MÜCEVHERAT YIĞINI BİR NA’T
Dürr-i şehvâr-ı risâlettir Muhammed Mustafa
Tâc-ı Levlâk-i hilâfettir Muhammed Mustafa
Kimi
insanlar vardır ki omuzlarında taşıdıkları ulvî gâyelere ulaşmak için, birçok
insanın hedef hâline getirdiği pâyeleri, sadece basit bir araç olarak görürler.
Sözünü ettiğimiz şahsiyetlerin numûne-i imtisallerinden biri de Osman Hulûsi
Efendi (k.s.)’dir.
Osman
Hulûsi Efendi (k.s.), daha mutlu ve daha huzurlu bir toplumsal hayatı kâim
kılabilmek için Allahu Teâlâ’nın nizâmını ve Peygamber Efendimiz’in örnek
ahlâkını kendi hayatında ve diğer insanların da mutlu olabilmesi için, bütün
bir toplum yaşantısında uygulama mücadelesi vermiştir. O gerek hutbeleri ve
gerekse yukarıda “araç” olarak nitelediğimiz şiirleri ile daima Hakkı, hakîkati
ve iyiliği tavsiye etmiş; kötülükten sakındırmaya çalışmış etrafındakileri...
Kendisini tanıyan yüzlerce insanın bu hususla ilgili yüzlerce hâtırası bunu
gösteriyor.
Şiir,
edebî anlatıma ait iletişim yollarından biridir. İnsanların özellikle gönlüne,
rûhuna hitap eden gizemli bir sanat olduğu da muhakkaktır. Birçok mutasavvıfın,
birçok âlimin zaman zaman nesir yerine nazmı bir anlatım aracı olarak
kullanmaları nazmın bu özelliğini bildikleri içindir. Nitekim Anadolu’da
tasavvuf felsefesinin yayılmasında çok önemli roller üstlenen Ahmet Yesevî de
talebelerine “Hikmet”lerini şiir yoluyla aktarmıştı. Mevlânâ’yı, Yûnus Emre’yi,
Fuzûlî’yi daha nicelerini bu kervana katmamız mümkündür. İşte Osman Hulûsi
Efendi de 20. asırda vermek istediği mesajlarının bir kısmını şiir yoluyla
iletmiştir.
Osman
Hulûsi Efendi’yi sadece bir sanatkâr, bir şair olarak ele aldığımız zaman bile,
onun, şu an için gerçek değerinin ortaya çıkarıldığını söylemek kadirşinaslık
olmaz. Zira onun, artık devrini tamamladığı düşünülen aruz vezniyle, dîvân
tarzında yazdığı şiirlerindeki rahat söyleyişi, Dîvân edebiyatındaki mazmunlara
hâkimiyeti; bunun yanı sıra hece vezniyle söylediği dinî-tasavvufî tarzdaki
dörtlükleri tamamen kendine has bir orijinallik arz ediyor. Mamafih koca bir Dîvân’da
toplanan şiirlerinin her birinde klasik bir tarzın, modern bir üslupla anlatımı
her mısrada kendini hissettiriyor.
Osman
Hulûsi Efendi’nin Dîvân’ı incelendiğinde görüleceği üzere, şair, çok çeşitli
tem’lerde şiirler yazmıştır. Nitekim;
Dürr-i şehvâr-ı
risalettir Muhammed Mustafa
Tâc-ı Levlak-i
hilafettir Muhammed Mustafa
beytiyle
başlayan şiiri bir na’ttir. Na’t, Hz. Muhammed (s.a.v.)’i övmek, O’nun çeşitli
vasıflarını dile getirmek için yazılan nazım türüdür. Na’tlar Dîvân edebiyatında
genellikle kasîde nazım şekliyle yazılmakla birlikte gazel, mesnevî gibi nazım
şekillerinde de yazıldığı çok rastlanan durumlardandır. Osman Hulûsi Efendi de
bu na’tini gazel tarzında yazmıştır.
Şiir,
aruzun Fâilâtün/ Fâilâtün/ Fâilâtün/ Fâilün kalıbıyla yazılmış. Şiirde aruzun
âhengi kendini hemen hissettiriyor. Kullanılan kelime ve terkiplere
bakıldığında klasik şairlerimizden birine aitmiş gibi gözüküyor.
Şairin
bu na’tin hikâyesi hakkında söylediklerine kulak verelim: “Gece bir doğuş oldu.
Bir Na’t-i Şerif yazdım. Rüyamda bir mücevherat yığınının başında duruyordum.
Oradan bir parça alıp kime versem onda da inkişaf ediyor, bir mücevherat yığını
oluşuyordu. Bu arada bu na’tı yazdım.” (İsmail
Palakoğlu, Gönüller Sultanı Es-Seyyid
Osman Hulûsî Efendi, Ankara 2004. s.147.)
Evet,
doğuş bir başlangıçtır. Her şey doğuşla başlar. Feyiz, bereket, sevgi, ışık,
aşk, hâsılı peygamber aşkı…
Beyitte
şair, Hz. Muhammed (s.a.v.)’i peygamberliğin şâh incisi olarak tavsif ediyor.
Dürr-i şehvâr tek parça hâlindeki kıymetli inci demektir. Bilindiği gibi inci,
denizde yaşayan sadefin içinde oluşan bir maddedir. Efsaneye göre Nisan ayında
sâhile çıkan sadefin karnına düşen nisan yağmuru damlası denizdeki tuzlu su
ortamında sadefe acı verirmiş. Sadef, bu acıyı gidermek için, bir sıvı salgılarmış.
Zamanla içindeki bu sıvılar katılaşır ve inci oluşurmuş. Sadef bu yağmur
damlalarından birden fazla yutmuşsa, inciler küçük ve değersiz olurmuş. Ama tek
bir damla yutmuşsa bu inci çok büyük ve değerli olurmuş. Edebiyatımızda bu tür
inciler dür-i dâne, yek-dâne, dürr-i galtan gibi terkiplerle adlandırılır.
“Dürr-i yetîm” tâbiri sadefteki tek inciden kinayedir ki bu Peygamber Efendimiz
için de kullanılan bir ifadedir. Çünkü Peygamber Efendimiz de küçük yaşta yetim
kalmıştı… İşte inciler içinde dürr-i şehvâr nasıl kıymetli, seçkin ve gözde ise
Hz. Muhammed (s.a.v.) de peygamberler arasında öyledir. Bütün âlem O’nun yüzü suyu hürmetine
yaratılmıştır. Burada “Levlâke levlâk
lemmâ halaktü’l-eflâk.” kutsî hadisine, “Ey
Muhammed, sen olmasaydın, sen olmasaydın, yeri göğü yaratmazdım.” de işaret
ediliyor.
Başta
Dîvân şairleri olmak üzere birçok na’t şairi, Osman Hulûsi Efendi’nin de
iktibas ettiği ve kutsî hadîs olarak bilinen “Levlâke levlâk lemmâ halaktü’l-eflâk.” sözüne çokça iltifat
etmişlerdir. Hemen her na’t şairi bu sözü şiirinde Peygamber Efendimiz’i
medhetme maksatlı zikretmişlerdir. İki örnek:
Doğmazdı
kalbe îmân, inmezdi arza Kur’ân,
Meçhûl
olurdu esmâ, levlâke yâ Muhammed! (Ali Ulvi Kurucu)
(Ey Muhammed, Sen olmasaydın, kalbe
iman doğmazdı; Kur’ân arza inmezdi. Bilinen isimler meçhul olurdu.)
Bildim
dü-âlemin sebebi zât-ı pâkini
“Levlâke” oldu kadrine mîzân Efendimiz (Faruk Kadri
Timurtaş)
(Ey Efendimiz, iki cihânın da
yaratılışına sebep, senin temiz zâtın olduğunu anladım; senin kıymetine “Levlâke”
sözü ölçü oldu.)
Dikkat
edilirse beyitte Hz. Muhammed (s.a.v.)’in vasıfları anlatılırken dürr, şehvâr,
taç gibi kıymet, değer ve ihtişam ifade eden kelimeler özellikle seçilmiştir;
çünkü Hz. Muhammed (s.a.v.) bir Arap şairinin dediği gibi:
Muhammedun beşerun la kelbeşer
Bel hüve kel yakuti beynel hacer
“Hazreti
Muhammed (s.a.v.) Efendimiz bir beşerdir, lakin diğer insanlar gibi değildir
Taşların arasında yakut ne ise Allah Rasûlü de insanlar arasında öyledir.”
Fakat
kendisine bu kadar iltifat edilen ve Allah’tan sonra en çok sevilen olmasına
rağmen Hz. Peygamber Efendimiz hiçbir zaman büyüklük taslamamış, hiçbir zaman
kibre kapılmamıştır. Peygamber Efendimiz’in şemâilini anlatan hilyelerde ve
diğer kaynaklarda konuşmasını dinleyen insanların rahatladıkları, gönüllerinin
hoş olarak yanlarından ayrıldıklarını öğreniyoruz. Konuşmalarında hiç kırıcı
olmayan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in tevazuu da dikkat çekicidir. Bu Rahmet Peygamberi’nin
yanına gelen insanlar, hâliyle heyecanlanırlarmış; ancak O, bir şekilde
karşısındaki insanı konuşmalarıyla rahatlatırmış. “Niye sıkılıyorsun? Ben, genellikle yediği kuru ekmek olan bir annenin
oğluyum.” diyen bir peygamberdir O… İşte böyle bir karaktere sahip Rasûl’ün
yanına gelen dertli gönüller, elbette şifayı onun katında bulacaklardır.
Bir
gün Efendimiz (s.a.v.) bir grup sahabi ile yolda yürürken, onlardan birisi örtü
ile Allah Rasûlü’nü güneşten korumak istedi Rasûlullah (s.a.v.), bir kimsenin
kendisine gölgelik yapmakta olduğunu fark edince ona hemen bırakmasını söyledi
ve örtüyü alıp yere koydu Ardından da:
“Ben de sizin gibi bir insanım!” buyurdu.
Hz.
Muhammed (s.a.v.)’in vasıfları saymakla tükenmez. Çünkü O, sonsuz bir deryâ,
tek başına bir cihandır. Bunları saymaya insanın gücü elbette yetmeyecektir.
Nitekim Osman Hulûsi Efendi son beyitte, sözün hâsılını söylüyor. Hz. Muhammed
(s.a.v.)’in dergâhının aşağılık bir kölesi olarak görüyor kendisini ve Hz.
Muhammed (s.a.v.)’in şefaatine ilticâ ediyor. Kul; sultâna sığınır, teslim olur
da sultan onu reddeder mi, etmez elbet. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.v.), öyle bir
sultandır ki mürüvvet kaynağıdır; hiç kimseyi de kapısından geri
çevirmeyecektir inşallah…
Vedat Ali TOK
YazarAşk imiş her ne var âlemde İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak Bir milletin dili ve kültürü, edebî eserleri, o milletin kimliğini, zihniyetini, hayat felsefesini, inancını olduğu gibi yansıtan kıstasl...
Yazar: Vedat Ali TOK
SOMUNCU BABA KÜLLİYESİ’NE HİZMET EDEN BİR GÜZEL İNSAN: YÜKSEK MİMAR-MÜHENDİS ŞERİF ALİ AKKURTDarende Şeyh Hamid-i Velî Camii ve Külliyesi mimarî yapısıyla gören herkesin ilgi odağı olmaktadır. 14. yy...
Yazar: Musa TEKTAŞ
N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâimKadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-i RusûlünGül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidirBahtîyâ durma yüzün sür kademine o gülün1.Sultan Ahmed Han (1590-1617)“Bahtî” ve ...
Yazar: Vedat Ali TOK
Yeni yazıya çevirerek güncel Türkçeye aktardığımız Zübdetü’n-Nesâyih Hicrî 1260 yılında basılmıştır. Kitabın ne girişinde ne de temmet bölümünde kim tarafından derlenmiş olduğuna dair herhangi bir kay...
Yazar: Vedat Ali TOK