ANADOLU İRFANIN KADİM KİTABI: MÜZEKKİ’N-NÜFUS
Tasavvuf, günlük hayatın bin bir zahmetinden arınmanın uzun ve çileli bir yolculuğudur. Durak yok, soluk yok. Zira en küçük tereddüt seni alır, sonsuz bir şüphe deryasında boğar. Tasavvuf, huzurun her renk ve armonide harmanlandığı asude bir arayış ve teslimiyet kapısıdır. Ölmeden ölmeyi, hamken pişmeyi ilke kabul eder. Bir mürşide bağlanmak, bir dosta meftun olmak, iç yolculuğun zahmetli, bir o kadar da huzur bahşeden yaşam biçimidir. Sözün gürültü, zamanın kasvet dağıttığı ortamlardan usulca, gönül ve mana dergâhlarına doğru bir yöneliş, bir sonraki günün de teminatını sağlamış olur. İnanç ve ideallerimizin, billur gibi bir ırmakta hayat boyu yıkandığı nadide anlardır. Dil kıvraklaşır, gönül inşirah bulur, kalp ise sekinete erer bu deryada. Tasavvuf; tereddüt ve öfke damarlarımızı, amel ve itikat sofralarımızı, huzurla, teslimiyetle, şükürle süsleyen bir dolgunluğa sahiptir. Bunun için bir eteğe tutunmak gerekir, bunun için gönle ram olmak esastır bu yolculukta. Her dem yeniden dirileceksin, kim usanası bizden kabilinden bir gidişattır bu. Tasavvuf, gafletin ihanete ulaşmadan, amelin seni kibir deryasında boğmadan, edep sahralarına kendini atma güzelliğidir. Anadolu’yu irfan deryasında yüzdüren, arındıran, olgunlaştıran eserlerin başında gelen kaynaklarımızın en önemlisi, Eşrefoğlu Rumî Hazretleri’nin kalem aldığı; Müzekki’n-Nüfus’tur. Eser, adından anlaşıldığı gibi, kalpleri temizleyen, billurlaştıran, sahili selamet erdiren bir içeriğe sahiptir. Okuyanın, dinleyenin gönül telini titreten bir güce sahiptir. Çünkü kitap, ihlasla kaleme alınmış, sadırdan satırlara doğru bir rıza yolculuğuna çıkmıştır. Anadolu’nun yurt olmasında, vatan olmasında, özünün mayalanmasında damla damla gönüllere damıtılan bir özellik arz eder. Akşam olduğunda, hasadını kaldıran yiğit insan, her türlü hasetten, kirden, hırstan uzak bir hayatı bu demlerde bulur. Eser, insanı rahat ve huzura kavuşturan satırların aralarında, nazikçe kendini ifade eder. Bunun için de o yiğit insanlar yıllar yılı, huzurla okudular, huzuru soludular, hep huzuru yaşadılar. “Eşrefoğlu Abdullah Hazretleri’ne ait bilgilere doğru küçük bir yolculuğa çıkalım. Eşrefoğlu Abdullah Hazretleri’nin edinilen bilgilere göre İznik’te doğduğundan bahsedilmektedir. İlk tahsil hayatına İznik’te başlamıştır. Daha sonra Bursa’ya geçmiştir. Çelebi Sultan Medresesi’nde tahsil etmiştir. Başarılı bir öğrenci olmuştur. Farklı bir anlayış içerinde olduğu kısa sürede anlaşılıyor. Kırk yıl kadar ilim tahsil yolunda emek vermiştir. İlk önce zahiri bilimler içinde kalmıştır. Daha sonra manevî ilimlere yönelmiştir. İlk olarak fıkıh âlimi “Kara Hoca” namıyla anılan Alâeddin Ali’ye öğrenci olmuştur.”(Göktuna,2013) Neseb-i Âlisi ve Riyazet Yolculuğu Eşrefoğlu Rumî Hazretleri’nin kökeni, İslâm dünyasının mutasavvıflarından, menakıp kitaplarından öğrendiğimize göre Hz. Ali’ye kadar dayanır. Asıl adı Abdullah olan Eşrefoğlu Hazretleri babasından dolayı Eşrefoğlu diye anılmaktadır. Eşrefoğlu’nun babası Mısır’dan Anadolu’ya göçmüştür. İznik’e yerleşmişlerdir. Babasının adı “Seyyid Ahmet Eşref bin Seyyid Muhammed Suyufî”dir. Babası da mana dünyasının seçkin simalarındandır. Türbeleri İznik’te bulunmaktadır. Mana âleminde feyz ve irşat içinde bulunan “Seyyid Ahmet Eşref bin Seyyid Muhammed Suyufî” bağlar içinde, sakin ama manevî âlemin nuruyla, feyz veren türbesindedir. Babası, devrin saadetlerindendir. İrşat görevinde bulunmuştur. Fakat ne var ki hakkında çok bilgi edinilmiş değildir. Mısır’dan Anadolu’ya geldiği zamanda önce bir müddet Suriye’de kalmış, oradan Anadolu’ya geçmiştir. Manisa’da bir süre kalmıştır. Oradan da İznik’e geçmeye karar vermiştir. Orada yerleşmiştir.”(Göktuna, 2013) İznik, Ankara, Bursa, Manisa, Eşrefoğlu Rumî Hazretleri’nin mana ve keşif yolculuğunda ana duraklarını teşkil eder. Pişmesi, olgunlaşması gerekir. Birçok pir elinde, olgunlaşır. Hatta on yedi irfan ehli ile karşılaştım, ancak beni irşat eden dört mürşit olmuştur diyerek, bu yoldaki nasibini izhar eder. Ankara’daki, dergâhta on bir yılı geçer. Ancak bir kerecik olsun, şeyhi ile bir kelimelik dünya kelamı etmez. Manen çıktığı bu yolculukta, keşif ve irşat görevini burada tamamlar. Hangi çilelere katlanmaz ki, tuvalet temizliğinden tutunda, her mihneti rızayı hak ile göğüsler. İnsan-ı kâmil olma yolunda her elem ve kederi, bir lütuf olarak kabul eder. Hacı Bayram-ı Veli, kızı Züleyha ile nikâhlayarak dünya saadetini ikmal eder. “Eşrefoğlu artık iyice olgunluk ve seyr içindedir. Hacı Bayramı Veli Hazretleri, tekrar İznik’e dönmesini tavsiye eder. Şeyhi “Halk senin zahirine bakar, onun için biraz kıyafetini düzelt.” der. Aynı zamanda halkın irşadıyla meşgul olmasını söyler. Şeyhi kendisine bir pabuç ile hırka hediye eder. Eşrefoğlu, şeyhine duyduğu saygı ve sevgiden dolayı, pabuçları ayağına giyemez. “Bunu bana şeyhim verdi.” der, başına koyar, başına koyunca pabuç yedi yerinden çatlar. Eşrefiye Tarikatı’nda tacın 7 dilimli olması, böyle yorumlanır. Eşrefoğlu Tarikatı’nın bazı alametleri Şeyh Hüseyin Hamavî tarafından hediye edilmiştir. Bunlar 5 adet olup şunlardır: 1) Alem: Şeyhlerde bulunması icap eden, şeyhlik basamağının ilk başladığı zaman verilen bayraktır. 2) Seccade-Post: Şeyhler bunun üzerinde otururlar. Kumaş veya koyun postundan olabilir. Şeyhten şeyhe geçen seccadenin manevî değeri çok büyüktür. 3) Asa: Bir nevi değnek. Manevî değeri çok büyüktür. 4) Meşak ve Çerağ: Mürşidin karanlıkta olanları aydınlatmasına ve nura kavuşturmasına delalettir. 5) Taç: Bir nevi başlık. Bu tarikatlara göre değişir. Şeyh ve müridler mensup oldukları tarikata göre taşırlar. Keçeden yapılmıştır. 7 terkli Eşrefiye tacının bir manası da Fatiha Suresi’nin 7 manasını taşımasını işaret ettiğini ve 7 kat gök tabakasını simgelediği söylenmektedir. Eşrefoğlu taç giymeyi sünnet saymıştır. Ona göre t harfi tamlığa, elif harfi şekil itibariyle doğruluk, cim harfi ise cemale (güzellik, mutlak güzellik, Allah’ın güzelliği) delalet etmekte. Tacın üzerine Cüneydi diye tabir edilen bir sarık sarılır ve sarığın ucu da yandan bırakılır ki buna “taylaşan” adı verilir. (Göktuna,2013) Kitabın Bölüm ve Konuları “Kitap her türlü süsten azade, çok okunma kaygısı taşımayan bir içerik arz eder. “Sanat endişesinden uzak, müritlere doğrudan doğruya tasavvufî-ahlâkî hakikatleri anlatma gayesini taşıyan Müzekki’n-Nüfus, geniş halk tabakasının kolayca anlayabileceği şekilde sade bir Türkçe ile yazılmış ve tasavvufun halk arasında yayılmasında önemli hizmet görmüştür. Müellifin Osmanlı Dönemi’nde Anadolu’da kurulan ilk tarikatlardan biri olan Eşrefiyye’nin pîri olması dolayısıyla kitabın Türk tasavvuf ve düşünce tarihinde ayrı bir yeri vardır. Yeni sayılabilecek herhangi bir görüşe yer verilmemekle beraber tasavvufun temel konularıyla, tarikat terbiyesinin esaslarını başarılı bir üslûpla özetleyen Müzekki’n-Nüfus, yazıldığı devirden itibaren Muhammediyye ve Envârü’l-Âşıkîn gibi geniş halk toplulukları tarafından benimsenmiş, daha sonraki devirlerde kaleme alınan bu tür eserlere örnek teşkil etmiştir.” (Uçman,1996) “852/1448 yılında telif edilen eser, iki ana bölümden meydana gelir. Birinci bölümde dünya sevgisiyle, bu sevginin fayda ve zararları, nefs-i emmârenin özellikleri, ölüm, kıyamet, büyük günahlar, tevekkül gibi konular ele alınmakta, ikinci bölümde nefs-i emmârenin terbiye edilmesi, tasavvuf âdâb ve erkânı ve iyi bir Müslüman olmanın şartlarını anlatmaktadır.”(Uçman, 1996) İnsan, ulvi ve mana yönüyle eşref-i mahlûk, süflî ve beşerî yönüyle esfel-i safil’ini ifade eder. Asla hatadan uzak bir varlık değildir. İddialıdır, gurur ve kibir kaftanı, özünü, değerini görünmez kılmıştır. İşte bu ortamlarda, Müzekki’nNüfus, iyi bir dost, karanlıkları aydınlatan bir fener olur. Her işinde, Hakk’ın rızasını gözetmesi, her adımda sevgililer sevgilisi Habib-i Kibriya Efendimiz (s.a.v.)’in sünnetini hatırlaması, Müzekki’n-Nüfus’un öncelediği, varmak istediği, kaleme alınmasının ana gerekçesini teşkil eder. Yeter ki tevhit akidesi parlasın, birlik ve dirliği zedeleyen, batıl ve sapkın fikirler, bizden uzak olsun diye, kâğıt ve kalem muhabbetle buluşturulur. Ortaya çıkan eserin adı, Müzekki’n-Nüfus’tur. Sade, yalın, her türlü kaygı ve çıkar ilişkisinden uzak bir atmosferde, gönüllere sunulur. Bundan dolayı, klasik ve kadim bir havayı bugüne taşır. Günceldir, zira gönlümüzü ışıl ışıl aydınlatmaya, bizi irşat etmeye devam etmektedir. Birinci bölümde, insanın yaratılış hikmetinin inceliklerini sunan kitap, ikinci bölümde adeta artık azığını hazırla, gönlün ve ruhun her türlü kin ve ihtiraslardan arınması için bir yol haritası çizer. Kul hakkını gözetmek, amallerini ihlasla yapmak, her türlü gösteriş ve debdebeden uzak bir iklimi, ruhlarımıza bıkmadan, usanmadan fısıldar. Bir Menkıbe; Bin Hikmet Eşrefoğlu Rumî Hazretleri bir gün, Abdürrahim Tırsî’yi çarşıya elma almaya gönderir. Tırsî, elmayı alıp geri dönerken yolda bir derviş görür. Derviş, Tırsî’ye elindekinin ne olduğunu sorar. O da torbasını uzatır. Derviş bakar, elma olduğunu görür. Elmalardan bir tane alır. Tırsî yoluna devam eder. Eşrefoğlu Hazretleri’nin huzuruna varır, elmaları uzatır. Eşrefoğlu, elmaların eksik olduğunu söyler. Tırsî yoldaki durumu anlatır. Eşrefoğlu; “O kimdi biliyor musun?” der. Tırsî “Bilmiyorum efendim.” deyince Eşrefoğlu Hazretleri buyurur; “Hızır (a.s.)’dır.” Tırsî bunun üzerine onu tanımadığı için çok üzülür. Hep dua eder; bir daha Hızır’ı bir görsem, bir bilsem diyerek diline zikir eder. Günler, böyle su gibi akar. Bir gün Eşrefoğlu Hazretleri, Tırsî’yi yaylaya yollar. Yolda giderken, çeşmeye rastlar, çeşmenin yanında bir zat oturur. Bir de ne görsün, gördüğü kimse geçende tanımadığı Hızır (a.s.)’dır. Hemen elini öper, dizinin dibine ilişir, bir anda cezbe haline düşer, vuslat âleminin sırlarını yaşar. Bir hal içinde uyanınca, Hızır (a.s.); “Hizmetinde bulunduğun şahsın kıymetini bil, hayır duasını al.” buyurur. Bundan sonra Hızır (a.s.) ortadan kaybolur, Tırsî de Eşrefoğlu Hazretleri’ne başından geçenleri anlatır. Anadolu irfanı, dünden tevarüs eden, artarak gelen, kadim değerlerini bir hazine gibi koruyacak ve değer vermeye devam edecektir. Müzekki’n-Nüfus, yıllar yılı içinde biriktirdiği, sayfadan ruhlara akan lahuti sesin, sonsuz bir esintisi olacaktır. Bu iklim, Anadolu semasında birlik ve beraberlik meşalesinin hiç sönmemesi için, 15. yüzyıldan ateşlenen fitilin, nuranî aydınlığıdır. Ramazan YILDIZ/Somuncu Baba Dergisi/ Nisan sayısı/ 2020 Kaynakça Abdullah Uçman, TDV (Eşrefoğlu Rumî Maddesi), Ankara. Sevil Göktuna, Eşrefoğlu Rumî adlı makalesi.
Ramazan YILDIZ
YazarTarım toplumundan, sanayi toplumuna geçişimiz hiç de kolay olmadı. Sancılı, tereddütlü, ikilemi bol bir vahada izlek sürdük. Toplumlar, değişime direnerek karşı koyarlar. Sonrası iyisi ile kötüsü ile ...
Yazar: Ramazan YILDIZ
Aileyi, kestirmeden en küçük ve güçlü toplum öğesi diye tanımlarız. Bizim, sığınılacak en son ve biricik limanımızdır. Doğumla bize kollarını açar, mezara girinceye kadar da yoldaşlığına devam eder. P...
Yazar: Ramazan YILDIZ
Tarih boyunca cami, medrese, aşevi, kervansaray, sınır boylarında gözetleme kulesi, karargâh ve sanat evi gibi muhtelif fonksiyonlar icra eden tekkeler, hususen Allah’ı zikretmek için tesis edilmiş me...
Yazar: Hamit DEMİR
Divan-u Lügati’t-Türk, Türk-İslâm klasikleri arasında, dil ve kültür üzerine yazılmış en kapsamlı eser olarak kabul edilir. Eserimizin yazarı, Kaşgarlı Mahmut, Maveraünnehir Havzası’nı içine alan Kaşg...
Yazar: Ramazan YILDIZ