Ağlayan Fidan
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, Kalbur saman içinde, Pireler deve güderken, Ninem ile dedem saklambaç oynarken, Benim işim yıldızları kırpıp gökyüzüne asmaktı. Ben bir çınar ağacının altında yıldız kırparken, Çınarın yaprakları benimle konuşmaya başladı. Kulak verdim o yapraklara, Bu masal hediyem olsun tüm çocuklara. Bir zamanlar dağların eteğinde kurulu bir orman köyü varmış. Bu güzel köyde ağaçları sevip onları koruyanlar olduğu gibi, ağaçları sevmeyen ve onlara zarar vermekten çekinmeyen insanlar da yaşarmış. Bunlardan biri de Ahmet Ağa imiş. Ahmet Ağa, sadece ağaçlara zarar vermekle kalmaz, insanları da kaba davranışlarıyla üzermiş. Kendisi çok bencil ve cimri olduğundan paylaşmak nedir hiç bilmezmiş. Gel zaman git zaman. Derelerden sular akmış, gökyüzünden karlar yağmış, evlerin çatıları pamuk tarlası gibi bembeyaz olmuş. Ahmet Ağa, yazın kestiği ağaçları kışın yakacak olarak kullanırmış. Bu yazın ailesine üç yıl yetecek kadar ağaç kesmiş. Yine de açgözlülük edip eline baltayı almış, omzuna da urganı atıp çiftliğindeki birkaç adamıyla birlikte ormanın yolunu tutmuş. Karısının, “Gitme, ihtiyacından fazlasına gözünü dikme!” diye yaptığı uyarılara kulaklarını tıkamış. Zaten o, her zaman bildiğini okuyan bir adammış. Bu inadı yüzünden ne ailesinin sözünü ne de köydeki yaşlıların nasihatlerini dinlermiş. Öyle ki onun açgözlülüğünden bıkan köylüler ve ormandaki ağaçlar Allah’a sığınıyormuş. Gencecik fidanlar rüzgârda salınan yapraklarıyla şöyle dua ediyorlarmış: “Allah’ım; onun içindeki kötülük yapma isteğini al. Kötülükle kararan kalbini bizim dallarımız gibi yeşert.” Derken, Ahmet Ağa ıslık çalarak adamlarıyla birlikte ormanın içine girmiş ve gözüne kestirdiği iki ağaca baltasını indirmeye başlamış. O ağaçlar çok geçmeden büyük bir gürültüyle devrilmişler. Bu sırada küçük bir fidan yüksek sesle ağlamaya başlamış. Meğer kesilen o iki ağaç bu fidanın annesi ile babasıymış. Ağlayan fidanın hıçkırıklarını duyan Ahmet Ağa ve adamları korkuya kapılmışlar. Yıldırım hızıyla oradan uzaklaşıp soluğu çiftlikte almışlar. Bu olay Ahmet Ağa’nın gözünün önünden gitmez olmuş. Hatta bazı geceler ağlayan fidanı rüyasında görmeye başlamış. Öyle ki artık onun hıçkırıklarını uyanıkken bile duyabiliyormuş. Sıçrayarak uyandığı bir sabah, baltasını ve urganını samanlıktaki bir sandığın içine koymuş. O günden sonra bir daha eline balta almayan Ahmet Ağa, zamanını daha faydalı işler yaparak geçirmeye başlamış. Bu kez ormana yeni fidanlar dikmek için gitmiş ve yaptıklarıyla herkesin hayır duasını almış. Damlardan kediler atlamış, derelerden kurbağalar vıraklamış, derken, günlerden bir gün Ahmet Ağa’nın küçük oğlu Ali amansız bir hastalığa yakalanmış. Babası onu komşu köydeki Şerife Bacı’nın yanına götürmüş. Şerife Bacı, o yöredeki şifalı bitkileri ve onların hangi hastalıklara iyi geldiğini çok iyi bilirmiş. Küçük Ali’yi iyice muayene ettikten sonra Ahmet Ağa’ya dönüp: - Ormanda yaprağı dökülmeyen bir ağaçtan bana birkaç tane yaprak getir. O yaprakları bazı şifalı otlarla karıştırıp oğlun için bir ilaç hazırlayacağım. Allah’ın izniyle şifa bulacağını umut ediyorum, demiş. Ahmet Ağa hiç vakit kaybetmeden yola koyulmuş ve kısa sürede ormana varmış. Zamanında ormandaki ağaçların pek çoğunu kestiğinden sadece ağlayan fidanın üstünde yaprak bulabilmiş. Ahmet Ağa, sevinçle elini fidanın yapraklarına uzatınca, fidan dile gelip, “Dokunma bana! Ağaç katili!” diye bağırmış. Ahmet Ağa titrek bir sesle: “Senden bu yaprakları hasta oğlum için istiyorum. Hem ben uzun zamandır ağaç kesmiyorum. Bunun yerine ormana yeni fidanlar dikiyorum. Çok yakında bu ormanda dallarında kuşların yuva yapacağı büyük ağaçlar yükselecek. Lütfen, önceden yaptığım hatalardan dolayı bana kötü söz söyleme, beni ayıplama.” demiş. Ağlayan fidan, dallarını silkeleyip Ahmet Ağa’ya düşen yapraklardan istediği kadar alabileceğini söylemiş. O günden sonra da bir daha ağlamamış. Ahmet Ağa da yaprakları kaptığı gibi Şerife Bacı’nın yanında soluğu almış. Şerife Bacı söylediği gibi bir ilaç hazırlayıp bunu Ali’ye içirmiş. Küçük Ali, birkaç hafta içinde kendine gelmiş ve yaşıtlarıyla oynayacak kadar iyileşmiş. Gökten üç tane elma düşmüş. Birini Ahmet Ağa, diğerini Ali, Sonuncusunu da Şerife Bacı yemiş. Üçü de elmanın çekirdeklerini ormana götürüp dikmiş. Büyüyen elma fidanlarının dallarında kuşlar şarkı söylemiş. Masalımız da burada bitmiş…
Şerife UZUNÖZ
YazarBir kuşun kanadından kopan tüy gibi süzülerek, usul usul iniyordu yeryüzüne kar… Birbirini rahatsız etmeden, tüm zarifliğiyle, bir şiir gibi yağıyordu. Bense odamın penceresinin aralıklarından sızan s...
Yazar: Hakan YILDIRIM
Yavuz Sultan Selim, Haziran 1516’da ordusuna, Mısır seferi için hareket emri verdi. Ordu, Gebze yakınlarında mola verdi. Burası bağlık-bahçelik bir yerdi. Etraf, üzüm bağları ve elma bahçeleri ile ...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Baba Ceylan, Ceylanlar Ormanı’nın düzlüklerinden birinde hayvanları toplantıya çağırmıştı. “Şimdi bu zalim avcıdan öcümüzü alacağız. Bu öç yerde kalmamalı.” dedi. Herkes merak içinde Baba Ceylan...
Yazar: Mustafa AKGÜN
Ciğerparelerim!Zilzal Kur’an-ı Kerim’in 99. suresidir, 8 ayettir ve Medine döneminde indirilmiştir. Şiddetli sarsıntı, deprem kelimesinin Arapça karşılığı “zilzal” sureye ad olmuştur. Deprem gerçeği i...
Yazar: Ali BÜYÜKÇAPAR