin Batılılaşması ve Millî Meseleler, Ankara, 2007;Roderic H. Davison, Osmanlı İmparatorluğunda Reform, c.2, İstanbul, 1997;Engelhardt, Türkiye ve Tanzimat, İstanbul,1999; Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Ankara, 1973; Cemal Kafadar, Türk Eğitim Düşüncesinde Batılılaşma, Ankara, 1997; Mehmet Kaplan, “Mustafa Reşid Paşa ve Yeni Aydın Tipi”, Mustafa Reşid Paşa ve Dönemi Semineri, Ankara, 1987;Reşat Kaynar, Mustafa Reşid Paşa ve Tanzimat, Ankara, 1985;Mehmed Galib, Geçen Asırda Devlet Adamlarımız, c.1, İstanbul, 1977; Bilal Eryılmaz, Tanzimat ve Yönetimde Modernleşme, İstanbul, 1992;T. Zafer Tunaya, İslâmcılık Cereyanı, c.1, İstanbul, 1998; Attila İlhan, Hangi Batı, İstanbul, 1976; A. Hamit Ongunsu, “Tanzimat ve Amillerine Umumî Bir Bakış”, Tanzimat I, İstanbul, 1940; Said Halim Paşa, Buhranlarımız, İstanbul, (tarihsiz), Tercüman 1001 Temel Eser; Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, İstanbul, 1998; Jurnal, c.1, İstanbul, 1997; H. Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul, 1979; Hüner Tuncer, Osmanlı’nın Kader Yılları, Ankara, 2003.