AİLEDEN, TOPLUMA: BİR VAROLUŞ SANCISI
Aileyi, kestirmeden en küçük ve güçlü toplum öğesi diye tanımlarız. Bizim, sığınılacak en son ve biricik limanımızdır. Doğumla bize kollarını açar, mezara girinceye kadar da yoldaşlığına devam eder. Pedagoji uzmanları, çocuğun ana rahminden çok önceleri madde ve mana uzuvlarının gelişimine başladığını, ünsiyetin, ruh beraberliğinin, huy ve seciyenin izleğinin orada yeşerdiğini söylerler. Çok bilinen bir tespit vardır: Anne çocuğunu beş yaşında, eğitimi için uzmanına götürdüğünde acaba erken mi geldim diye düşünürken, beş yıl geç kaldığını anladığında, bunun bir gereklilikten çok, ihmali çok ağır faturalarla ödenecek hayatiyet olduğunu fark eder. Ana rahmi, çocuğun dış dünya ile kurduğu, kimlik ve kişiliğinin oluştuğu, zevk ve sanat mevcelerinin ılgıt ılgıt damıtıldığı tariften azade bir sıcak yuva olduğunu söyleyelim. Anne, hırslı ise, çocuk çoktan kaprisler dünyasına doğru kulaç atmaya başlamıştır. Çocuk, sanat damarlarını, göbek kordonu ile sessiz ve derinden beslemeye, geleceğin, Itri’si, Dede Efendi’si ya da Beethoven, Mozart’ı olma yolunda ilerlemeye başlamış demektir. Toplumu, çok katmanlı hiyerarşiler silsilesi diye anlarsak, çocuk ailede güçlü, dirayetli olmasını, sonrası adım atacağı, farklı kültür ve ekonomik taleplerin uçuştuğu dış dünyaya karşıda, o kadar kıvrak bir ruh hali ile hazır bulunuşluğu yaşar. Düştükçe, kalkmasını, bunaldıkça, ferah ruh atmosferlerini soluyacağı, manevî ortamlarda gıda almasının yollarını bilir ve bulur. Sağlıklı birey, sağlıklı toplumunda alt yapısını oluşturmaz mı? İronik bir söylem olarak; otomobilin icadı ile sokaklara dökülen insanlık, televizyonun bulunması ile tekrar evlerine döndü, denir. İlkesel olarak oldukça doğru. Ne var ki, günümüz sosyal medya argümanları, aileyi kendi içinde, bir arada iken, birbirine yabancılaştırdı. Anne, yapacağı yemeği, sosyal medya üzerinden çocuklarının beğenisine sundu. Baba, saatlerce gezindiği sosyal medyadan kafasını kaldırmadan kahvesini yudumlamaya devam etti. İlahi kitabımız Kur’an, sahte, iğreti, huzur ve sükûnun olmadığı evleri, mekânları Ankebut Suresi’nin 41. ayetinde geçici örümcek evlerine benzetir. “...Örümcek, (ağını) kendine bir yuva yapar, ama yuvaların en çürüğü de örümceğin yuvasıdır. Keşke bilselerdi!” Akşamın alaca karanlığı, üstümüze bir örtü gibi giydirildiğinde, ev ve mahremiyet, aile ve sükûnet kavramları ne kadar anlam kazanır. Fırtınalı bir yolculuğun ardından ulaştığımız bir liman mesabesinde ev, bizi bağrına basar ve sükûnet kollarını uzatarak, koruma motorlarını çalıştırmaya başlar. Dingin, asude mana ikliminde bin bir esintinin geçit yaptığı, ruhî olgunluğa doğru yükselmeye başlarız. Anne, tebessüm içeren yüz mimikleri ile baba, kaş çatan heybetli duruşu ile bizi, adeta her türlü zorluğun üstesinden gelebileceğimiz bir gönül ve sevgi fırınında pişirirler. Mutlu ailelerde yetişen birey, mutlu toplumu oluşturur. Gelecek kaygısı, yerini tevekküle, ekonomik zorluklar, bir ve beraber olmaya doğru kanat açacaktır. Hazreti Peygamber (s.a.v.); “Kadınlar, sizin emanetinizde, yediklerinizden yedirin, giydiklerinizden giydirin.” buyuruyor. Bugünün insanı, aileyi şirkete dönüştürmüş durumda. Ömrünü bir yastıkta geçirmiş, ama hiçbir aile bağını küçük hesap ve kaygılar için çürütmemiş “Ömür Dediğin” hayatta, mübarek alnı ve nasırlı elleri öpülesi, Anadolu insanın, televizyon ekranlarında geçen mahcup ve mükedder, ibretlik sözleri hep şu oldu: “Yokluğu gördük, şükrettik, varlığı tattık, şımarmadık, hanım kızdığında ben sustum, ben kızınca hanım başını önüne eğdi, geçim ehli olduk böylece.” İşte unutulmuş, yaşam boyu mutlu aileler için altın reçeteler… Parçalanmış, bölünmüş aile dramları gün geçmiyor ki, en yakınımızda dahi yaşanmasın. Mahkeme kapıları, boşanmak için sıraya girmiş, örnek gösterebileceğimiz aile çocuklarının aşındırdığı bir dünya oldu. Seviyeli birliktelik ya da ya benimsin ya toprağın aymazlığı. Biz anlaşarak ayrıldık, anlaşmalı boşanmalar, neredeyse anlaşmalı yaşamın önüne geçti. Modern dünya, sarmal bir yaşam anaforuna doğru hızla bizi çekmekte. İnsanlık, yeniden geleneksel ailenin, dedenin, bahçede küçük bir aletle büyük mutlulukları harmanladığı, ninelerin, bin bir gece masallarını, Hazreti Ali cenklerini destansı bir dille anlattığı, sofra başı günlerini hasretle, muhabbetle özler oldu. Ruhumuz çok aç... Bu açlığı giderecek, gönül dostlarına, maneviyat büyüklerinin, dingin sözlerine muhtacız. Küçük Dokunuşlar, Büyük Hayat Kurtarır Darende, küçük ve şirin bir ilçemiz. Burada yaşamış, insanlığın mana ve maddesini lif lif dokumuş, eğitimden sağlığa, mimariden çeşmeye, okuldan Kur’an Kursu’na, hayatın hemen her noktasına dokunmuş, Osman Hulûsi Efendi (k.s.)’nin hayatına şöyle bir baksak yeter. Bir topluluk içinde seveni ile otururken, aniden ayağa kalkıp, ceketini düğmelemesi dikkati çeker. Efendim, aceleniz ve telaşınız niye diye sorulunuzca: “Hacı validenize çağırmış.” diyerek, kadına, eşe, hayat arkadaşına, çocuklarının anasına verilmesi gereken değeri bir sözle özetlemiyor mu? Eşinin bilgisi dışında, ikinci evliliğini yapmak için danışan kişiye, “Hanımının rızası her şeyin üstünde, ondan habersiz bir şey yapma.” diyerek yüz geri çevirdiği, uzun süre sohbetlerine o kişiyi almadığı anlatılır. Toplum, her türlü tahribattan, ailenin naif tamiratları ile korunmaz mı? Bütün mesele, burada düğümlenmektedir. Üstat Necip Fazıl, Muhasebe şiirinde, toplum hayatını tarumar eden tehlikelere, o günden dikkat çekmiş; Cemiyet, ah cemiyet, yok edilen ruhiyle Ve cemiyet, cemiyet, yok eden güruhiyle... Sonrasında gelinen hazin manzarayı şu tablo ile özetlemiş, arkasından da çözüm ve örnek iradesini ortaya koymuştur… Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem! Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem, Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve âşıkları, Alt kat: Kız kardeşimin (Tamtam) da çığlıkları. Bir kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim; Buyrun ve maktaından seyredin, işte evim! Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş! Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş... Şahsın, kendine düşeni yapmasıyla, toplumun yeniden hayat bulacağını, yaşanılır olacağının müjdesini vermiştir. Zira bize yılgınlık yakışmaz. İman varsa, imkân hep olmuştur. Esas mağlubiyet, meydanlardan önce, inançsızlık mevzilerinde yaşanır. Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım! Mukaddes emanetin, dönmez davacısıyım! Şair, bu haykırışı ile kararlı, azimli ve mefkûre sahibi insanın panoramasını çizer. Günümüz insanı, birazda bu zorlukları yaşamadığı için, en küçük zorluk karşında çaresiz kalmaktadır. Çözümsüz, ara meydanda bekleyip duran bir zavallı durumuna düşürüldü bugünün insanı. İyilik yaptığımızı düşünürken, çözümsüzlüğe, yardım edeyim derken yalnızlığa kurban verdik, farkına varmadan. Hasım Değil, Hısım Ezelden İki Varlık: Aile ve Toplum Anne, çantasını taşıyor, baba su kabını, çocuk, mağrur ve muzaffer bir komutan edası ile beş adımlık servis aracına doğru yürüyor. Sonrasında, en küçük sorun karşısında, okulda öğretmen ya da müdürüne, evde anne ve babasına koşmayı biliyor. Saatlerce oynadığı arkadaşı hısım olması gerekirken bir anda hasım olup çıkıveriyor. Hani nerde kaldı, kadim kültürümüzün, komşu ve arkadaşlık üzerine emanet ettiği değerler manzumesi. Pişirdiği yemeği, kokusunun ulaştığı kırk kişiye kadar tattırmasının salık verildi Risalet emri. Ya da, modern mimarimizin bugün içinden çıkamadığı, binaların üst üste karton gibi yığıldığı, hiç bir estetik ve şehir armonisinden haberimizin olmadığı, zorlama dikey mimarî tarzımız. İşte size, Nübüvvet tavsiyesi, çağlar üstü bir mesaj: “Evini, komşunun evinden fazla yükseltme ki, rüzgârına ve ışığına mani olmayasın.” Aile ile toplum arasında en güçlü bağımız komşuluk idi, onu da aradan kaldırarak, kişiyi, topluma, topluma kişiye yabancılaştırdık. Eski İstanbul’u, anlatırken güzel ve manidar bir söz vardır: Herkes biraz çocuk, her çocuk da biraz büyüktü. Bütün bunlar çözümsüz ve çaresiz değildir, çare bizde, bizim tutum ve davranış kodlarımızı yeniden güncellemekte yatıyor. Küçük dokunuşlar, büyük hayalleri beraberinde getirir. Yaşanmış, tecrübe edilmiş kadim değerler dünyamızın sesine bir nebze kulak vermek gerekiyor. Tasavvuf tarihi üzerine çalışmaları ile bildiğimiz değerli kelam ve kalem hocamız, Mahmut Erol Kılıç, küçük bir beldede yaşanan manevî ve tasavvufî bir hayatın, örnek sosyolojik kesitlerini sunmuştu. Özetle şöyle; bir beldede yaşanan manevî iklimin, sosyal ve kültürel dokusu incelenmiş, uzun bir tarih dilimini ele alarak, orada en küçükte olsa, hiçbir suç ve adlî vakaya rastlanmadığını söylemişti. İtalya’da başlayan, bizde bir çok il ve ilçemizin bu unvana kavuştuğu, sakin beldeler... Cittaslow kriterleri, yedi başlık altında toplanan, Cittaslow şehirleri. Ya da bizdeki adıyla, huzur şehirleri… Ne dersek diyelim, aklın yolu bir değil mi? Eğitim dünyamızı, aile yapımızı, yaşanılır toplum hayalimizi, yeniden insanlık ve değerler manzumesi şekline dönüştürerek, hayat felsefemizi kurgulamamız, küçük dokunuşlarla, yeniden küllenen tarihin soylu sahnelerinden ilham alarak, çağın damarlarına doğru bir uzun yolculuğa çıkmamız gerekiyor.
Ramazan YILDIZ
YazarOsmanlı Devleti’nin her cihetten fetihlerle genişlemesinde büyük pay sahibi olan hükümdar Kanûnî Sultan Süleyman Han’dır. Onun döneminde ordunun özellikle Batı’ya yönelmesi ve gemilerin Akdeniz’e sürü...
Yazar: Hamit DEMİR
Dergicilik, ilk sevdaların sessiz ve derinden çağladığı, ilk heyecanların anaforunda kararlı bir deniz yolculuğuna benzer. Limana varmadan, bazen ilk çıkan fırtınada alabora olur, sağ salim eve dönmey...
Yazar: Ramazan YILDIZ
İmâm-ı Busûrî’nin (ö.695/1296 [?]) Hz. Peygamber (s.a.v.)’i övmek, O’nun fizikî ve ahlâkî yönlerini dile getirmek için kaleme aldığı “el-Kevâkibü’d-dürriye fî medḥi ḫayri’l-beriyye” adlı ç...
Yazar: Fatih ÇINAR
Arap dilinden Türkçeye geçen ve "kardeş(im)" anlamına gelen "ahî" kelimesi, İslâmî kavramlardan biri olan uhuvvetin de tecellisidir. Ahîlik (akılık), Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü gibi bazı ilim adamlar...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ