ALMANYA'DA BİR GENÇ: SEMİH
Almanya'da yaklaşık iki buçuk sene kadar yaşadım. Bu sürede tabîi olarak Müslüman kardeşlerimle zamanlar geçirdim¸ çok değişik hatıralar kaldı geriye.
Almanya'da yaklaşık iki buçuk sene kadar yaşadım. Bu sürede tabîi olarak Müslüman kardeşlerimle zamanlar geçirdim¸ çok değişik hatıralar kaldı geriye. Bizim Türk hemşehrilerimiz yanında Hintli¸ Pakistanlı¸ Boşnak¸ Faslı birçok Müslüman arkadaş edindim. Yabancı topraklarda Müslümanları yakından inceleme imkanım oldu. Değişik meşreplerle¸ tarzlarla¸ yaklaşımlarla karşılaştım. Kimi zaman kurak çöllerde sürgün veren İslâm filizlerini görüp sevindim¸ kimi zaman dalından koparılıp çürüyen bir çiçek gibi bozulan Müslümanları görüp hüzünlendim. Hatıralar çok ama bizzat yaşadığım ve üzerimde derin tesirler bırakan bir hadise vardı ki onu paylaşmak istiyorum.
Biliyorum¸ arzu ettiğim gibi ifâde edemeyeceğim hislerimi ama Akif gibi "Dili yok kalbimin ondan ne kadar bîzârım" diyeyim ve devam edeyim. Hiç bir ceylanın yavrulamasını seyrettiniz mi? Ben televizyonda görmüştüm. Beyaz camın soğukluğu bile heyecanlanmama mani olamamıştı. Ceylan yavrusu hemen doğumun ardından bütün o şirinliği ile yerde yatıyor ve titriyordu. Annesi yorgun bakışlarla¸ yavrusunu seyrediyordu. Yavru ceylan¸ kalem gibi bacaklarının üzerine¸ titreyerek kalkmaya teşebbüs ediyor¸ beceremiyor¸ vazgeçmiyor¸ bir daha deniyordu. Israrlı denemeler sonunda fayda veriyor ve daha doğumunun üzerinden on dakika bile geçmeden yavru ceylanın dünya üzerindeki ilk adımlarına şahit oluyorduk.
Nereden mi çıktı bu şimdi? Ben o gün bir doğuma kendi gözlerimle şahid oldum. Yeni doğan¸ tertemiz¸ günahsız bir insanın¸ tıpkı ceylanın ki gibi titreyen dizleri üzerinde ayağa kalkışını müşahede ettim. Her yeni doğan bebeğin çevresini saran bir saadet hâlesi vardır. Ben bugün böyle bir hâlenin davetsiz bir misafiri olarak¸ muhabbet dolu tebessümlerle bağrıma bastım günahsız yavruyu...
Bir tatil günüydü. Bu fırsattan istifâde edip Almanya'da ilk günlerimi geçirdiğim Offenbach'a gitmeye¸ oradaki arkadaşlarımı ziyaret etmeye karar vermiştim. Offenbach'a öğle namazı vakitlerinde varınca¸ bir de arkadaşlarımla buluşma vaktine kadar da yeterli zamanım olduğuna kanaat getirince¸ namazı mescidde kılıp oradan geçerim diye düşünerek mescide yöneldim. Almanya'ya adım attığım ilk günlerde çöl ortasında bir vaha bulmuş gibi koştuğum mescide…
Mescide vardığımda namazın kılınmış olduğunu gördüm. İnsanlar dağılmışlardı. Yalnız¸ sekiz on insan mihrabın hemen önünde oturuyordu. Daha önce tanışmış olduğum mescid imamını da aralarında seçince¸ dini bilgilerin verildiği bir tür ders yaptıklarını düşündüm. Hemen bir kenarda namaza durdum¸ zira vaktim azalıyordu¸ arkadaşlarımı bekletmek doğru olmazdı. Namazı kıldım bitirdim. Tam çıkacakken imamın gür sesiyle yaptığı konuşma beni gruba doğru çekti.
Bu topluluk¸ hiç de tahmin etmediğim maksatla gelmişti bir araya. Grubun tam ortasında yabancı olduğu besbelli birisi diz çökmüş oturuyordu. Kafası kazınmıştı. Kulağında küpesi¸ kırmızı yüzü¸ sarı kaşları¸ masmavi gözleriyle bütün dikkatini hocaya¸ daha doğrusu hocanın yanında oturan ve hocanın söylediklerini Almanca'ya tercüme eden on dört-on beş yaşlarında bir çocuğa vermişti. Kendisi otuz yaşlarında gözüküyordu. Güzel giyinmişti. Güzel bir gömlek ve altına siyah bir pantolon... Düğüne gider gibi şık... Hemen herkes gülümsüyor¸ herkesin gözleri sevinçle parlıyordu. Çok şaşırmıştım. Bir Alman Müslüman oluyordu! Ben de tesâdüfen de olsa bu harikulâde dönüşümün¸ bu doğumun şahidi oluyordum. Saatime baktım. Vaktim kalmamıştı ama bu anı kaçıramazdım. Arkadaşlarıma olanları anlattığımda beni mazur göreceklerini düşünerek¸ merakla ve heyecanla imamın etrafını saran halkada bir yer buldum hemen kendime.
İmam¸ çocuk tercümanı vasıtasıyla sorular soruyor¸ cevaplar alıyordu. Alman'ın ne yaptığını bilip bilmediğinden emin olmak istiyordu. "Sor bakalım" diyordu "Allah'tan başka ilah tanımayacak¸ Hz. Muhammed (s.a.v)'in onun kulu ve elçisi olduğunu kabul edecek. Bunların ne anlama geldiğini biliyor mu?" Adam merakla tercümeyi bekliyor ve başını sallayarak "evet" diyordu. Hoca "Domuz eti yemeyecek¸ içki içmeyecek¸ zina etmeyecek¸ hayatı baştan sona değişecek bunları biliyor değil mi?" diye soruyor¸ Alman ışıltılı bir tebessümle mukabele ediyordu. Nihayet hoca kelime-i şahadeti kelime kelime söyleyerek Alman'a tekrarlattı. Sonra söylediği sözlerin anlamını tekrar aktarması için yanındaki çocuğa kelime-i şahadetin Türkçe karşılığını söyledi. Heyecanla titrediğimi farkettim. Alman'a Semih diyordu hoca. Demek adını Semih koymuşlardı. Semih başını sallıyor¸ "evet" diyordu¸ "ne dediğimi biliyorum ve kabul ediyorum: Allah'tan başka ilah yoktur ve Hz. Muhammed (s.a.v) onun kulu ve elçisidir..."
İçim kıpır kıpır olmuştu. Hoca bize bir hadis-i kutsiyi nakletti. Mealen şöyle birşeydi: "Allah eğer bir insana hidayet nasip ederse onu hiç kimse yolundan saptıramaz ve Allah birisini saptırırsa hiç kimse ona hidayet veremez." "İşte" diyordu mütebessim hoca¸ Semih'i göstererek¸ "kim buna verdi hidayeti?.." Başka hadisler de söyledi. İslam’ın beş şartını anlattı.
Orada oturan insanlardan bazıları -ki çoğunun orada çalışan işçilerimiz olduğu anlaşılıyordu- ısrarla hocadan¸ Semih'e İslâmı Almanca kaynaklardan öğrenmesi yolunda telkinde bulunmasını istiyorlardı. İslâm'ı öğrenmek için kendilerine bakmamasını söylüyorlardı Semih'e. Bu da işin acı tarafıydı. İslâm'ı anlatan Almanca kitaplar hediye ettiler ona. "Hocam" diyordu bazıları¸ "şu merasim faslını bir an önce bitirelim de tebrik edelim Müslüman kardeşimizi!"
Gerçekten biraz sonra hocanın duasıyla ayağa kalktık. Fakat Semih kalkmakta zorlanıyordu! Belki de hayatta ilk defa diz çökmüştü. Dakikalarca bu vaziyette kalınca ayakları uyuşmuştu. Hemen koluna girdiler. İşte tam o anda titrek bacaklarıyla bana bir ceylanı çağrıştırdı Semih. Saçsız kafasıyla da Matrix'den henüz çıkarılmış Neo'yu hatırlatıyordu. O an sorsaydı¸ neden dizlerim acıyor diye¸ cevabım hazırdı: "Onları daha önce hiç kullanmadın ki!"
Hemen bir sıra yaptık mescid içinde. Herkes sırayla tebrik etti Semih'i. Ben elini sıkmadım ama doğrudan sarıldım¸ bağrıma bastım kardeşimi. Hayatta kaç kez günahsız¸ tertemiz bir Müslüman'a sarılma fırsatı geçer ki ele? Gözlerinin içine sevinçle baktım "hoş geldin" diye fısıldadım. "Aramıza hoş geldin.."
Aklımda¸ Der Spiegel dergisinde İslâm'ın dünyada en hızla yayılan din olduğuna dair haberi¸ gözlerimde neşeli bir ışıltı¸ dilimde Nasr suresi vardı. Allah¸ Nasr suresinde buyuruyordu ya:
"Allah'ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit Rabbine hamdederek onu tesbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü O¸ tevbeleri çok kabul edendir."
Salih Cenap BAYDAR
YazarŞeyh Abdurrahman Erzincanî’nin soyu, Orta Asya’dan gelerek Erzincan’a yerleşmiştir. Evlâd-ı Rasûl’den ve Yıldırım Bâyezîd devri meşayihlerindendir. Zamanının gerekli ilimlerini memleketi olan Erzincan...
Yazar: Resul KESENCELİ
Yavaşça gözlerini açtı. Nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Son hatırladığı şey zıplarken bir tele takıldığı ve karnının çok acıdığı idi. Ne kadar çabalasa da o telden kurtulamamış bitap düşmüştü. ...
Yazar: Emine Yılmaz DERECİ
Dinî-tasavvufî eserlerde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in beden özelliklerini ve manevî şahsiyetini ifade için çok sayıda eser kaleme alınmıştır. Bunlardan Nûr-ı Muhammedî veya Hakîkat-i Muhammediye konulu e...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Yavuz Sultan Selim’in kısa süren saltanatından sonra Osmanlı Devleti’nin başına geçen oğlu Kanûnî Sultan Süleyman da babası ve dedeleri gibi tasavvufa meyilli bir padişahtı. Hatta o tasavvufa meyli ba...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE