Cânân İklîminden Güzel Kokular
Tasavvufta sabâ rüzgârı, feyiz ve tecellî nimetlerine mazhar olmayı, rûhânî âlemin doğusundan esen ve hayra vesile olan nefhaları, mânevî esintiler gibi değişik anlamları ifade etmektedir. Dîvân edebiyatında tabiata ait unsurlardan faydalanan mutasavvıf şairler sevgilinin semtinden cânân iklîminden esen rüzgâr ile onun kokusunu getiren vâsıta olarak bahsetmişlerdir. Sabâ, gün ile gece beraber olduğunda, gün doğusundan esen latif rüzgâr olarak da tanımlanır. Sabâ; bahar tavsîfinde, cânânın zülfünün perişanlığını ve kokusunu tasvirde birçok mazmunlar yapılmasını sağlamıştır. Bazılarına göre seher vakti kıble tarafından esen rüzgârdır ki, Hazret-i Yusûf’un gömleğinin kokusunu Yakup’a bu rüzgâr götürmüştür.
Şairler bu rüzgârı âşıkla mâşuk arasında haberleşme aracı sayarlar. Sabâ, aynı zamanda peyk-i şuarâdır. Cânânın makamına ancak sabâ ve şimal/kuzey rüzgârı ulaşır.[1] Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi, Dîvân’ında şöyle buyurur:
Sabâ iklîm-i cânândan getir hoş bû-yı cânânı
Nesîm-i câvidân ile mu’attar eyle bu cânı
(Ey sabâ rüzgârı! Cânânın diyarından onun hoş kokusunu getir de bu canı, ebediyyen genç ve diri tutacak şekilde güzel kokulu eyle.)[2]
Dîvân şiirinde sabânın attar olarak algılanması, sevgilinin güzel kokusunu dağıtması sebebiyledir. Makalenin başında da belirtildiği üzere sabâ, kuzey-doğudan esen bir rüzgârdır. Baharda sabânın esmesiyle etrafa güzel kokuların yayılması da buna bağlanır. Cihan, sevgilinin yüzünün güneşinden aydınlandığı gibi, sabâ da sevgilinin saçının kokusundan dolayı güzel kokmaktadır: Cihan yüzün güneşinden münevver olmuş kabul edilir. Sabâ rüzgârı güzel kokuyu sevgilinin saçından getirmek suretiyle, seven gönüle şifâ sunar, ölmüş kalbi diriltir. Bu yüzden dîvân edebiyatında kendilerini âşık yerine takdim eden şairler, sabâya yalvarıp, sevgilinin saçından koku getirmesi için onun bulunduğu yerden esmesini, ondan haber getirmesini isterler:[3]
Ey bâd-ı sabâ söyle bize yâr-ı vefâdan bu gece
Hem nakd-i hayâtımız olan şevk-i safâdan bu gece
(Ey sabâ rüzgârı! Bu gece bize hem vefalı sevgiliden hem de ömrümüzün sermayesi olan huzur veren aşk duygusundan söz et.)
Bizi dâim yâd eder mi söyle ey bûy-ı ıtr
Şeref-i revnaka-i nûr u ziyâdan bu gece
(Ey ıtr kokusu! Sevgili bizi dâimâ anar mı, söyle? Bu gece bize, nur ve ziyânın renkli şerefinden söz et.)[4]
Peygamberimiz (s.a.v.)’in hilyesi ile ilgili eserlerde şu ifadeler geçer: “Teni gül gibi pembemsi beyaz, nûrânî ve parlak, ipekten yumuşaktı. Mübârek vücudu dâimâ temiz, kokusu her zaman güzel idi. Koku sürünsün veya sürünmesin teni ve teri en güzel kokulardan daha güzel kokardı. Bir kimse onunla musâfaha etse bütün gün onun güzel kokusunu duyardı. Mübârek eliyle bir çocuğun başını sıvazlasa o çocuk güzel kokusuyla diğer çocuklar arasında belli olurdu.”[5]
Tasavvuf büyüklerinin hayatında güzel kokularla ilgili birçok menkabeye rastlanır. Yaşadığı devrin ulemâ ve mürşidlerini tanıyan ve onlardan istifade eden Ebu’l-Hasan el-Harakânî Hazretleri, en sonunda Bâyezîd-i Bistâmî (k.s.)’nin dergâhında karar kılıp, kendisinden senelerce önce âhirete göçmüş olan Bistâmî Hazretleri’nin yolunu devam ettiren müridleriyle görüşüp, Bistâmî (k.s.)’nin kabrine on iki yıl türbedarlık eder. Harakânî on iki yıl süreyle yatsı namazını cemaatle kıldıktan sonra Bistâm’daki Bâyezîd-i Bistâmî’nin kabrine teveccüh ederek; “Allah’ım! Bâyezîd’e ihsan ettiğin hil’atten bize de bir koku ihsan et!” der. Sevgi ve aşkla bağlandığı bu kapı onun gönül dergâhı olur. Yılları aşıp gelen Bistâmî’nin sevgisi, onu yoğurmuş ve vuslata götürmüştür. Dolayısıyla Harakânî’nin tasavvufî intisâbı, âriflerin sultanı Bâyezîd-i Bistâmî’yedir. Seyr u sülûk eğitimini Bistâmî’nin rûhâniyetlerinden alır.[6]
Altın Silsile’den Ârif Rivgerî Hazretleri, orta boylu, ay yüzlü, iri gözlüdür. Kaşları hilâl gibi incedir. Teninin rengi, beyaz ve kırmızı karışımı; gülkurusunu andırır. Vücudunun hoş ve lâtif bir kokusu vardır.[7] Çok kişinin hidâyete ermesine, çoklarının velâyet makamına yükselmesine vesile olur. Herkese karşı çok iyi davranır, kimsenin kalbini kırmaz. Nefsinin isteklerini hiçbir zaman yapmaz, istemediklerini yapmak, ruhunu yükseltmek için çok çalışırdı. Haramlardan şiddetle kaçar, hatta harama düşmek korkusu ile mübahların fazlasını terk eder. Geceleri vaktini hep ibâdetle, gündüzleri talebe okutmakla geçirirdi. Sünnete uyarak, gündüz öğleden önce bir mikdar kaylûle yapardı, yani uyur. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sünnet-i seniyyesini çok iyi bilir, onun unutulmaması için nasîhatlerinde üzerinde durur ve tarif eder.
Bir başka menkabe Bahaeddin Nakşbend Hazretleri ile ilgilidir. Rivâyete göre, Bahâeddîn Nakşbend’in doğmasına yakın bir tarihte Muhammed Baba Semmâsî (k.s.) müridleriyle birlikle Kasr-ı Hinduvân köyünden geçer ve yanındakilere: “Bu topraktan bir yiğit kokusu geliyor, yakında Kasr-ı Hinduvân, Kasr-ı Ârifân olacak.” diye buyurur. Semmâsî’nin bu menkabede geçen sözüne istinâden o köyün adı Kasr-ı Ârifân olarak değişmiştir.[8] Semmâsî’nin Kasr-ı Hinduvân’a bir sonraki gelişinde Bahâeddîn Nakşbend henüz üç günlük bir bebektir. Emir Külâl’in evinde misafir olan Muhammed Semmâsî’ye, dedesi, Şâh-ı Nakşbend’i kucağına alıp getirir ve takdim eder. Bebeği gören Semmâsî, “Bu bizim oğlumuzdur, biz onu evlatlığa kabul ettik.” der. Sonra müridlerine dönerek; “Dünyaya gelmeden kokusunu aldığımız yiğit işte budur. Zamanının en büyük imamı ve mürşidi olacaktır.” deyip halîfesi Emir Külâl’e döner ve “Bu benim oğlumdur. Onu sana emânet ediyorum. Onun eğitimi konusunda ihmal ve kusur göstermeyesin. Eğer bu konuda kusûr ve fütûr gösterecek olursan sana hakkımı helâl etmem.” der. Bu sözler üzerine Emir Külâl de gayrete gelip, “Bu konudaki emirleriniz başım üzerine. Emirlerinizi yerine getirme konusunda ihmal gösterir, gevşek davranırsam mert değilim.” diye cevap verir. Bu şahitli isbatlı mukâvele ile Bahâeddîn’in irşad hizmeti Emir Külâl’in uhdesine tevdi edilmiş olur.[9] Alâaddîn-i Attar Hazretleri’nin sürekli güzel koku kullandığı ya da sohbetine katılanlar o sohbette mânevî koku aldıkları için Attâr lakabı ile meşhur olmuştur.
Peygamberimiz (s.a.v.)’de şöyle buyurur: "İyi arkadaş yalnızlıktan, yalnızlık da kötü arkadaştan hayırlıdır. İyilerle dost olan, misk satanla beraber olan gibidir; onun güzel kokusundan alıp sürünmezse bile, ondan yayılan koku ona da bulaşır. Kötülerle beraber olan da demirci körüğünün yanında oturan kimse gibidir. Bizzat körüğün kirine bulaşmasa bile, onun isi ve pis kokusu üzerine siner."[10]
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.) de bu minval üzere oğlu Kemal Efendi’ye hitâben yazdığı mektubunda şu öğütlerde bulunur: “Her zaman iyilere mukârin ol, kötülerden ictinâb et. Kişinin mi’yârı mukârin olduğu kimsedir. Mezbeleden dâimâ fenâ, attar dükkânından ise iyi koku intişâr eder. Zâhirî edebin, mânevî kemâlin âyînesidir.”[11]
Ali Râmîtenî Hazretleri’nin, “İyi arkadaş, iyi işten daha önemlidir.” dediği nakledilmektedir. Yukarıdaki hadis-i şeriften esinlenerek, “Mürşid ile sohbet, misk satan kişi ile sohbet etmek gibidir. Miskçi o kişiye sattığı miskten vermese bile dükkânın güzel kokusu ona siner.” diyen Ali Râmîtenî (k.s.)’ye göre mürid, önce şeyhini taklit ile işe başlar, sonra taklit hakikate dönüşür ve güzel sıfatlar müridde yerleşir. Yüzyıllardır bu Muhammedî gülşende güller açmış ve etrafa güzel kokular saçmıştır.
Şimdi de ümmet-i Muhammed, Hulûsi Efendi’den intikal ettiği şekliyle H. Hamideddin Efendi Hazretleri’nin gül çehresine bakarak, gül kokulu civarında huzur buluyor elhamdülillah… Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi, 1914 yılında dünyayı teşrif ettiğinde babası Seyyid Hasan Feyzi Efendi, evladını kucağına aldığında ondan gelen yoğun bir gül kokusuyla içinin dolduğunu hisseder; refîkası Fatıma Hanım’a, “Maşallah, Hanım. Oğlumuz sulbünün kokusunu ve güzelliğini taşıyor.” der. İhvanlardan nakledildiğine göre; Hulûsi Efendi (k.s.)’nin olduğu yerde etrafa insanın içini ferahlatan bir gül kokusu yayılır. Onların çevrelerinde bulunanlar bunu hemen fark ederler. Biraz daha mâneviyatı güçlü olanlar, Hulûsi Efendi’nin farklı bir hâli olduğunu anlarlar. Hulûsi Efendi Hazretleri, her ne şartta olursa olsun çocukluğundan beri temizliğine çok dikkat eder. Her zaman ondan etrafa yayılan gül kokusu, aynı ortamda bulunanda yeni yıkanmış ve gül esansı sürmüş izlenimi uyandırır. Ama Hulûsi Efendi’deki gül kokusu hiçbir esansta olmayan, ecdâdı Rasûlullah (s.a.v.)’in kokusunu anımsatmaktadır. Yaz, bahar ya da kış olsun, bu gül kokusu, ârif olanlarda bir sevinç, bir umut hissi uyandırır. O bir Allah dostudur ve bulunduğu ortamlarda Allah (c.c.)’ın rahmeti hazır bulunur. Hissedilen sevinç ve umut da işte Allah’ın kulu olmanın ve onun rahmetine mazhar olabilmenin sevinci ve umududur. Yine H. Hamideddin Efendi Hazretlerinin çocukluk yıllarını anlatan ablalarımızdan biri şöyle diyor: “Evde bütün çocukların elbiseleri yıkanırdı. Herkesin giysisi seçilecek olsa, Hamideddin Efendi’nin elbiselerindeki gül kokusundan belli olur, onu hemen ayırt ederdik...”
Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri diyor ya;
Bizim gülşendeki güller
Dururlar taze solmazlar
Hazân olup dökülmezler
Zemistan ü bahâr olmaz
Onlara hazan yoktur, sonbahar asla onlara uğramaz, kış gelip yaprakları dökülmez, solmazlar, her dem tazedirler.”[12]
Hamideddin Efendi Hazretleri’nin hayatında iki hâtıraya temas ederek konumuzu bağlayalım:
Medîne-i Münevvere’de cezâevi vâizi olarak görev yapan Suriyeli âlimlerden Seyyid Ömer, 1988 yılında Osman Hulûsi Efendi (k.s.) ile Medîne’de görüşüp sohbet etmiştir. Aradan yıllar geçer, 1996 yılında bir grup arkadaşla umre ziyâretine giden H. Hamideddin Efendi Hazretleri, Medîne’de bir eve davet edilir. Ev sahibi, yakın komşusu olan Seyyid Ömer’e bir misâfiri olduğunu belirterek onu da davet eder. Efendi Hazretleri bazı arkadaşlar ile içeride otururken, evin dış kapısından giren Seyyid Ömer, “Vallahi burada Hacı Hulûsi Efendi’nin kokusu var.” diyerek hayretini gizleyememiş, içeri girdiğinde ise, daha önce hiç görmediği H. Hamideddin Efendi Hazretleri’nin olduğunu görünce boynuna sarılarak, kucaklaşmış ve saatlerce sohbet etmişlerdir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’den sürüp gelen gül kokusu onun neslinde burcu burcu koktuğunun bir işaretidir. 2011 yılında bir ikindi namazı için Şeyh Hamîd-i Velî Camii’ne gelen Hamideddin Efendi, cami girişinde Hulûsi Efendi Hazretleri’nin kokusunu hisseder, çok mutlu olur. Namazdan çıktıktan sonra bir sohbet esnasında; “Vakit yaklaşmıştı, namaza gelince cami dışında kalabalık bir grup vardı. Namazla niyazla alakası olmadığı görülen, namazı beklemeden camiden çıkan bu şahıslar içinden geçip camiye ilerleyince içimden bir gariplik hissi geçti. Tam caminin kapısına geldiğimde Hulûsi Efendi Hazretleri’nin kokusunu çok yakından duydum. Sanki bana, “Evladım sen üzülme biz seninle beraberiz.” demişçesine hüznüm sevince döndü, diyerek nakletmiştir.
[1] H. Dilek Batislam, “Divan Şiirinde Sabâ”, Osmanlı Tarihi Araştırmaları XXVI, Prof. Dr. Mehmet Çavuşoğlu’na Armağan II, İstanbul 2005, s.1-4.
[2] Nihat Öztoprak, 20. Yüzyıl Mutasavvıf Dîvân Şairi Seyyid Osman Hulûsî Efendi Dîvânı (İnceleme-Metin-Nesre Çeviri), Nasihat Yayınları, İstanbul 2020, c.3, s.444
[3] Abdulhakim Koçin, “Divan Şiirinde Bâd-ı Sabâ”, Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Edebiyat Dergisi, Yıl: 2008, Sayı: 20, ss.1-19, s. 13.
[4] Öztoprak, a.g.e, c.3, s.362.
[5] Muhammed b. Abdullah el-Hânî, Âdâb, (Çev.: Ali Hüsrevoğlu), Erkam Yay., İstanbul 2008, ss. 28-29.
[6] Kadir Özköse-H. İbrahim Şimşek, Altın Silsile’den Altın Halkalar, Nasihat Yayınları, Ankara, 2009, s. 112.
[7] H. Kâmil Yılmaz, Altın Silsile, Erkam Yay., İstanbul, 1994, s. 89.
[8] Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, İnsan Yay., İstanbul, 2002, s. 63.
[9] Câmî Molla Abdurrahman, Nefahâtü’l-üns, (Haz: Süleyman Uludağ-Mustafa Kara), Marifet Yayınları, İstanbul, 1998, s. 526.
[10] Müslim, Birr, s. 146.
[11] Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Mektûbat-ı Hulûsî-i Darendevî, (Haz:Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz) Nasihat Yayınları, İstanbul, 2006, s. 2.
[12] Bkz: “Bizim Gülşendeki Güller”, Somuncu Baba Dergisi, S: 83, s. 37, Eylül, 2007.
Musa TEKTAŞ
YazarEy Allah Rasülünün payine yüz sürerek Miraca yükselirken seyreden kutsi şehir Ey cümle zamanları bir tek anda dürerek Ezel ebed arası uzanan nurlu nehir Göklerle dostluğuna mirac...
Şair: Ekrem KAFTAN
Tasavvuf tarihi boyunca bütün mutasavvıflar eserlerinde aşk ve muhabbetten söz etmişlerdir. Aslında esas gayeleri, kalbin bir eylemi olan tevhîdi/birliği yaşayarak öğrenmek ve etrafındakilere tavsiye ...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Lânetli zihniyet, yine hortladı Vampir/yamyam, desem, az gelir ona, Zâlimden de zâlim, zâlim İsrâil. Mescîd-i Aksâ’da, yine kan döktü Vampir/yamyam, desem, az gelir ona, Zâlimden de zâl...
Şair: Hanifi KARA
Hz. RasûlulIah (s.a.v.)’in vârisleri olan mânâ sultanları, yani mürşid-i kâmiller gönüller tabibidir. Gönüllere şifâ sunan doktorlardır. Onlardan ilim, hikmet ve edeb öğrenmek isteyen her ihvân ...
Yazar: Musa TEKTAŞ