AHLÂKIN DAVRANIŞLARA YANSIMASI
“Ahlâkçılar açısından nefş insanın daha ziyade manevî /ruhî yönünü temsil eden ilahî cevhere verilen isimdir.
“Ahlâkçılar açısından nefş insanın daha ziyade manevî /ruhî yönünü temsil eden ilahî cevhere verilen isimdir. İnsan onunla canlıdır¸ o yönüyle görür¸ işitir /kavrar ve düşünür. Dolayısıyla nefş insana özgü¸ idrak sahibi bir melekedir.”
Ahlâkçılar¸ sahibine kazandırdığı saygınlık¸ değer ve fazilet sebebiyle ahlâkı “Ahlâkı Hasene” ve “Ahlâkı Hamide” şeklinde; güzel ahlâk ve kişinin toplum içerisinde saygınlığını kaybettirmesine¸ yerdirmesine ve kadr u kıymetini düşürmesine bakarak da “Ahlâkı Seyyie”¸ “Ahlâkı Zemime” şeklinde kötü¸ çirkin ahlâk kısımlarına ayırmışlardır.
Konuya ahlâkı¸ mahiyetini¸ kapsamını ve amacını tanıtarak başlamak isteriz. Genel bir ifade ile söyleyecek olursak ahlâk¸ insanın ruhîilahî yönüyle ilgili bir kavramdır. Bir insanın nefsinde yerleşmiş¸ iyilik ya da kötülük; fazilet ya da rezilet olarak nitelendirilebilecek kalbî /zihnî durum¸ zahirî görünüm¸ tavır ve davranışların tamamını kapsar. Akıl¸ ilim ve iradeye dayanmakla birlikte en belirgin özelliği insanda huy olarak yerleşmiş olup hiç zorlanmadan; kolaylıkla yaşanabilen bir meleke olmasıdır.
Ahlâk kelimesi lügatta¸ kişilik¸ âdet¸ huy¸ tabiat¸ seciye ve kuvve gibi anlamlara gelen Hulk ve Huluk kelimelerinin çoğuludur.
Ahlâk¸ Kur’anı Kerim’de tekil haliyle iki yerde geçer. Bunlardan birinde¸ “Bu öncekilerin yalan söyleme adetinden /elHuluk başka bir şey değildir¸ biz azap görmeyeceğiz.” âdet¸ alışkanlık¸1 diğerinde ise¸ “Sen elbette muazzam bir ahlâka sahipsin”2 ayetinde görüldüğü gibi huy¸ ahlâk anlamında kullanılmıştır.
Ahlâk¸ kelime olarak Kur’anı Kerim’de az kullanılmakla birlikte ahlâkla ilgili olan iş¸ tavır ve davranışları ifade eden birr¸ takva¸ hayr¸ hasene... ile bunların zıddı olan ism¸ fücur¸ şerr¸ seyyie... kavramlarının kapsamına dahil kelimeler olarak çokça kullanılmıştır. Hadislerde ise¸ tekil haliyle hulk ve çoğulu ahlâk sıkça kullanılmıştır.
Ahlâkın¸ bu güne kadar pek çok tarifi yapılmıştır. Bunlar içerisinde en yaygın olanı İmam Gazalî (ö.1111) ile Seyyid Şerif elCürcanî (ö.1413)’nin yapmış oldukları tariflerdir.
İmam Gazalî’nin ahlâkı tarifi şöyledir: “Ahlâk¸ nefisde yerleşmiş olup kendisinden fiillerin¸ fikre ve düşünceye ihtiyaç duyulmadan¸ herhangi bir zorlanma olmadan kolayca meydana geldiği bir hey’et(meleke)’dir.3
Cürcanî’nin tarifi ise aşağıyukarı Gazalî’nin yaptığı tarifin aynıdır: “Ahlâk¸ nefisde kalıcı olarak yerleşip kendisinden fiil ve davranışların fikrî bir zorlanma ve meşakket olmadan; kolaylıkla hasıl olduğu bir melekedir.”4
İbn Miskeveyh (ö.1030) gibi diğer İslâm ahlâkçılarının da paylaştıkları bu tariflerde ahlâkı belirleyen ögeleri şöyle tesbit etmemiz mümkündür:
1 İnsanla ilgilidir¸
2 Nefisde yerleşip huy halini almış bir melekedir¸
3 Fikrî bir düşünce ve çaba ile oluşmamıştır¸
4 Alışkanlık sonucu zorlanmaksızın¸ kolayca meydana gelir.
Yukarıda yapmış olduğumuz bu tarif ve tesbitlerimizi çözümlediğimiz takdirde ahlâkın mahiyetini de kavramış olacağız.
Denilmişti ki¸ “İnsanla ilgilidir”: Ahlâk insanın ruhî /ilahî yönüyle ilgili olduğu için sadece insanla ilgili bir kavramdır. İnsanların dışındaki canlılarda Allah’dan bir cüz olan Müdrike ya da Natıka anlamında ruh bulunmadığından diğer varlıklarla ilgili değildir. Hayvanlarda da yerleşik melekeler vardır. Bunlar için ahlâk değil genellikle huy terimi kullanılır. “Huylu hayvan” ya da “huysuz at” sözlerinde olduğu gibi.
“Nefsde yerleşip huy halini almış bir melekedir”: Nefiş lügatta ruh¸ can¸ Allah’ın zatı¸ insanın kendisi; insanın cismine izafe edildiği zaman şehvet ve gazap gibi bedensel hayvanî güçleri mahiyetinde taşıyan meleke anlamına gelir. Nefis bu manaların hepsinde Kur’anı Kerim’de kullanılmıştır.
Ahlâkçılar açısından nefş insanın daha ziyade manevî /ruhî yönünü temsil eden ilahî cevhere verilen isimdir. İnsan onunla canlıdır¸ o yönüyle görür¸ işitir /kavrar ve düşünür. Dolayısıyla nefş insana özgü¸ idrak sahibi bir melekedir.
Tasavvuf ehline göre nefş şehvet ve gazap gibi bedensel güçleri kendisinde bulunduran ahlâkîpsikolojik bir güçtür. Bu anlayışa göre nefs “kötülüğü çok emrettiği”5 için aynı zamanda kötü niteliklerin bir ilkesidir.6
Gerek ahlâkçıların gerekse mutasavvıfların yapmış oldukları bu tariflerden anlaşılıyor ki nefş insanın ahlâkîpsikolojik yönü ile ilgili olup tabiatındaki aslî unsurlardan olan şehvet ve gazap özelliğine rağmen onu diğer canlılardan ayıran ve yücelten bir cevherdir.
Nefsi kısaca tanıdıktan sonra belirtmeliyiz ki¸ bir vasfın ahlâk niteliğini kazanabilmesi için onun¸ alışkanlık sebebiyle nefisde yerleşmiş¸ şahsın kişliğini yansıtan bir huy¸ âdeta ikinci bir tabiat halini almış bir meleke olması şarttır.
Zaman zaman gelip geçici olan tavır ve davranışlara hâl denir. Bu nedenle insanda değişkenlik arz eden hâller ahlâk olarak nitelendirilemezler. Mesela korktuğu zaman kişinin benzinin sararması¸ kalbinin ya da bedeninin titremesi¸ utandığında yüzünün kızarması... geçici hallerdir¸ ahlâk değildir. Fakat yufka yüreklilik /kabalık¸ merhametlilik /acımasızlık¸ yiğitlik /korkaklık¸ cömertlik /cimrilik¸ iffetlilik /aşırılık¸ haya /utanmazlık gibi duygular gelip geçici olmaksızın insanda yerleşip huy¸ meleke halini almışlarsa¸ işte o zaman bunlar ahlâk olarak nitelendirilirler.
Fikrî bir düşünce ve çaba olmadan: Bir iş ya da bir davranışta bulunmadan önce “şöyle mi yapsam¸ böyle mi?”; “İyi mi olur¸ kötü mü?”... şeklinde bir teemmül ya da düşünce safhası geçirilmeden yapılanlar ahlâklı davranışlardır. Bir an dahi olsa¸ düşündükten ve menfeatine uygun olup olmadığını araştırdıktan sonra yapılan iş ve davranışlar ahlâk niteliğinden uzaktır. Çünkü yapılmasının gereği hissedilir edilmez yatkınlık ve alışkanlık icabı hemen yapılan şey ahlâktır.
Alışkanlık sonucu olup zorlanmaksızın¸ kolayca meydana gelir: Dıştan ve içten gelen hiç bir zorlama ya da zorlanma olmaksızın insanın tabiatından kaynaklanan bir duygu ve arzu sonucu yaptığı iş ve davranışlar ancak ahlâklı davranışlardır. Bir kimse¸ hep zorlandığı ve kendisini baskı altında hissettiği için birine bir şeyi veriyor veya herhangi bir baskı olmamakla beraber tabiatı icabı istemeye istemeye birine yardım ediyorsa bu durumda vermesi ya da yardım etmesi de o kimsenin cömert veya yardımsever olduğunu ifade etmez. Yani böylesi davranışlar ahlâklı davranış sayılmaz.
Kolaylıkla meydana gelmesi şartı ise¸ aynen usta bir saz sanatçısının parmaklarının ya da mızrabının gerektiği zaman gerektiği yerde olarak sanatını icra etmesi... daktilonun tuşlarını on parmağıyla kullanan kâtibin... nerede¸ hangi hareketi¸ hangi organıyla ve nasıl yapacağını hiç düşünmeden¸ otomatik olarak beceren usta bir şoförün... yaptığı gibi¸ bir tavır¸ bir davranış ve nitelik kişide âdeta kendiliğinden hasıl olurcasına yapılıyorsa işte bu ahlâktır.
“Ahlâk’ın ilim ya da zekâ ile de ilgisi yoktur” denilir. Çünkü nice ilim erbabı vardır ki çevresince sevilmez veya nice zekî insanlar vardır ki¸ çevresinde şeytan olarak nitelenidirilirler. Bunun tersi de vakidir. İlmi yok¸ ama güzel ahlâkı sebebiyle övülmeyi hak eden insan da çoktur...
Ahlâkçılar¸ sahibine kazandırdığı saygınlık¸ değer ve fazilet sebebiyle ahlâkı “Ahlâkı Hasene” ve “Ahlâkı Hamide” şeklinde; güzel ahlâk ve kişinin toplum içerisinde saygınlığını kaybettirmesine¸ yerdirmesine ve kadr u kıymetini düşürmesine bakarak da “Ahlâkı Seyyie”¸ “Ahlâkı Zemime” şeklinde kötü¸ çirkin ahlâk kısımlarına ayırmışlardır.
Ahlâk İlmi Profesörlerinden değerli dostum Mustafa Çağrıcı’nın da belirttiği gibi hem halk arasında hem de ilgili literatürde bir galatı meşhure olarak Ahlâklı veya Ahlâk sahibi denildiğinde hep “Güzel Ahlâk”¸ Ahlâksız denildiğinde ise “Kötü ya da Çirkin Ahlâk” anlamı kast edilir. Biz de ister istemez¸ bu yaygın yanlışı işlemekteyiz.
Ahlâkın kapsamına gelince¸ Tirmizî’nin naklettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle demiştir: “EsSemtü’lHasenu ve’tTüedetu ve’liktisad /husni hâl¸ teennî¸ iktisad peygamberliğin kırkta biridir.”7
Peygamberler ahlâken yüce ve seçkin insanlardır. Demek ki onlar bu yücelik ve seçkinlik vasfını her zaman ve her yerde kılık ve kıyafetlerine dikkat etme söz ve davranışlarına titizlikle özen göstermeleri sonucu güzel görünme¸ acelecilik etmeme¸ düşünerek hareket etme ve ölçülü davranma huy ve alışkanlıkları ile kazanmışlardır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi ahlâk insanın sadece davranışlarını değil¸ kalbî duygu ve düşüncelerini; içinin dışarıya yansıması sonucu zahiri görünümünü¸ davranışlarını¸ tavır ve hareketlerinin hepsini kapsar. Tabii ki bunlar öncelikle insanın kendisiyle¸ sonra diğer insanlarla barışık¸ kalben ve zihnen arı¸ duru ve mükemmel olmanın sonucu olursa ahlâk vasfını alır. Düşünce boyutu ile dışa yansıyan boyutu¸ başka bir ifade ile içi ile dışı bir olmayan hiç bir tavır ya da iş ahlâklı bir tavır ve iyi bir iş vasfını hak etmez.
Allahu Teala: “Göklerde ve Yerdekilerin hepsi Allah’ındır. İçinizdekini ister açıklayın¸ isterseniz onu gizleyin; Allah onunla sizi hesaba çekecek; dilediği kimseyi bağışlayacak dilediği kimseye de azap edecektir. Allah’ın her şeye gücü yeter.”8 demiştir.
Bu ayetten açık ve net olarak anlaşılıyor ki¸ sorumluluk çağına gelmiş her kişi¸ sadece açığa çıkan iyi ya da kötü fiil ve davranışlarından değil zihnî faaliyetlerinden¸ tasavvuf ehlinin ifadesiyle¸ kalbî fiillerinden de sorumludur; Allah affetmediği takdirde bunlardan da sorgulanacak ve cezalandırılacaktır...
İslâm’da “Ameller niyetlere göre değerlendirilir”9 ilkesi esastır. Niyetler ise felsefecilere göre zihnin¸ mutasavvıflara göre kalbin¸ ahlâkçılara göre de nefsin faaliyetleridir. Kötü ya da iyi¸ bilerek ve isteyerek yapılan her iş mutlaka zihnin bir dizi faaliyetinden sonra gerçekleştirilir. O nedenle işlerin iyi veya kötü olarak yapılması zihinlerin iyi ya da kötü faaliyetlerinin sonucudur. Bir kişi¸ Allah’tan başka¸ birlikte yaşadığı insanlar nazarında ne kadar iyi bilinirse bilinsin! Eğer bu insan kötü bir işi yapmağa niyetlenir¸ kimsenin olmadığı yeri(!) araştırır ve kendince fırsatını bulduğu anda yasak olan işi yapacak olursa¸ bu ahlâken kötü bir insandır. Aynı şekilde fırsatını bulamadığı için kötülük yap(a)mıyor veya korktuğu için iyilik yapıyorsa¸ bu kimseye de güzel ahlâk sahibi denilemez.
Gazalî’nin de belirttiği gibi fazilet¸ arzular güçlü olduğu¸ ortam (esbap) uygun düştüğü ve engeller ortadan kalktığı halde¸ özellikle de istenmesine rağmen kötülüğün işlenmemesidir.”10
Yani bedensel güçlerimizle aklî ve iradî güçlerimizin savaşı sonunda akıl ve irade galip geldiği an ahlâktan ve faziletten söz edilebilir. Değilse bu reziletten başka bir şey sayılmaz.
Mesela¸ birinin namusuna ya da malına göz koymuş¸ zihnen ve hayalen onunla meşgul olup¸ bunu gerçekleştirmenin imkân ve fırsatını kollayan bir kimse... yapmak için fırsatını bulduğu ve yapmak üzere eyleme geçtiği bir anda¸ aczinden ötürü veya üstüne birinin geldiğini sezinler sezinlemez o işi yapmaktan vazgeçmişse¸ bu kişi yakalanmadığından ötürü hukuken olmamakla birlikte Allah nazarında ahlâken suçludur ve kesinlikle o kötülüğü yapmış sayılır. İşte bu yüzden de Allah dilerse affeder¸ dilerse hesaba çekip cezalandırır...
“Hicap Ayetleri”nin nüzulü¸ Kur’anı Kerim’de ‘sahabilerin ve zevcatı tahirat’ın kalplerinin tekmiz kalması’ illetine dayandırılır. Şöyle ki¸ söz konusu ayetlerin lafzından da anlaşılabileceği gibi sahabilerden biri¸ Rasulüllah (s.a.v.)’ın vefatından sonra Hz. Aişe (r.ah.) ile evlenmeyi tasarlamış ve kalbinde gizlediği bu arzusunu bir dostu ile paylaşmıştır. Henüz sözden ve tasarıdan öteye geçmemiş olan onun bu düşüncesi Rasulüllah (s.a.v.)’den ziyade Cenabı Allah üzmüş ki¸ derhal indirdiği şu ayetlerle o sahabiyi ikaz ve itapla cezalandırmıştır:
“... Peygamber’in hanımlarından bir şey isteyeceğiniz zaman bunu¸ perde arkasından isteyin. Böyle yapmanız sizin ve onların kalpleri için en temizdir. Allah’ın Rasulünü üzmeniz ve onun hanımlarını vefatından sonra nikâhlamanız size yakışmaz. Sizin böyle düşünüp bunu yapmanız Allah nazarında büyük bir olaydır.” 11
“Bir şeyi ister açıklayın ister gizleyin. Kuşkusuz Allah her şeyi çok iyi bilir.”12
Evet¸ bu sahabi zihnî bir faaliyetinden dolayı Allah nazarında ahlâken suçlu bulunmuş ve düşüncesi yakışıksız; hatta Allah nazarında büyük bir suç olarak nitelendirilmiştir.
Fakat bu durum iyi anlaşılmalı ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şu hadisinde söylemek istediği şey ile karıştırılmamalıdır: “Bir mü’min birine bir iyilik yapmayı düşünür ve imkânını bularak bu iyiliği yaparsa iki sevap; imkan bulamadığı için yapamazsa bir sevap kazanır. Bir mü’min birine bir kötülük yapmayı tasarlar ve imkânını bularak bunu yaparsa bir günah¸ iradesiyle o kötülüğü yapmaktan vaz geçerse bir sevap kazanır.”
Yukarıda da açıkladığımız gibi ayette söylenen ile hadiste söylenen aynı şeyler değildir. Birbirlerinden çok farklıdırlar. Hadiste söylenmek istenen şudur: Nefsî isteklerine mağlup olmuş kötülüğe meyleden bir mü’min¸ tam işin başına geçtiği anda yapacağı şeyin gayrı insanî bir iş¸ kendisinin de Allah’a isyan etmek üzere olduğunu düşünür ve bu yüzden imkânı olduğu halde ve kendi iradesiyle elini eteğini o işten çekerse... asıl zihnen /kalben temiz olan güzel ahlâk sahibi¸ işte bu kişidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) işte bu kişiye¸ bu tavrından dolayı “bir sevap kazanır”¸ demiştir:
Hz. Peygamber (s.a.v.): “Komşusu şerrinden emin olmayan kimse vallahi mü’min değildir”13 demiş ve bu yemini üç defa tekrar etmemiş midir?...
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki ahlâk¸ sadece zahirde yaşanan ve görünen iş ve davranışlarla ilgili olmayıp¸ kalbî fiiller /zihnî durum ile de ilgilidir. İşte bu nedenlerle denilebilir ki¸ ahlâkî davranışların sorumluluğu gerektiren kısmı bu davranışları mümkün kılan kabiliyetler ve alışkanlıklardan öte zihniyet boyutudur; Allah korkusu ve sorumluluk düşüncesidir. Zaten fiil ve davranışlar¸ ancak aklın¸ iradenin ve iyi niyetin sonucu olarak vücuda gelirse ahlâkîlik özelliği kazanır¸ değilse ahlâkî sayılmazlar.
Ahlâk’ın gayesini de Kadî elBeydavî’nin şarihlerinden olan Şeyhzâde’nin “Rasul size örnek /şehîd sizide insanlara örnek /şüheda kimseler olasınız diye böylece sizi orta bir ümmet yaptık...”14 ayetinde geçen “Vasat ümmet” kavramını tefsiri ile açıklamak isteriz.
Şeyhzâde şöyle demiştir. Vasat orta demektir. Bir çemberin her noktasına eşit uzaklıkta olan kısmına veya bir düzlemin iki ucuna da aynı mesafede olan noktaya orta denir. Bu kelime daha sonraları ahlâk biliminde insan ya da insan toplumuna istiare olarak kullanılmağa başlanmıştır.
Vasat insan¸ vasat ümmet sözü de tavır ve davranışlarında ifrat ve tefritten uzak ve ahlâkı hamide; ilim¸ irfan ve fazilet için istiare olarak kullanılmıştır.
Şüphesiz ilim¸ irade ve salih amel vasıtasıylakötülüklerden arınmak ve hikmet¸ iffet¸ şecaat ve adaletle donanmak kişiyi seçkinliğe¸ iyi ve dengeli bir insan olmağa götürür. Aslında her insanın özellikle mü’minlerin ifrat ve tefritten uzaklaşıp nefsî güçlerinin tamamında i’tidali kazanması; ameli ve ahlâkî cephesini olgunlaştırmak suretiyle övülen güzel huylar ile hayatını ve gidişatını dengelemesi insan olmanın bir gereğidir. Bunu gerçekleştirebilmesi için Allah insan oğluna üç ruhî ve bedenî güç /meleke vermiştir. Bunlar¸
1 Kuvvei Akliyye veya ilmiye (Bilgi gücü)
2 Kuvvei Şeheviyye (Arzu ve istek gücü)
3 Kuvvei Gadabiyye (ÖfkeTepki gücü).
Ebu Bekir erRazi¸ İbn Miskevey ve İmam Gazalî¸ gibi tüm ahlâkçıların da kabul ettikleri gibi bu güçlerin her birinin bir ileri / ifrat¸ bir geri / tefrit ve bir de orta / i’tidal derecesi vardır.
Kuvvei Akliyye veya İlmiye’nin ileri¸ aşırı derecesi Cerbeze (menfeat ve enaniyet adına¸ arzuları hesabına akı kara¸ karayı ak gösterme; aklı ve zekayı bu yönde kullanma demogogluğunun adıdır. Buna şeytanlık da denilir)¸ geri derecesi Ğabavet (budalalık)¸ orta derecesi ise Hikmet denilen fazilettir.
Kuvvei Şeheviyye’nin ileri¸ aşırı derecesi Sefahat¸ geri derecesi Cümudet (donukluk) (Bazıları bunun ifrat derecesine takvanın zıddı olan fücur¸ tefritine bürudet yani soğukluk demiştir)¸ orta derecesi ise İffet adı verilen fazilettir.
Kuvvei Gadabiyye’nin ileri¸ aşırı derecesi İnhimak (Saldırganlık) (Bazıları bunun ifrat derecesine tehevvür¸ yani aniden öfkelenme ve şiddetli kızgınlık)¸ geri derecesi Cebanet (korkaklık) orta derecesi ise Şecaat denilen fazilettir.
Ruhun üç kuvvesinin ifrat ve tefrit derecesinden rezillikler¸ mu’tedil ve ölçülü olmasından ise aslî faziletlerin kaynağı olan hikmet¸ iffet ve şecaat vücuda gelir. Bu üç kuvvenin i’tidal noktalarının birlikte ve aynı kişide bulunması ise o insanı adalet sahibi yapacağından şüphe edilmemelidir. İşte bu dört kuvveye sahip olan her insan vasat insan¸ ve her topluluk vasat ümmet vasfını hak etmiş olur ve diğerlerine örnek¸ numunei imtisal olma hakkını kazanır.15
İslâm ahlâkının temellerini oluşturan hikmet¸ iffet¸ şecaat ve adalet¸ bu dört aslî fazilette i’tidalin kemaline ulaşabilmek şüphe yok ki insanlığın en yüce mertebesine ulaşmak ve Allah’a yakın olmak demektir.
İşte İslâm ahlâkının gayesi¸ insanın yaşayacağı nefsi yok etme mücadelesi ile sahip olduğu bedenî ve ruhî kuvvelerinin aşırılklarından arındırmak ve tabiatında mevcut olan bu dört kuvvede i’tidal noktasına yücelterek Rabbına yaklaştırmaktır. O’nun sevgisini¸ hoşnutluğunu kazandırmak ve”Nefsini arındırıp yüceltenler başarıya ulaşmışlardır.”16 ayetinde ifade edildiği biçimde insanı dünya ve ahirette gerçek başarıya ve mutluluğa ulaştırmaktır¸ dersek kanaatimizce yanılmış olmayız.
*Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
DİPNOT
1 Şuara¸ 26/137¸138
2 Kalem¸68/4
3 Gazalî¸ İhya¸ III/52
4 Bkz. eşŞerîf Ali b. Muhammed elCürcanî¸ Kitabu’tTa’rifat¸ HLK mad.
5 Yusuf¸ 12/53
6 Gazalî¸ a.g.e.¸ III/4; Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı¸ Ana Hatlarıyla İslâm Ahlâkı¸ İst. l991¸ s.139.
7 Tirmizi¸ Birr ve’sSıla¸ 66¸ 2010.
8 Bakara¸ 2/284
9 Buharî¸ Bed’u’lVahy¸1.
10 Gazalî¸ a.g.e.¸ III/90; Çağrıcı¸ a.g.e.¸ s. 144.
11 Ahzab¸ 33/53
12 Ahzab¸ 33/54
13 Buhari¸ Edeb¸ 29
14 Bakara¸ 2/143
15 Bkz. Şeyhzade¸ I/445; Gazalî¸ a.g.e.¸ III/53; Kınalızâde Ali Efendi¸ Ahlâkı Alâî¸ Yayına hazırlayan: Hüseyin Algül¸ İst. Tsz. s.91123; M. Çağrıcı¸ a.g.e.¸ 122 vd.; Ahmet Hamdi Akseki¸ Ahlâk İlmi ve İslâm Ahlâkı¸ (Sadeleştiren: Dr. Ali Arslan Aydın)¸Üçüncü Baskı¸ tsz.s. 191 vd.
16 Şemş 91/9¸10
M. Zeki DUMAN
YazarKanûnî’nin küçük oğlu Selim, 28 Mayıs 1524’te İstanbul’da dünyaya geldi. Annesi Hürrem Sultan, saray içinde sözü geçen, etkili bir kadındı. Saray kadınlarına ve hizmetkârlara, Şehzade Selim’in terbiye...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Hiç şüphesiz korkusuz insan olmaz. Zira korku insanî bir duygudur; sıkıntı verici bir heyecan türüdür. Ancak¸ korkunun kabul edilmez olanı¸ aşırısıdır. İnsana¸ özgürlüğün ve imanın c...
Yazar: M. Zeki DUMAN
Şerefimiz, şanımız var Biz ne büyük bir milletiz Al bayrakta kanımız var Biz ne büyük bir milletiz Üç kıtada at koşturduk Akarsuları coşturduk Dağlar, tepeler aştırdık B...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Sultan I. Ahmed, 18 Nisan 1590 günü Manisa’da doğdu. Babası Sultan III. Mehmed, annesi Handan Sultan’dır. Çok mükemmel bir tahsil gördü. Arapça ve Farsçayı mükemmel derecede konuşurdu. Ok atmak, kılıç...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE