Adâlet Vazgeçilmez Temel İlkedir
Yüce Allah Nisâ Sûresi 135. âyette şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan; kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şâhitlik eden kimseler olun. (Haklarında şâhitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adâletten sapmayın, (şâhitliği) eğer büker (doğru şâhitlik etmez), yahut şâhitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdârdır.”
Yüce Allah, bu âyette dâimâ haktan yana olmayı ve titizlikle adâleti ayakta tutmayı emretmektedir. Kendiniz, anne-babanız ve akrabalarınızın aleyhine de olsa Allah için adâletle şâhitlik ediniz. Haklarında şâhitlik ettiğiniz kişiler, zengin olsun, fakir olsun, Allahu Teâlâ onlara daha yakındır.
Hislerinize uyup adâletten sapmayınız. Doğru şâhitlik etmez veya şâhitlik yapmaktan kaçınırsanız şunu iyi biliniz ki Allahu Teâlâ her şeyi hakkıyla bilmektedir. Yüce Allah, insanları adâleti yanıltıcı yalan şâhitlik ve ifadeler vermekten alıkoymak için, “Allah yaptıklarınızdan haberdârdır.” buyurarak adâleti yanıltmaktan caydırıcı bir üslûpla âyeti bitirmektedir.
Adâlet sosyal düzenin ana esası, hukukun temeli, ülkenin ayakta durması için temel dayanağı, mülkün temelidir. Adâletin gerçekleşmesi önce fertlerin fazîletli bir şekilde eğitilmesine, daha sonra da devlet otoritesinin ciddi bir şekilde sağlanması ve yargı organlarının tarafsız çalışmasına bağlıdır.
Adâlet kelimesi sözlükte; “âdil olmak, eşit davranmak, hak yememek, başkalarının arasında ayrım gözetmemek, adâleti gözetmek, zulmetmemek, dengelemek, denk görmek ve denk tutmak” gibi anlamlarına gelmektedir.[1]
Adâlet terim olarak; “düzenli ve dengeli davranma, her şeyin ve herkesin hakkını verme, haksızlıklardan uzaklaşarak orta yolu tutma, bir şeyi yerli yerine koyma, insaf ve eşitlik” gibi anlamlara gelmektedir.[2] Adâletin zıddı, zulüm, hıyânet ve insafsızlıktır.
Adâlet, Kur'ân-ı Kerîm’de, genellikle “adl” ve “kıst” kelimeleriyle ifade edilmektedir. Adâletli olan kişiye “âdil” veya “muksıt” denilir. Adâlet, Kur'ân-ı Kerîm’de genellikle “davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmak” gibi anlamlarda kullanılmıştır.[3]
Adâlet, toplumu ayakta tutan en temel esastır. Adâletin olmadığı toplumlarda zulüm, anarşi ve terör yaygın hâle gelir. Adâletin olmadığı toplumlarda barış, huzur ve güvenden bahsetmek mümkün değildir. Bundan dolayı Yüce Allah, her alanda adâleti hâkim kılmayı, adâleti ayakta tutmayı emretmiştir.
İmam hatiplerimizin her Cuma hutbesinin sonunda okumakta oldukları âyette, Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah, adâleti, ihsânı, akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”[4]
Bu âyette üç şey emredilmekte, üç şey de yasaklanmaktadır. Emredilen üç şey; adâlet, ihsân ve akrabaya yardım etmektir. Yasaklanan üç şey ise; çirkin işlerden, fenâlık ve taşkınlıktan uzak durmaktır. Bu altı prensip bir toplumda uygulanacak olsa, o toplumda barış, huzur ve güvenlik hâkim olur. İnsanlar canından, malından, ırz ve namusundan emin olarak huzur ve mutluluk içerisinde yaşar.
Allahu Teâlâ, yönetimde, yargılamada ve bütün beşerî ilişkilerde adâleti emretmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Allah, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adâleti yerine getirmenizi emretmektedir.”[5], “…Eğer hüküm verirsen, aralarında adâletle hükmet. Zira Allah, âdil olanları sever.”[6]
Yüce Allah, başkalarına karşı âdil olmayı emrettiği gibi kendi nefsimize karşı da âdil olmamızı emretmektedir. İnsanın üzerinde Rabb’inin, aile fertlerinin, komşularının hakkı olduğu gibi kendi nefsinin de hakkı vardır. Bundan dolayı her hak sahibine hakkını vermek gerekir.[7]
Hz. Peygamber (s.a.v.), her konuda bizlere en güzel örnek ve rehber olduğu gibi, bu konuda da en güzel örnek ve rehberimizdir. Zira o hayatı boyunca adâlete çok önem vermiş ve her konuda adâletli davranmaya özen göstermiştir. Ashâbına da “(Herhangi bir konuda) hakemlik yaptığınız zaman âdil olun.”[8] buyurmak sûretiyle adâletle davranmayı emretmiştir.
Yine adâletli davranma konusunda Hz. Peygamber (s.a.v.), “Hükmünde, yönetimi ve velâyeti altındakiler hakkında âdil davrananlar, Allah katında nurdan minberler üzerinde olacaklardır.”[9]; “Âdil devlet başkanı ve idareciler mahşer yerinde Allah’ın yüce lütfuna ve himâyesine mazhar olacakların öncüleridir.”[10] buyurmuştur.
Adâletle davranmak insanın Allah’ın sevgisine ve rızâsına kavuşmasına vesile olmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) bu hususta şöyle buyurmuştur: “Kıyâmet gününde insanların Allah Teâlâ’ya en sevgili olanı ve Allah’a en yakın bulunanı âdil devlet başkanıdır.”[11]
Buhârî’nin zikretmiş olduğu şu olay, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in adâlete verdiği önemi açık bir şekilde göstermektedir: Araplarda saygın bir kabîle olarak bilinen Kureyş’in Mahzumoğullarına mensup Fâtıma binti el-Esed hırsızlık yapmıştı. Bu kadına hırsızlık cezâsı uygulanmaması için kabîlenin ileri gelenleri toplanmış ve bir çare arıyorlardı.
Sonunda Hz. Peygamber (s.a.v.)’in çok sevdiği bir sahâbî olan Usâme’yi (r.a.) iknâ edip aracı olarak gönderdiler. Hz. Usâme, hırsızlık yapan bu kadına cezânın uygulanmamasını, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e teklif edince Rasûlullah çok hiddetlenmiş ve Usâme’ye ve ashâbına şöyle buyurmuştur: “Sizden önceki insanlar şu yüzden helâk oldular: Onların ileri gelenlerinden biri hırsızlık yaptığında onu bırakırlar, güçsüz ve zayıf biri hırsızlık yaptığında ise onu cezâlandırırlardı. Allah’a yemin olsun ki, eğer Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, onun elini de keserdim.”[12]
Bu olaydan anlaşıldığına göre akrabalık, soy sop, tabaka farklılığı kısacası hiçbir şey adâletin tam uygulanmasına engel olamaz. Bir ülkede barış, huzur ve düzen ancak adâletin tam uygulanmasıyla mümkün olur. İnsanlık tarihini incelediğimizde adâletin egemen olduğu devlet ve milletlerin dâimâ yüceldiğini ve varlığını sürdürdüğünü görmekteyiz. Zira o toplumlarda zengin, varlıklı, makam mevki sahibi kişiler değil, haklı olan güçlüdür ve her haklıya hakkı verilir.
İslâm’da adâlet denilince akla ilk gelen Hz. Ömer’dir. Zira o adâletiyle sembolleşmiş bir halîfe idi. İslâm’ın adâlet anlayışını en güzel bir şekilde temsil ettiği gibi, kıyâmete kadar gelecek bütün devlet başkanlarına ve yöneticilere de güzel bir örnek olmuştur.
Onun adâletiyle ilgili birçok olay anlatılır. Ancak şu olay onun adâlet anlayışını açık bir şekilde göstermektedir:
Hz. Ömer (r.a.) bir defasında hutbe okumak için minbere çıktığında;
“Ey mü’minler! Beni dinleyin ve bana itâat edin.” diye söze başlamıştı. O sırada cemâatten bir Müslüman;
“Ey halîfe seni dinlemiyor ve sana itâat etmiyorum. Çünkü görüyorum ki, sen ganîmeti âdil taksim etmiyorsun. Çünkü taksim ettiğin ganîmetten hiçbirimize bir elbise yapacak kumaş düşmedi. Ama senin üzerinde bu kumaştan yapılmış tam bir elbise var.” diyerek yüksek sesle itiraz eder. Bunun üzerine Hz. Ömer cemâat içerisinde bulunan oğlu Abdullah’a;
“Oğlum kalk, bu elbisenin hikâyesini mü’minlere anlat ki, bir adâletsizlik yapmadığımı anlasınlar.” der.
Abdullah b. Ömer (r.a.) ayağa kalkar ve;
“Ganîmetten bana da babama da bir elbise yapacak kumaş düşmedi. Babam halîfedir, üstünde düzgün bir elbise olsun diye ben kendi payımı da babama hediye ettim. O da iki kumaşı birleştirip kendisine bir elbise yaptı.” diyerek meseleyi izah eder.
İtiraz eden Müslüman ayağa kalkar ve;
“Şimdi konuş Ey Mü’minlerin Emiri! Seni dinliyor ve sana itâat ediyorum.” der. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.) ellerini açıp;
“Allah’ım sana hamdolsun ki beni hata yaparsam ikaz edecek bir ümmete halîfe yapmışsın.” diyerek Allah’a hamdeder ve hutbesini okumaya devam eder.[13]
Osmanlı tarihinde de İslâm adâletinin mükemmel bir şekilde uygulandığını biliyoruz. Fâtih Sultan Mehmet Han’ın zamanındaki şu olay bunun açık örneklerinden biridir.[14]
“Fâtih Sultan Mehmed zamanıdır... Fâtih Camii’nin inşâatına başlanmıştır. Fâtih inşâatın nasıl gittiğini öğrenmek ister. Bunun için inşâat yerine gelir. Sultan Mehmed, Fâtih Camii yapılırken iki mermer sütunu üçer arşın fazla kesip kısaltan Rum Mimarbaşı İpsilanti Efendi’nin ellerini kestirmişti.
Mimar, Fâtih’in aleyhine dava açtı. Hükümdar ile Rum mimar mahkemelik oldu. Mahkeme çağrısı Fâtih’e ulaşınca Fâtih, gurura kapılmaksızın bu çağrıya icâbet etti. İstanbul Kadısı Hızır Çelebi’nin huzuruna çıktı ve mahkemede başköşeye geçmek istedi. Ama kadı tarafından hemen uyarıldı:
“Oturma Beyim! Davacınla kanûnen yüzleşip onunla aynı şekilde ayakta dur!” Kadı, dava sonunda haksız ve kanunsuz el kestirdiği için Fâtih’in de ellerinin kesilmesine hükmetti. Fâtih kararı sessizce dinlerken, mimar ağlamaya başladı. Sonra yere diz çökerek şöyle dedi:
“Davamdan vazgeçtim!”
“Bunun üzerine Padişah, günde 10 akçe tazmînât vermeyi severek kabul etti. Hatta tazmînâtı kendi isteğiyle 20 akçeye çıkardı. Ayrıca iyi bir ev vermeyi, masraflarını karşılamayı da onayladı. Bu olaydan ve Osmanlı’nın cümle varlığı şefkat ve merhametle kucaklayan adâletinden çok etkilenen Rum Mimar İpsilanti, hemen orada kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu.”
Herkes salonu terk etti. Sadece kadı ile padişah baş başa kaldı. Sultan Mehmed, kadıya dönüp şöyle dedi:
“Eğer benim padişahlığımdan korkup beni kayırsaydın ve haksız bir karar verseydin, vallahi şu kılıçla başını uçururdum!”
Kadı Hızır Çelebi ise oturduğu minderi kaldırıp altındaki demir topuzu gösterdi. Sonra padişaha en az onunki kadar muhteşem olan şu tarihî sözleri sarf etti:
“Hünkârım, sen de padişahlığınla gururlanıp mahkemeye saygısızlık etseydin, kararı dinlemeseydin, billahi şu topuzla başını ezecektim!”[15]
“Fâtih Sultan Mehmed Han’ın, o muhteşem gücüne rağmen, adâlete olan sonsuz saygısı ve adâletin hükmü karşısında boynunu bükmesi... Osmanlı işte böyle yükseldi ve doruğa çıktı: Kılıç ile kalemin, hak ile adâletin gölgesinde...”[16]
Adâlet, gerek yönetimde gerek mahkemelerde gerekse beşerî her türlü ilişkide uygulanması gereken temel bir kuraldır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm’e göre:
Adâletin tam uygulanmadığı toplumlarda, zulüm, haksızlık, anarşi ve terör olayları yaygınlaşır. Devlete, mahkemelere güven sarsılır. İnsanlar, canı, malı, ırz ve namusu konusunda güven içerisinde olamaz. Her insan, kendini koruma ve hakkını arama peşine düşer. Kan davaları artar. Adâletin tam uygulanmadığı toplumlar yıkılıp tarih sahnesinden silinmeye mahkûmdur.
Şayet adâlet bir toplumda tam olarak uygulanırsa fert ve topluma birçok kazanımları olacaktır. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
Netice itibariyle diyebiliriz ki, adâlet İslâm’ın en temel ilkesidir. İnsanların mutluluk ve huzur içerisinde yaşamaları, yeryüzünde fitne ve fesat çıkıp da yeryüzünün kâfir, zâlim ve fâsıkların eline geçmemesi, dünyanın Allah’ın emrine uygun olarak mâmur edilmesi için adâlet vazgeçilmez bir ilkedir. Adâlet mülkün temelidir. Adâlet; kişinin kendisine karşı, toplumdaki bireylere karşı, her alanda uygulanması gerekir. Tolumda barış, huzur ve güven ancak adâletle sağlanabilir.
* NEVÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. msoysaldi@gmail.com
[1] Isfehânî, Rağıb, Ebu’l-Kasım Hüseyin b. Muhammed, Müfredatu Elfazı’l-Kur’an, (Beyrut: ed-Dâru’ş-Şamiyye, 1992), “adl” Md.; İbn Manzur, Ebu’l-Fadl Cemalüddin Muhammed b. Mükerrem, Lisanu’l-Arabi’l-Muhit, 3.Baskı, (Beyrut: Dâru’l-fikr, 1994), “adl” Md.
[2] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, “Adalet.” Md., (İstanbul: Şâmil Yay., 2000), 1/69.
[3] Mustafa Çağrıcı, “Adalet” Md., Türkiye Vakfı Diyanet İslâm Ansiklopedisi, (İstanbul: 1988), 1/341.
[4] 16/Nahl, 90.
[5] 4/Nisâ, 58.
[6] 5/Mâide, 42.
[7] Tirmizî, “Zühd”, 63.
[8] Taberânî, el-Mu’cemu’l-evsat, 6/40-41.
[9] Müslim, “İmâret”, 18.
[10] Buhârî, “Edep”, 36.
[11] Tirmizî, “Ahkâm”, 4.
[12] Buharî, “Enbiya”, 54; Müslim, “Hudûd”, 2.
[13] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, (Beyrut: Dâru Sadır, 1968), 3/283-284; Şaban Döğen, Ashab-ı Güzîn Peygamber Yıldızları, (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 2003), 69.
[14] Bk., Mehmet Soysaldı, Kur'ân-ı Kerîm’e Göre Allah Kimleri Sever, Kimleri Sevmez, (İstanbul: Rağbet Yayınları, 2015), 35-37.
[15] İstanbul Kadı Sicilleri Üsküdar Mahkemesi 17 Numaralı Sicil, (İstanbul: İSAM Yay., 2010); Taneri, Aydın, Türk Devlet Geleneği, (İstanbul: 1997), 245; İsmail Çolak, “Dünyaya ve Gönüllere Taht Kuran Osmanlı Adaleti”, Somuncubaba Aylık İlim Kültür ve Edebiyat Dergisi, Ocak 2015, 54; Orhan Dokuzoğuz, “Fatih Sultan Mehmet Han: Mülkün Temeli Adalet”, Yeni Düşünce Dergisi, 5-11 Kasım 1999, Sayı: 656, 70. http://turkmeclisi.org/?Sayfa=Temel-Bilgiler&Git=Bilgi-Goster& Baslik=fatih-sultan-mehmet-han-mulkun-temeli-dalet&Bil=126 (11.10.2015)
[16] Çolak, “Dünyaya ve Gönüllere Taht Kuran Osmanlı Adaleti”, a.y.; Soysaldı, Kur'ân-ı Kerîm’e Göre Allah Kimleri Sever, Kimleri Sevmez, 36-37.
[17] 6/En’âm, 152.
[18] 5/Mâide, 42; 4/Nisâ. 58.
[19] 65/Talâk, 2.
[20] 4/Nisâ, 58.
[21] 16/Nahl, 126.
[22] 5/Mâide, 95.
[23] 49/Hucurât, 9.
[24] 2/Bakara, 282.
[25] 4/Nisâ, 3, 129.
[26] 5/Mâide, 8.
[27] 4/Nisâ, 135.
[28] 60/Mümtehine, 8.
Mehmet SOYSALDI
YazarDağ-taş Hakk’ı zikrediyor,Taşlar Mevlevi Mevlevi…Cıvıl cıvıl bak ne diyor,Kuşlar Mevlevi Mevlevi…Mekke yürek, Medine Can,Konya, âşıklara mekân!Allah korkusuyla akan,Yaşlar Mevlevi Mevlevi…Her beyitte ...
Şair: Halil GÖKKAYA
Yüce Allah Bakara Sûresi 185. âyette şöyle buyurmaktadır: “Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'ân'ın indirildiği aydır. Öyle ise ...
Yazar: Mehmet SOYSALDI
Yüce Allah, Haşr Sûresi 18-19. âyetlerde şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes, yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah’a karşı gelmekten sakı...
Yazar: Mehmet SOYSALDI
Yüce Allah Bakara Sûresi 185. âyette şöyle buyurmaktadır: “Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır. Öyle ise sizde...
Yazar: Mehmet SOYSALDI