ALLAH’IN VARLIĞININ VE KUDRETİNİN DELİLİ: “RÜZGÂRLAR”
Mîlâdî, 627; Ebû Süfyan komutasındaki Mekke müşrikleri Beni Nadir Yahudilerinin teşvikiyle Bedir ve Uhud Savaşlarında elde edemedikleri zaferi elde etmek için üçüncü defa birleşik kuvvetlerle Medîne-i Münevvere üzerine yürüdüler. Amaçları Hz. Peygamber (s.a.v)’ı ortadan kaldırıp İslâm’ı yok etmek ve Müslüman olan kardeşlerini tekrar atalarının dini olan şirke döndürmekti. Bu savaşın bir başka amacı da Suriye ve Irak ticaret yolunu daha güvenli hale getirmekti. Mekke müşrik ordusu Medîne önlerine geldiklerinde o zamana kadar hiç görmedikleri yeni bir savaş stratejisiyle karşı karşıya geldiler. Hz. Peygamber (s.a.v.) başkanlığında toplanan savaş şûrâsı Medîne’de kalıp savunma harbi yapma kararı almıştı. Sahâbeden Selmân-ı Fârisî’nin teklifiyle Medîne’nin hücuma açık olan kısmında hendek kazılacaktı. Bu savaşa “Ahzâb ve Hendek Savaşı” adı verilmişti. İttifak kuvvetleri yaklaşık bir ay boyunca hendeğin ötesinde bocalayıp durdular. Şaşkınlık içindeydiler. Bir türlü hendeği geçip de Müslümanlarla göğüs göğse çarpışamadılar. 12.000 kişilik müşrik ordusuna karşılık, Müslümanların sayısı 3.000 kişiden ibaretti. Sayıları İslâm ordusundan dört kat büyüklükte olmasına rağmen hiçbir gelişme kaydedemediler. Akşam vakti müşrik ordusu, ümitsiz ve çaresiz bir şekilde beklerken hendeğin düşman tarafında, ansızın çok soğuk ve dondurucu bir fırtına çıktı. Şiddetli fırtına, çevreyi kasıp kavuruyordu. Rüzgârın şiddetinden müşriklerin çadırları havada uçuyor, ateşleri sönüyor, kazanları devriliyor, develeri ve atları sağa sola kaçıyordu. Ortada olağanüstü bir durum vardı. Şiddetli ve buz kesen rüzgârın etkisiyle panikleyen müşrik askerler korunmak için hayvanların karınlarının dibine sokuluyorlardı. Bu normal bir çöl fırtınası değildi. Çünkü hendeğin Müslümanlar tarafında, fırtına yerine sükûnet hâkimdi. Müşrikler, çok geçmeden işin içinde olağanüstü bir durum olduğunu anlamışlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ashâb-ı kirâm karşı tarafta yaşanan dehşet verici manzarayı Yüce Allah’a hamdederek izliyorlardı. Büyük bir korku ve panik içinde canlarının derdine düşen müşrik ordusu hiçbir başarı gösteremeden çoktan Mekke’nin yolunu tutmuştu. Şer ittifakı darmadağın olmuştu. Başta ordular komutanı Ebû Süfyan herkesten önce devesine atladığı gibi öfkesini içine gömerek perişan bir vaziyette kaçıyordu. Yüce Rabb’imizin bir defa daha kendisine zafer ve nusret ihsân ettiğini gören Hz. Peygamber (s.a.v.), onların ardından şöyle diyecekti: “Bu onların son savletidir. Artık onlar bizim üzerimize gelemeyecek, biz onların üzerine gideceğiz.”[1] Bu olay üzerine Yüce Rabb’imiz şu âyeti indirmişti: “Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani (düşman) ordular üzerinize gelmişti de Biz onların üzerine bir rüzgâr ve görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görmektedir.”[2] Rüzgâr, Şairin Dilinde Kanattır Yüce Allah’ın yerde ve gökte sayısız orduları vardır. Meleklerin dışında; ateş, su, hava, duman, toprak gibi tabiat kuvvetleri dediğimiz Yüce Allah’ın ordularının yanında rüzgâr da İlâhî kudretin emrinde olan bir ordudur. Arapçada rüzgâr kelimesi, çoğul olarak kullanıldığı zaman “hayır”, tekil olarak kullanıldığı zaman “şer” anlamına gelir. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v.) bir duasında, “Allah’ım, sen bunu rüzgârlar (riyâh) kıl, rüzgâr (rîh) kılma” buyurmuşlardır.[3] Rûh, ervâh, rîh ve reyhân aynı kökten gelir. Reyhân, kokulu bir çiçek adıdır. Rüzgâr koku getirdiği için kokuya ve rüzgâra “rîh” denmiştir. “Rûh” ise, şuur gücüdür. Sabâ rüzgârı, reyhân için âlem olmuştur. Şairin dilinde “Rüzgâr, bir kanattır.”, Hz. Peygamber (s.a.v.)’a selam taşır: Ey bâd-ı sabâ, uğrarsa yolun semt-i Haremeyn’e Selâmımı arz eyle Rasûlüssakaleyn’e. Yerine göre rüzgârlar, doğal bir esinti olabileceği gibi Hz. Yûsuf’un kokusunu babası Hz. Yakup’a, Hz. Süleyman’ın haberlerini dünya liderlerine taşıyan bir posta aracıdır. Evrende bulunan ateş, su, hava, toprak, rüzgâr gibi bütün nesneler, Allah’ın emrinde bulunan askerlerdir. Dolayısıyla, tekil anlamda kullanılan ve felâket anlamı taşıyan “rîh/rüzgâr” bazen zorbaların yenilmezliğine son veren ve esenliğin yolunu açan bir kuvvet olabilir. Tarihî süreçte, yeryüzünde sahip oldukları maddî güçleriyle övünen ve korkunç ihtişamın şımarttığı nice toplumlar, Allah’a rağmen yaşama isteğini seçtiklerinde rüzgârla iktidarlarına son verilmiştir. Buna en açık örnek, yüksek maddî medeniyet alanında bir benzeri yaratılmamış sütunlar sahibi, Allah’a rağmen yaşayan, Allah’a iman ve kulluğu reddeden Âd Kavmi’dir: “Âd Kavmi (Peygamberleri Hûd'u) yalanladı da azâbım ve tehdîdim nasılmış (gördüler). Biz onların üstüne, uğursuzluğu devamlı bir günde dondurucu bir rüzgâr gönderdik. O rüzgâr, insanları, sökülmüş hurma kütükleri gibi yere seriyordu. Nasılmış benim azâbım ve uyarılarım!”[4] “Âd Kavmi’ne gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve ‘Bizden daha kuvvetli kim var?’ dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah'ın, onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi (mûcizelerimizi) inkâr ediyorlardı. Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azâbını tattırmak için o uğursuz günlerde soğuk bir rüzgâr gönderdik. Âhiret azâbı elbette daha çok rüsvây edicidir. Onlara yardım da edilmez.”[5] Rüzgârlar, Rahmetin de Müjdecileridir Öte yandan rüzgârlar, yerine göre rahmetin de müjdecileridir: “Rüzgârları, rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O'dur.”[6] Rahmet, Yüce Allah’ın kullarına dönük iyilik ve ihsanlarıdır. Bu mânâda bereket kaynağı olan yağmur yağmadan önce rüzgâr onun kokusunu getirir. Rüzgâra, “cereyân” da denir. Cereyân sözcüğü rüzgâr mânâsına geldiği gibi, fikir akımları mânâsına da kullanılır. Meselâ İslâmî akımlar, ilhâdî/materyalist akımlar gibi. Hz. Peygamber (s.a.v.)’dan gelen bir rivâyette, “Kalpler, Rahman’ın iki parmağı arasındadır. Onları dilediği gibi çevirir.” buyrulur.[7] İşte rahmetin müjdecisi olan rüzgârlar, böyle bir değişim atmosferinde devreye girer. Furkân Sûresi’nin 48. âyetinde geçen “rüzgârlar” içtimâî fikri cereyânlara da tekâbül eder. Toplumun yön haritası, iyiye ve güzele yönelik olduğu zaman bu rüzgârlar, toplumun bilumum katmanlarında esmeye başlar. Büyük sevinçlere vesile olan doğumların sancılı oluşu gibi, toplumsal değişimler de sancılı olur. Toplumsal değişimi tetikleyen ilâhî rahmet de durgun havada gelmez. Mecâzî anlamda dinî, fikrî, ictimâî, kültürel ve siyâsî tartışmalar şeklinde ortaya çıkan rüzgârlar, rahmeti kuşanacak bir toplumsal yapının oluşum müjdecileridir. Bilindiği gibi ictimâî sahada görüş farklılığı, durgun giden fikrî yapının tartışmalarla hareketlenmesidir. Yerine göre, kötülük gibi görülen ve sancılı geçen sosyal değişmeler, sonunda kılık değiştirmiş iyilikler şeklinde tezâhür edebilir. Nasıl ki yağmurun müjdecisi olan rüzgârlar tabiat için rahmetse, toplumun sosyal dokusunu kuvvetlendiren fikrî cereyânlar da sorunların çözümünü kolaylaştırır ve hayatın her alanında yenileşmenin yollarını açar. Bu da toplum için rahmet vesilesi olur. Bir başka açıdan insan fıtratına aykırı olan ilhâdî cereyânlar bir kum fırtınasına benzer. Nasıl ki çölde rüzgârın etkisiyle kopan bir kum fırtınası, göz gözü göremez hale getirip fırtına dinince taşlar yerli yerine oturursa, toplumsal hareketler de belli bir olgunlaşma süreci yaşadıktan sonra sâkinleşir ve mutlaka sağduyu bu fırtınanın içinden gâlip çıkar. Rüzgârların birey ve toplumlar için sayılamayacak kadar da faydaları vardır. Yüce Allah bütün varlıkları çift yarattığı gibi bitkileri de çift yaratmıştır. Doğal ortamlarında bitkilerin üreyip çoğalmasında rüzgârlar aşılayıcı bir rol üslenirler. Nitekim bir âyette şöyle buyrulur: “Biz rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik.”[8] Bahar aylarında ortaya çıkan polen denilen çiçek tozları, bitkilerin erkek tohumlarıdır. Bu tohumlar rüzgâr sâyesinde dişi bitkilere taşınmak sûretiyle aşılanır ve neticede bitkilerin ürünlerinin olmasını sağlarlar. Ayrıca günümüzde enerji üretiminde de rüzgârlardan istifade edilmektedir. Sonuç olarak rüzgâr, Yüce Allah’ın yarattığı latîf bir varlıktır. Gözle görülmez ama etkisini üzerimizde hissettirir. Bu bağlamda rüzgârlar, yerine göre azap, yerine göre rahmet vesilesidir. Aynı zamanda Yüce Allah’ın varlığının da en büyük delilidir. Bununla birlikte mecâzî anlamda fikri cereyânlar, güç ve devlet mânâsına da kullanılır. Şu âyette geçen rüzgâr “güç ve devlet” mânâsına gelir: “Allah’a ve Rasûl’üne itâat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”[9] Esas olan insanın Rabb’imizin kendisine verdiği nimetleri keşfetmesi ve ondan istifade etmesini bilmesidir. [1] Bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 115. [2] 33/Ahzâb, 9. [3] Nevevî, el-Ezkâr, Kahire, 1955, s. 163. [4] 54/Kamer, 18-21. [5] 41/Fussilet, 15-16. [6] 25/Furkân, 48. [7] Tirmizî “Kader” 7. [8] 15/Hicr, 22. [9] 8/Enfâl, 46.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarHer bidâyetin bir nihâyeti vardır. Bizler fânî varlıklarız. Bâkî olan sadece Yüce Allah (c.c.)’tır.Esas olan O’nun istediği gibi bir hayatı yaşayabilmektir. İnsan hayatı, doğum ve ölüm arasında ...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Arapçada “eş-şerîke” ve “eş-şirk” şeklinde kullanılan şirk sözcüğü, “ortaklık” mânâsına gelir. İtikâdî anlamda şirk, Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ortağı olduğunu kabul etmek, O’ndan b...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Rûh, sözlükte, “rüzgâr, koku, kuvvet, can, nefes, canlılık, öz”, mânâlarına gelir. Istılahta ise rûh, “insan bedeninde bulunan hayatın temeli, maddî olmayan yalın bir cevher, h...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
İslâm’a göre insan hayatı kutsaldır ve bu hayatın korunması için emniyet, huzur, güven, özgürlük ve barış ortamının sağlanması gerekir. İslâm geleneğinde Hanefî-Mâtürîdî âlimler, kimin, insan ha...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ